SÖZCÜK BİLGİSİ

 1. 

A)

B)

C)



  1. “Her gün gaste okumalıyız.” Bu tümcede hangi sözcük yanlış yazılmıştır?

A) gün

B) gaste

C) her




  2. 

A)

B)

C)


  2. “Kirpit oyuncak değildir. ” Bu tümcede hangi sözcük yanlış yazılmıştır?


A) kirpit

B) oyuncak

C) değil



  3. 


A)

B)

C)


  3. “Dün ezzaneden ilaç aldık. ” Bu tümcede hangi sözcük yanlış yazılmıştır?

A) ezzane


B) ilaç

C) aldık



 4.

A)


B)

C)

  4. “Sipor yapan insan sağlıklı olur. ” Bu tümcede hangi sözcük yanlış yazılmıştır?

A) sipor

B) insan

C) sağlık




  5.

A)

B)

C)



  5. “Çok çalışgan olan kazandı. ” Bu tümcede hangi sözcük yanlış yazılmıştır?

A) kazandı

B) olan

C) çalışgan




  6.

A)

B)

C)



  6. “Pisiklete binerken dikkatli olmalıyız. ” Bu tümcede hangi sözcük yanlış yazılmıştır?

A) dikkatli

B) binerken

C) pisiklete




  7.

A)

B)

C)


  7. “Tiren buraya geliyor. ” Bu tümcede hangi sözcük yanlış yazılmıştır?


A) tiren

B) buraya

C) geliyor



  8.


A)

B)

C)


  8. “Önlüğümün dümesi koptu. ” Bu tümcede hangi sözcük yanlış yazılmıştır?

A) önlüğümün


B) koptu

C) dümesi



  9.

A)


B)

C)


  9. “Pazardan sovan aldık. ” Bu tümcede hangi sözcük yanlış yazılmıştır?

A) aldık

B) sovan


C) pazardan



  10.

A)

B)


C)


10. “Tırafik kurallarına uymalıyız. ” Bu tümcede hangi sözcük yanlış yazılmıştır?

A) tırafik

B) kurallarına

C) uymalıyız











CEVAP ANAHTARI AÇ/KAPA

Sesi hangi maddeler iyi iletir?

SES
Ses kaynakları titreşerek ses meydana getirir. Titreşim, bir cismin ileri geri gidip gelme hareketidir. Ses veren her şey titreşir. Titreşen cisimler ses oluşturur. Ses veren cisimler esnektir. Esnek olan cisimler ses dalgaları meydana getirebilir ve ses dalgalarını iletebilir.
Ses üreten varlıklara ses kaynağı denir.Ses madde değil, enerjidir
SESİN OLUŞMASI VE YAYILMASI
Ses dalgaları titreşim kaynağından enerji taşırlar. Bu enerji, çeşitli ortamlar tarafından iletilir. Bu esnada ortam yer değiştirmez, hareket eden madde değil, hareket enerjisidir.Su yüzeyindeki dalgalar ile havada yayılan ses dalgaları farklıdır. Su dalgalarını gördüğümüz halde, ses dalgalarını göremeyiz. Ses dalgaları havada küresel olarak yayılır. Cisimlerin titreşmesi ile meydana gelen sesin kulağımıza kadar gelebilmesi için ses kaynağı ile kulağımız arasında katı-sıvı-gaz gibi esnek bir ortamın bulunması gerekir.
Yani ses boşlukta yayılmaz. Sesin farklı ortamlarda yayılma hızı da farklıdır.
Sesin yayılma hızı bazı etkenlere bağlı olarak değişir.Bunlar;
1- Sesin yayılma hızı ortamın sıcaklığına bağlıdır.
Sesin 0ºC de havada yayılma hızı 331m/s olduğu halde 20ºC de 344 m/s ‘dir. Sıcaklık artıkça sesin o ortamdaki yayılma hızı da artar.
2- Sesin yayılma hızı ortamın cinsine bağlıdır.
Ses katı maddelerde en hızlı, gaz maddelerde ise en yavaştır.
3-Sesin yayılma hızı ortamın yoğunluğuna bağlıdır.
Ortamın yoğunluğu arttıkça sesin yayılma hızı da artar.
Ses oluştuğu ortamlarda dalgalar halinde yayılır.


Telefonun getirdiği kolaylıklar nelerdir?

Telefon, birbirinden uzak yerlerde bulunan kişiler ve düzenekler arasında bilgi alışverişini sağlayan elektrikli ses alıp verme aygıtıdır. Telefonun çalışmasında ana ilke ağızdan çıkan ses dalgalarının önce elektrik sinyallerine çevrilmesi, bu sinyallerin çeşitli gönderme yöntemleriyle uzağa iletilmesinden sonra, bu defa elektrik sinyallerinin yeniden kulakla duyulabilecek ses dalgalarına çevrilmesidir.
Önce kentlerde kurulan telefon şebekeleri daha sonra kentlerarası, uluslararası düzenekler durumuna dönüşmüş ve uydular aracılığıyla dünyanın her köşesinin birbiriyle iletişimi sağlanmıştır.
=== Tarihçe= .
İlk telefon Alman mucid Alexander Graham Bell tarafından bulunmuş ve 1861 yılında Frankfurt şehrinde Fizik Derneğine tanıtmıştır. Asıl düşüncesi sağır ve ağır işitenlere kolaylık getirmek istemesi idi. 1876 yılında Graham Bell tarafından patentlenmiştir.
Teknoloji .
Telefon ilk olarak telgraf sistemine benzer iki bağlantı üzerinden konuşulacak şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Çoğu defa bir bağlantı demir tel, diğer bağlantı ise toprak olduğu için yitimler fazla ve sesler karışık olarak işitiliyordu. Bakır alaşımlarının gelişmesiyle tel sayısı arttırıldı. Konuşma sayıları arttıkça bağlantılar yetişmemeye başladı. 1886 yılında tek devreden değişik frekanslarla ses gönderen bir aygıt (multiplex) devresi yapıldı. Uzun hatlara konulan yükselticilerle kayıplar giderildi.
Telefonda büyük adım, operatör kullanmaksızın yapılan otomatik konuşmalardır. 1891 yılında geliştirilen Strowger otomatik arayıcıyla araya operatör girmeden aboneler birbirine bağlanabilmiştir. Bu düzenek 1920 yılında Bell düzeneği olarak geliştirilmiştir. 1948 yılından sonra ise transistörün sahneye çıkmasıyla elektromanyetik röle sistemler yerini, elektronik devrelere bırakmıştır. Elektronik arayıcı sistem ilk olarak 1965 yılında ABD`de servise konulmuştur.
Telefonda atılan diğer büyük adım da, uzak mesafe konuşmalarında yüksek frekanslı radyo yayınlarından yararlanılmasıdır. 150-300 km aralıklarla yer alan röle istasyonları konuşmaları koaks kablolardan ve havadan elektromanyetik yayın şeklinde iletmektedir. Frekans yükseldikçe tek bağlantı üzerinden konuşma kanal sayısı da yükselmektedir. Böyle bir sistemle iki röle istasyonu arasında aynı anda 3600 konuşma yapmak olasıdır.
Bu gelişmeyi uydular aracılığıyla yapılan konuşmalar izlemiştir.
Anakaralar arası telefon konuşmaları 1915 yılında başlamıştır. İlk konuşma Paris`le ABD`de Arlington arasında yapılmıştır. Anakaralar arası telefon konuşmalarında güçlü radyo alıcı vericileri kullanılıyordu. İyonosferin etkisi konuşmaları zorlaştırdığı için sualtı kabloları kullanılmaya başlandı. İlk sualtı kablosuyla telefon görüşmeleri 1950 yılında Florida ile Havana arasında 185 km`lik uzaklıkta yapıldı. Sonuç doyurucu olduğu için 1956 yılında New York ile Londra arasına aynı düzenek kuruldu.
Uydu aracılığıyla anakaralar arası ilk telefon konuşmaları 1960 yılında başladı. Echo 1 isimli uyduyla ABD`nin doğu yakası ile batı yakası arasında telefon bağlantısı sağlanınca bunu Telstar I, Telstar 2 ve diğer uydular izledi. Bugün uyduların devreye girmesiyle gemi ya da uçaklarla otomatik telefon konuşması yapılabilmektedir. 1985 yılında uzay mekiği Discovery`nin yörüngeye koyduğu uydulardan biri aynı anda 20.000 konuşma yapabilmeye olanak verecek sığadadır.
Türkiye`de ilk telefon .
Türkiye`de ilk telefon 1908 senesinde uygulanmaya başlandı. Kadıköy ve Beyoğlu santralları 1911 senesinde hizmete açıldı. İlk otomatik telefon santralı 1926 senesinde Ankara`da kuruldu. Ardından diğer il merkezlerinde de telefon santralları kurulmaya başlandı. Kısa bir süre sonra kurulan santrallar aracılığıyla bütün iller arası telefon haberleşmesi başlamış oldu. PTT`nin 1970`lerden sonra yaptığı çalışmalarla telefon, Türkiye`de geç olmakla beraber, süratle yayılmaya başladı.
Türkiye`nin milletlerarası telefon santralı İstanbul`daki Tahtakale Telefon Santralıdır. Bu santralın diğer milletlerarası telefon santrallarıyla irtibatı 1985 senesi itibarıyla altı yoldan olmaktadır. Bunlar:
Edirne (Bulgaristan) hattı,
İzmirSEFERİHİSAR (Yunanistan) hattı,
Antalya (İtalya) hattı,
İskenderun(Suriye) hattı,
Diyarbakır (Irak) hattı,
Ankara (Uydu) hattı.
Diyarbakır`dan Bağdat`la görüşecek bir abone önce Tahtakaleyle irtibatlanır daha sonra Diyarbakır radyolinkiyle Bağdat`a ulaşır. İleriki senelerde uzaya gönderilecek Türk uydularıyla (Türk-Sat) milletlerarası santral hatlarında artış beklenmektedir (1994).
Teknik .
Telefon nasıl çalışır: Bir elektrik devresi üzerinden bir telefon konuşmasının yapılması sırasında meydana gelen olaylar şöylece sıralanabilir:
Ses enerjisi mekanik enerjiye dönüşür.
Mekanik enerji elektrik enerjisine dönüşür.
Elektrik enerjisi nakledilir.
Karşı tarafta elektrik enerjisi manyetik enerjiye dönüşür.
Manyetik enerji mekanik enerjiye dönüşür.
Mekanik enerji ses enerjisine dönüşür.
Elektrik titreşimlerinin iletkenlerdeki yayılma hızı esas titreşimlerinin havadaki yayılma hızından birkaç yüz bin kere daha fazla olduğundan (200-300 bin km/sn mertebesinde) telefon ile konuşanlar, aradaki uzaklığa rağmen, karşı karşıya bulunuyorlarmış hissine sahiptirler. Telefon sistemi üç ana görev yapar. İki abone arasında konuşma irtibatını sağlar ve aboneler arasında çağırma, meşgul çevirme, ses sinyalleri üretir. Otomatik olmayan manyetolu telefonlarda bu işlemler elle yapılır.
Bir telefon aletinde bulunan belli başlı parçalar şunlardır:
Ses alıcı (mikrofon),
Mikrofon akım kaynağı,
Ses verici (kulaklık),
Çağırma ve çağrılma düzenleri,
Devre açıp kapayıcılar, anahtarlar,
Çağırma kadranı.
Manuel ve otomatik santrallara bağlı telefon aletleri birbirinden farklıdır. Herbirinde yukardaki parçaların bazıları bulunur. Telefonun ahizesi sesi elektrik enerjisine ve elektrik enerjisini de sese çevirir. Otomatik telefon cihazında ahize kaldırıldığında devreyi açan bir anahtar ve ön tarafta numaratörü mevcuttur. Telefon ahizesi kaldırılınca telefonla santral arasında elektrik devresi kurulur. Ahizeden ton sesi duyulur. Numaratörden, mesela 6 rakamı çevrilince elektrik devresi altı defa açılıp kapanmış olur. Elektrik devresindeki açılıp kapanmalar sinyal olarak santralda devreler vasıtasıyle sayılır.
Muhaberenin konuşma şeklinde olması şart değildir. Lokal santrallara konulan bilgisayarlar gönderilen sinyal cinsine göre seçim yaparak dağıtımı analog telefon, sayısal telefon, faksimile, teleks, televizyon bilgi işlem şekillerinde terminallere ulaştırır. Böylece telefon konuşmaları yanında televizyon, faksimil resim ve yazı, teleks, bilgisayar işlemleri de çok süratli ve kaliteli olarak yürütülür.
Muhabere hatları: Muhabere (haberleşme) imkanları çok çeşitlidir. Bunlar:
İki telli analog radyo sinyal hattı (1 konuşma).
Anolog radyo röle link hattı (30 konuşma).
Sayısal radyo röle link hattı (1920 konuşma).
Çok kollu koaksiyel kablo hattı (7680 konuşma).
Fiberoptik kablo hattı (10.000 konuşma ve üstü).
Muhabere uydular hattı (20.000 konuşma).
İki telli konuşma devreleri uzak mesafelerde kayıplar çok arttığı ve kanal sayısı sınırlı olduğu için şehir içi dağıtım sistemi dışında kullanılmaz. Muhabere sistemleri radyo yayınlarından istifadeyle kapasite ve kalite yönünden çok gelişmiştir. Telefon konuşmaları hem doğrudan analog sinyal olarak hem de bu analog sinyalin sayısal sinyal haline çevrilmesinden sonra yayınlanarak yapılabilmektedir. Analog sinyal de yankı problemi ve sinyal gürültü seviyesi yüksek olduğu için terk edilmiş sayısal sinyal sistemine geçilmiştir.
Sayısal sinyal sistemlerinde, analog sinyal dilimlere bölünerek düzgün palslara ayrılır. Bu palslar daha sonra kodlanarak verici anteninden `0`, `1` sayısal yayın olarak gönderilir. Kodlanma işlemi her konuşma için ayrı ayrı yapılabildiği için bir antenden aynı anda binlerce sayıda konuşma palslar halinde yayınlanabilir. Alıcı telefon, istasyondan alınan bu binlerce yayın tekrar kod çözücüde çözümlenerek, audio sinyal haline çevrilerek santral mantık devresinden geçerek abonelere ulaşır. Kodlanmış palslar antenden yayınlanabildiği gibi koaksiyel kablolardan da gönderilebilir. Koaksiyel kablolarda kayıplar çok azalır. Koaksiyel kablo yerine bundan daha süratli yüksek kapasiteli ve kayıp oranı çok düşük optik fiber kablolar da kullanılabilir. Optik fiber sisteminde kodlanmış sayısal sinyaller optik sinyallere çevrilerek gönderilir. Karşı santralde optik sinyaller önce elektronik sinyallere daha sonra da odyo analog sinyale çevrilerek lokal santral mantık devresinden abonelere ulaştırılır.
İki telli muhabere sisteminde aynı anda bir konuşma yapılır. Halbuki pals kod modüleli sayısal radyo link muhabere sisteminde 30 kanal mevcuttur. Koaks kablolu sayısal radyo link muhabere sistemiyse en az saniyede 30 megabit bilgi gönderme kapasitesine sahip olup, 1920 kanallıdır. 1985 senesinde F. Almanya`da hizmete girmiş olan böyle bir sistem saniyede 565 mbit kapasiteye; bir başka ifadeyle aynı anda 7680 konuşma veya bilgi aktarmaya müsaittir. Fiberoptik sistemler 140 mbit/saniye ve daha yukarı kapasitede görev yapmaktadır. Fiberoptik muhabere sistemi kapasite yüksekliği, montaj kolaylığı, bakım istememesi, yüksek kaliteli bilgi göndermesiyle mevcut sistemlerin en mükemmelidir.
Özet olarak telefon santrallarının isimleri şunlardır: Elektromekanik telefon santralı, elektronik telefon santralı, otomatik telefon santralı, şehirlerarası telefon santralı, transit telefon santralı, yarıelektronik telefon santralı, yarıotomatik telefon santralı, mahalli (yerel) telefon santralı... olmak üzere çeşitleri vardır (1994).
Telefonun tatbikatta sağladığı en büyük fayda muhaberenin süratli bir şekilde yapılmasıdır. Fiberoptik, koaksiyel kablo ve elektromanyetik yollarla uydulardan yansıtılarak yapılan telefon görüşmeleri dünyanın her köşesini birbirine bağlamıştır. Telefon sistemlerinin kanal kapasiteleri her geçen gün artmaktadır. Kanal sayısında artışlar telefonu daha da pratik bir hale sokmaktadır. Telekomünikasyon arasındaki önemli gelişmelerden biri de, telsiz telefonun ortaya çıkmasıdır. Kısa dalga radyo alıcı-vericilerin normal telefon sistemine bağlamasıyla hareket halinde telefonla konuşma imkanı ortaya çıkmıştır. Bu sistemle bölgeler arası kesintisiz bağlantı olduğu gibi, çok uzun menzilli yolculuklar yapan bile istediği yeri anında arayabilir.
Telefon teknolojisinde son gelişmeler ve GSM.
Yirmi birinci yüzyıla yaklaştığımız şu günlerde, teknoloji gelişmişlik-iletişim ve bilgi birbirlerinden ayrılmaz parçalar oldu. Bugün iletişim çağın gerisinde değil, hep bir adım önünde gitmektedir. Hücresel mobil servisleri; ????? başlarından bu yana, hareket halindeki insanların haberleşme ihtiyaçlarını gidermeye çalışmıştır. Geçen 10 yıllık sürede hücresel telefonlar, otomobillerden başlayarak, diğer tip taşıtlarda da kullanılabilecek şekilde gelişmiş ve sonunda da taşınabilir (cep telefonu) bir özelliğe kavuşmuştur.
Haberleşme alanında her geçen gün daha da artan gereksinimler, alabildiğince çok haberleşme servisini içine aldı ve kitlelerin bulundukları coğrafi dağılım bölgelerinden bağımsız olarak bu servislere ulaşmalarını sağlayacak merkezi bir hücresel mobil haberleşme şebekesinin kullanılmasına ortam hazırlamış ve bunun sonucunda da GSM (İng: Global System for Mobile Communication) doğmuştur.
Bugüne kadar hücresel bir mobil haberleşme şebekesi kurulurken veya sığası arttırılırken, analog şebekelerin kullanılmasından dolayı frekans ve hücre planlamalarında birçok güçlükler çıkıyordu. GSM frekans problemlerini, hücre ve kanal planlamalarındaki zorlukları ortadan kaldırmaktadır.
Mobil telefon kullanımını en üst düzeye ulaştıran GSM, sayısız üstünlük ve olanakları bir arada sunmaktadır. Bu yeni sistemle ağırlığı 200-250 grama kadar düşen cep telefonları ile net bir şekilde sadece Türkiye sınırları içinde değil, bütün Avrupa`da rahatça ve ses yitimi olmadan konuşma yapılabilmektedir. GSM sistemi, her türlü ilerlemeye açık olarak geliştirilmiştir. Uygulanmak istenen her türlü yenilikler (kısa mesaj, faks, telfoto... vs.) çok basit, hızlı programlama tekniğiyle cep telefonuna aktarılabilecek. GSM teknolojisi, düşük güç çıkışlı cihazların kullanımını sağladığı için cep telefonları ile uzun süre konuşma yapmak olası olabilecektir.
Bir GSM abonesi, yerleşik analog hücresel şebekelerden farklı olarak kendi terminallerini bütün Avrupa devletlerinde kullanabilecektir. Aynı zamanda GSM şebekesi, abonelerin devamlı değişen ortamlarının kaydını tutarak, gelen çağrı mesajlarını otomatik olarak coğrafi bölgelere aktarabilecektir ve yönlendirebilecektir. Sistem abone numaraları SIM(Subscriber Identity Module) adlı kredi kartı ebadında, kişinin cüzdanında taşıyabileceği büyüklükteki kartlara programlanıyor. Ayrıca Plug-in olarak adlandırılan daha küçük boyutlarda bir kart daha kullanılmaktadır. Bununla birlikte her abonenin kendisi için özel tanımlanmış özel kimlik numarası olan PIN(Personal Identity Number)ı girmesi koşuluyla mobil telefonlardan konuşma yapılabilinmektedir. Bu sistemle hiç kimse bir başkasının SIM kartını kullanamamaktadır.
Kullanılacak Smart Card teknolojisiyle aboneye ait bütün bilgiler, bu abone kartına toplandığından, yurtdışına çıkan bir abone, artık yanında telefon aygıtı (cep telefonu) taşımak zorunda kalmayacaktır. Her yerde, kendi adına kayıtlı SIM kartı ile bir el (cep) telefonu kiralayıp istediği görüşmeyi yapabilecektir.
Türkiye`de de GSM`nin alt yapı çalışmaları olanca hızıyla devam etmektedir. GSM projesi ilk beş yıl içinde Türkiye`nin bütün illerinde sistem ağını kuracaktır.
Bu sistem, otomobilimizde faks çekme, telekonferans düzenleme, çağrı gönderme, borsayı takip edebilme, nerede olursa olsun sağlıklı ve parazitsiz telefon edebilme, veri gönderebilme, ... vs. birçok kolaylıkları olacaktır.
Sonuç olarak haberleşme alanında GSM sistemi, serbest bilgi dolaşımını sağlayacaktır.
Bu gelişmeyle birlikte görüntülü telefon, konuşma ve görüntüyü aynı anda aktaran sistem de artık yaygınlaşma aşamasındadır. Görüntülü telefon 1964 yılında ilk önce ABD`de yapılmaya başlamıştır. Buna rağmen görüntülü telefon sistemi hala gerekli pazara ulaşamamıştır.
Türkiye`de de görüntülü telefon çalışmaları ciddi bir şekilde 1994 yılında başlamıştır. 2000`li yıllarda ise artık `Görüntülü Cep Telefonları` yılları olacaktır. Telefon, teknolojinin insanlığa sunduğu en yararlı araçlardan birisidir.
GSM sisteminin yanında çoklu ortama hitap edebilen UMTS sistemi bütün dünyada yerini almaya başlamıştır. Uzun vadede UMTS in GSM

Mektup nasıl yazılır?

Mektup Nasıl Yazılmalıdır?

Mektup planı şu şekilde olabilir:

a. Hitap-seslenme Bölümü
: Mektubun bu bölümü mektubu yazdığımız kişi ile olan ilişkimize göre olur. Hiç tanımadığımız birisine samimi bir arkadaşımıza sesleniyor gibi seslenemeyiz.
Hitap örnekleri: Sevgili Babacığım, Canım Kadar Sevdiğim Kardeşim, Aziz Hemşerim, Efendi Oğlum, Gözümün nuru kızım, Sayın Yönetici, vb.
Hitaplar mektubun diğer bölümlerinde yeri geldiğinde tekrarlanabilir, hitaptan sonra virgül konur.

b. Giriş Bölümü: Mektubun giriş bölümünde genellikle en son mektuplaşmadan söz edilir. Neden mektup yazıldığı anlatılır.

c. Gelişme Bölümü: İletmek istediğimiz düşüncelere haberlere genişçe yer verilen bölümdür. Verilecek haberler konularına göre paragraf halinde yazılmalıdır. Özel mektuplarda konu birliği önemli olmadığından her paragrafta bir konu olmalıdır.

ç. Sonuç Bölümü: İyilik dilekleri, selam, samimiyet ifade eden cümleler yer alır. Tek paragraf halinde kısa olarak düzenlenir.


2. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim dönemlerinde hangi savaşlar yapılmıştır?

2.Bayazid





Yaptığı savaşlar

Cem Sultan Olayı ve bu olay sebebiyle Avrupalıların İstanbul'u geri alma ümitleri yeniden gündeme gelince II. Bayezid çok dikkatli ve barışçı bir dış siyaset takip etmek mecburiyetinde kaldı. Bununla birlikte kendisi gerektiğinde savaştan çekinmedi ve Osmanlı Devleti'nin sınırlarını genişletti. II. Bayezid'in tahtta kaldığı süre, hemen hemen babası Fatih Sultan Mehmet ile eşitti (yaklaşık 30 yıl). Fatih bazen iki senede bir sefere çıktığı halde, oğlu Bayezid yalnız 5 kere sefere çıktı. Padişahların bizzat başkumandanlık ettiği bu seferlere Osmanlılar tarafından Sefer-i Hümayun adı verilmiştir.

Birinci Sefer-i Hümayun (1483) [değiştir]

Sultan Bayezid 1483 baharında Edirne, Filibe, ve Sofya üzerinden Sırbistan'a geldi. Morava Nehri kıyılarında yol alan padişah, Belgrad yakınlarına kadar sokuldu. Bu çevredeki tüm kaleleri onarttı. Kasım 1483'te İstanbul'a döndü. Bu ilk sefer yaklaşık 7 ay sürdü. Padişahın bu seferi, Macaristan'ı telaşlandırdı. Osmanlı ile bir savaşı göze alamayan kral Matthias, 1483 sonlarında Osmanlı Devleti ile bir barış imzaladı.

İkinci Sefer-i Hümayun (Boğdan seferi) (1484) [değiştir]


Akkerman Kalesi


Boğdan Voyvodasının yıllık vergisini ödememesi, Boğdan'ın daha sıkı bir şekilde Osmanlı devletine bağlanması ve Karadeniz kıyısındaki topraklarının alınıp, bu beyliğin denizle olan bağlantısını kesme gibi amaçlarla, II. Bayezid, birinci sefer-i hümayunundan bir yıl sonra tekrar sefere çıktı. 1 Mayıs 1484'te İstanbul'dan ayrıldı. Boğdan üzerine giden Sultan Bayezid, babasının aynı ülkeye yapmış olduğu seferden 8 yıl sonra tekrar Boğdan'a sefere çıkmış oluyordu. Eflak Voyvodasının da 20.000 askerle Osmanlıların tarafında katıldığı bu seferin sonunda Osmanlı devleti bütün hedeflerine ulaştı ve Karadeniz bir Türk gölü hâline geldi. Ayrıca Kırım'a karadan bağlantı sağlandı.
İstanbul'a yola çıkışından 2 ay sonra 6 Temmuz'da Ordu-yu Hümayun (Osmanlı Ordusu), Tuna Nehri'nin kuzey sahilinde Kili önüne geldi. 9 gün içerisinde kale Osmanlıların eline geçti ve Kilye (Kili) teslim oldu. 24 Temmuz'da Dniester'in Karadeniz'e döküldüğü koyun güneyinde bulunan Akkerman kuşatma altına alındı ve 16 gün sonra 9 Ağustos'ta ele geçirildi[11]. Bu kuşatmaya Kırım Hanı Mengli Giray da ordusuyla katıldı. Böylece ilk defa bir Kırım Hanı Osmanlı Ordusu'nda görev almış oluyordu. 1419, 1454, 1474 yıllarında devrin padişahları Çelebi Mehmet ve Fatih tarafından 3 kez kuşatılıp da alınamayan bu kalenin fethi üzerine Uzun Hasan'ın oğlu Akkoyunlu hükümdarı Sultan Yakup, Fas Sultanı, hatta Macaristan Kralı Matthias gibi birçok hükümdarlar elçilerini göndererek II. Bayezid'i tebrik ettiler. Necati Bey'in
“ Hoş aldı Hazret-i Han Bâyezîd-i Osmânî
Kilî ile Kara-Boğdan'dan Âkkermân'î

diye başlayan bir kasidesi bulunmaktadır.
Böylece Boğdan'ın Karadeniz'e kıyısı kalmadı. Doğrudan İstanbul'dan yönetilen Dobruca ile Kırım Hanlığı'na ait topraklar birleşti. II. Bayezid bu seferden sonra İstanbul'a dönmedi. Kışı Edirne'de geçirdi. Yazın Filibe'ye kadar gitti (1485) ve bu çevreyi kontrol etti. Ertesi kış yine Edirne'deydi. 1486 yılının başında Macar Kralının elçilerini burada kabul etti. İstanbul'a ancak 1486 senesinde döndü.

Osmanlı-Memluk savaşları (1485-1491) [değiştir]

Yakın Doğu'nun iki büyük Türk devleti olan Osmanlı ile Memluk arasındaki sınırı Fırat nehri ve Toros Dağları belirliyordu. Bir zamanlar Orta Anadolu'ya kadar varan Memluk nüfuzu, artık Toroslar'ın gerisine itilmişti. Güneydoğu Anadolu'nun bir kısmı ve Çukurova'yı elinde tutan Ramazanoğulları Memlukluların hâkimiyetinde, buna karşılık Dulkadiroğluları ise Osmanlılar'ın hâkimiyetinde idi. Memluklular ile Osmanlıların ilişkileri başlangıçta dostçaydı. Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki zaferleri Memluk başkenti Kahire'de resmî şenliklerle kutlanıyordu. Ama Memluklular Osmanlıların Çukurova bölgesindeki varlıklarından hoşnut değillerdi. Osmanlıların bölgeye yaptığı akınlar iki ülkenin arasını bozdu. Türkler tarafından yönetilen bu iki ülkenin aralarının bozulmasındaki bir başka sebep ise prestij meselesiydi. Devrin en büyük devleti konumunda olan Osmanlı İmparatorluğu aynı zamanda da devrin en büyük İslam ülkesiydi. Halifeliğin, Kutsal Emanetler'in ve mukaddes şehirlerin Memluk Devleti'nin elinde olması Osmanlı'nın kabul edemeyeceği bir durumdu. Fatih'in Hicaz Su Yolları ve Türk hacılar için bazı düzenlemeler yapmak istemesini Memluklular iç işlerine müdahale saydı ve reddetti. Memluklular coğrafi koşullara çok güveniyor ve hiçbir ordunun Mısır'a giremeyeceğini düşünüyorlardı.
İlk Osmanlı-Memluk savaşı 1485'te patlak verdi ve 6 yıl sürdü. Savaşın görünürdeki sebebi 1485 yılında Osmanlı ülkesinden giden hacılara saldırılması ve İstanbul'a gönderilen Behmeni hediyelerine geçici olarak el konulmasıydı. 2 Mart 1482'de Güney Hindistan Türk İmparatorluğu tahtına babasının yerine oturan Mahmut Şah Behmeni, Sultan Bayezid'e içlerinde değerli mücevherler bulunan hediyeler göndermişti. Mısır gümrük idaresi, sonradan göndermelerine rağmen ilk önce bu hediyelere el koydu. Armağanlar İstanbul'a gönderilmek üzere yola çıktığında Osmanlı Devleti Memluklular'a savaş açmıştı bile. Savaşın diğer sebebi ise, her yıl Osmanlı topraklarından Hicaz'a giden hacıların, Bedevi Araplar tarafından saldırıya ve yağmaya uğramaları idi. İstanbul, Kahire'ye, Hac yollarının güvenliğini sağlaması için notalar göndermiş, fakat Memluklular geçim kaynağı yağma olan Bedevilere bir türlü ciddi bir şekilde engel olmamışlardı. Bu sebeplere II. Bayezid'in o zamanlar Avrupa'da bulunan kardeşi Cem Sultan'ın Kahire'de kalan ailesinin iadesini istemesi ve bu talebin Memluklar tarafından reddedilmesi de eklenebilir [12].

Katalan Atlası'na göre Kahire'de Memluk Bayrağı


Savaş 1485 senesinin Mayıs ayında başladı. Fatih'in vefatından 4 yıl sonra başlayan savaş hiçbir zaman topyekûn bir muharebe şeklinde gerçekleşmedi. İki imparatorluk hiçbir zaman tüm ordularıyla karşı karşıya gelmedi. Ne Osmanlılar ne de Memluklular birbirlerinin topraklarını ilhak etme niyetinde değildiler. Harp iki ülke toprakları arasında tampon bölge mahiyetindeki Çukurova ve Dulkadiroğluları'nın toprakları üzerinde gerçekleşen vuruşmalar seviyesinde kaldı.
Savaş Karagöz Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu'nun taarruzu ile fiilen başladı. Karagöz Mehmet Paşa Gülek Boğazı'nı geçerek Çukurova'ya girdi. Böylece Osmanlılar ilk defa Adana'yı işgal etmiş oldular. Karagöz Mehmet Paşa güneye yönelerek Tarsus'u da aldı. Akdeniz sahiline kadar inince Çukurova'nın da Osmanlı hâkimiyetine geçtiği sanıldı. Zaten burası Memluklular'ın kendilerine ait topraklar değildi. Onların idaresindeki Ramazan Beyliği'ne bağlıydı. Sonra Karagöz Mehmet Paşa İstanbul'a döndü ve sancak beyi oldu. Bu arada Memluk ordusu Çukurova'ya doğru yola çıkmıştı.
Memluklular önce Osmanlılara tabi Dulkadir Beyliği'nin topraklarına girdi. II. Bayezid'in kayınpederi olan Dulkadir Beyi Alaüddeyle Bozkurt Bey damadından acil yardım istedi. Kayseri Sancak beyi Yakup Bey ordusu ile yardıma geldi ve Memluk ordusunu yendi. O dönemlerde Memluk idaresinde bulunan Malatya önlerine kadar gelen Yakup Bey'i Memluk Başkumandanı Özbek Bey pusuya düşürdü ve Osmanlı birliğini imha etti. Karşı koyacak bir ordu olmaması nedeniyle Özbek Bey rahatlıkla Çukurova'ya girdi. Adana ve Tarsus sancak beylerinin öldürülünceye kadar mukavemet göstermelerine rağmen Memluklular Osmanlılar'ı Toroslar'ın gerisine atmayı başardı.
1486 yılı Ocak ayında Anadolu Beylerbeyi Hersekzade Ahmet Paşa, Çukurova'yı tekrar almak için Gülek Boğazı'nı geçerek Memluklular'ın önüne çıktı. Fakat yenilerek esir düştü. Bir yıllık esaret hayatından sonra serbest bırakılan paşa İstanbul'a döndü. Memluk sultanı Kayıtbay savaşın sona ermesi için barış teklifi yapsa da kaybetmeye alışık olmayan Osmanlı devlet adamları barışa razı olmadılar.
1487'de bu sefer bizzat Sadrazam Damat Koca Davut Paşa Çukurova için Memlukluların üzerine yürüdü. Kendisi İçel'e geçerken Rumeli Beylerbeyi Ali Paşa'yı Tarsus'un üzerine gönderdi.
Denge savaşı böyle devam ederken II. Bayezid Memluklarla olan savaş döneminde Venedik'e Osmanlı donanmasının o zamanlar Venedik'e bağlı olan Kıbrıs'ın Magosa limanında demirleme isteğini bildirdi. Memluklarla savaşı göze alamayan Venedik bu isteği nazikçe geri çevirdi.
1488 yazının müthiş sıcağında Osmanlı Ordusu Vezir Ali Paşa kumandasında yine Çukurova'daydı. Adana, Tarsus, Kozan başta olmak üzere Çukurova'yı ele geçirdi. Memluk başkumandanı Özbek Bey yine yetişti ve 16 Ağustos 1488'de Ağaçayırı Meydan Savaşı'nda Osmanlı'yı yendi. Yine Çukurova'yı Osmanlılar'dan temizlemeye çalışan Özbek Bey 7 aylık kuşatma neticesinde Adana'ya girdi. Bu savaşa katılan Paşalar bozgundaki mesuliyetleri nedeni ile azledildiler.
Bu olaylar olurken Osmanlılardan ümidini kesen II. Bayezid'in kayınpederi Dulkadir Beyi Alaüddeyle Bozkurt Bey Memluklara yanaştı. Bunun üzerine azledilen Bozkurt Bey'in yerine kardeşi Şah Budak Bey tayin edildi. Elbistan yakınlarında ağabeyi ile yaptığı savaşı kaybeden Şah Budak Bey esir düştü. Kahire'ye gönderilerek idam edildi.
1490'da Kayseri'yi kuşatan ve Karaman'a kadar Osmanlı toprakları içinde ilerleyen Özbek Bey'in üzerine yine Hersekzade Ahmet Paşa gönderildi. Kayseri yakınlarında Osmanlı Ordusu'nu bir kere daha yenen Özbek Bey, Ahmet Paşa'yı yine esir alarak Kahire'ye gönderdi.
Savaşlar daha çok Memluklar'ın lehine geçse de, iki devlet de tam bir sonuç alamamıştı. Memluk komutanı Özbek Bey büyük ün kazanmış ve adı Kahire'deki Özbekiye semtine verilmiştir.
Bu son yenilgi üzerine Sultan Bayezid bir sefer-i hümayun başlatmayı düşündü ve bu Sultan Kayıtbay'ı çok endişelendirdi. Zira o zamana kadar topyekûn bir savaşta Osmanlı Devleti'ni sadece Timur yenebilmişti. Bunun üzerine barışa razı oldu. Fakat bizzat barış istemeyi gururuna yediremeyen ve böyle bir barışın imzalanması halinde Osmanlı'nın aşırı isteklerinden korkan Memlük Sultanı başka bir Müslüman ülke olan Tunus hükümdarını araya soktu ve iki ülke savaşın başındaki hâle dönülmeyi kabul ettiler. İki ülke de aldıkları toprakları iade ettiler. Böylece 6 sene boyunca birkaç kez ele geçirdiği halde Çukurova'yı elde edemeyen Osmanlı Devleti 1491 yılında Memluklularla barış imzaladı. [13] Bir süre sonra II. Bayezid kardeşi Cem Sultan'ın kızı ile yeni Memluk sultanı Sultan Nasır Muhmammed'i evlendirmek suretiyle barışı güçlendirdi. Ancak bu savaş sonucu yıllardır dost, dindaş ve soydaş olarak barış içinde yaşamış bu iki ülke arasında bir çatışma süreci başlamıştı.

Üçüncü Sefer-i Hümayun (1492) [değiştir]


1456 yılında yapılan Belgrad kuşatması


Sultan II. Bayezid 10 Mart 1492'de Belgrad'ın fethi amacıyla İstanbul'dan sefere çıktı. Sultan Sofya'ya kadar geldi. Burada karar değiştiren Bayezid bu görevi Süleyman Paşa'ya bırakıp, kendisi Arnavutluk üzerine gitti. Güneybatı yönünde hareket ederek Manastır üzerinden Arnavut topraklarına geldi ve Tepedelen'de durdu. Temmuz sonlarında bu güzergâhta ilerlerken bir Şii fedai tarafından yapılan suikast girişiminden kurtulan Sultan, 1492'nin son günlerinde İstanbul'a döndü. Takriben 9,5 ay süren bu seferde Osmanlı topraklarından çıkılmadığı için herhangi bir vuruşma olmadı.
Belgrad'a ulaşarak kaleyi kuşatan Süleyman Paşa Osmanlı tarihinde II. Murat ve Fatih'ten sonra kaleyi kuşatan üçüncü kişi olmuştur. Kuşatma devam ederken Macarları yıldırmak amacıyla Erdel'e giren Süleyman Paşa burada yenilmiştir. Bu yenilgi ile başarı ihtimali kalmadığını düşünerek kuşatma kaldırıldı ve Kanuni Sultan Süleyman'a kadar bu şehir alınamadı.

Adbina zaferi (1492) [değiştir]

Bosna Sancak beyi ve aynı zamanda akıncı komutanı olan şair Yakup Paşa, Sultan Bayezid Amasya'da şehzade iken babası Fatih'in temsilcisi olarak Sultan'ın yanında bulunmuştu. Bayezid tahta geçince önce Yakup Paşa'yı oğlu Alem Şah'a atabey, sonra da Bosna beyliğine tayin etti.
Akıncıların 1492'de Avusturya'nın kapısı konumunda olan Slovenya'nın Celje şehrini kuşatmaları, Macarlar kadar Almanlar'ı da endişelendirmişti. 1493'te Yakup Paşa, 8.000 akıncı ile İstirya'ya girdi. Fakat geri dönüşünde önüne çıkan düzenli Macar ordusu tarafından Hırvatistan'da yolu kesildi. Her akıncıya 5 asker düşmesine rağmen, üstün bir gayretle Macarlar bozguna uğratıldı. Sonunda 5.700 ölü, 25.000 esir veren Macarlardan bazı asiller de Osmanlılara esir düştü.
Bu zaferden sonra Yakup Paşa Rumeli Beylerbeyliği'ne getirildi. Aynı zamanda da şair olan Yakup Paşa uzun manzumesinin sonunda şöyle demiştir
“ Benim Bosnâ beyî dervîş Yâ'kuub
Hudâ avniyle erdim bû cihânda


Osmanlı-Lehistan savaşı (1498) [değiştir]


Haritada Boğdan sarı renkle, bugünkü Romanya'nın geri kalan kısımları mavi renkle gösterilmiştir. Boğdan'ın siyah çizginin batısında kalan kısmı bugünkü Romanya'ya aittir. Doğusunda kalan kısmı ise bugünkü Moldova'yı oluşturur.


Lehistan'ın 1498 yılı başlarında Osmanlı himayesinde bulunan Boğdan Prensliği'ne tecavüzü üzerine Osmanlı-Lehistan savaşı başladı. Öncelikle Rumeli Beylerbeyi Yakup Paşa ve hatta Vezir Mesih Paşa bu savaşa tayin edildi. Lakin Lehistan Kralının Türk-Boğdan birliklerine karşı yürüttüğü savaşta büyük bir yenilgiye uğrayıp, ancak 1.000 atlı ile hayatını kurtarabilmesi ve 20.000 araba dolusu ganimetin Osmanlı'nın eline geçmesi üzerine, buna gerek olmadığı anlaşıldı ve savaşın yönetimi Silistre sancak beyi akıncı kumandanı Malkoçoğlu Balı Bey'e verildi. Balı Bey Lehistan üzerine iki sefer yaptı ve 40.000 akıncının katıldığı bu sefer Osmanlı tarihinin en büyük akıncı seferlerinden biridir.
Ordunun sağ kanadını Balı Bey'in büyük oğlu Ali Bey, sol kanadı ise Mustafa Bey yönetiyordu. Türk atlıları önce Prut Nehri'ni, ardından Dniester nehrini geçti. Mustafa Bey önce Galiçya'ya girdi. Kuzeybatı istikametinde ilerledi. Lviv şehrinin 100 km kuzeybatısındaki Jaroslaw şehrini aldı. Burası Varşova'ya 260, Baltık Denizi'ne ise 500 km uzaklıktadır.
Balı Bey ise kuvvetleri ile Lviv şehrini aldı. Bütün Galiçya'yı geçerek Varşova şehrine girdi. Böylece ilk defa Türk Akıncılar'ı bu kadar kuzeye ulaşmış oluyorlardı. Bu birinci seferden sonra 10.000 seçkin esir ile Akkerman'a döndü.
Yaklaşık 3 ay sonra Osmanlı ordusu tekrar Lehistan'daydı. Bu sefer Podolya ve Galiçya üzerine gidildi fakat şiddetli soğuk yüzünden sefer uzun sürmedi.
Bu büyük başarı ile Balı Bey sancak beyliğinden beylerbeyliğine yükseltildi.

Yeni bir savaşa doğru [değiştir]

Avrupa'da yeni bir savaşın emareleri görülmeye başlamıştı. Cem Sultan'ın vefatı ile Osmanlı Devleti daha etkin bir politika izlemeye başlamış, akıncıların yaptıkları büyük çaptaki akınlarla bunu ispat etmişti. Böyle bir savaşta Osmanlı'nın birinci rakibi, Almanya ve Macaristan tarafından desteklenen Venedik olacaktı.
1500'de Osmanlı, yeryüzündeki son Sırp topraklarını da ele geçirerek mahalli Sırp derebeyliğine son verdi. Osmanlı Donanması 1496'da Kemal Reis komutasında Rodos donanmasını yok etti. Bu suretle Venedik'le yapılacak savaşta gelecek Rodos yardımının da önüne geçilmiş oldu.
1499 Eylül'ünde İskender Paşa, Udine şehrini işgal etmişti. Osmanlıların kendilerinden bu kadar uzak yerlerde hâkimiyet kurması Avrupa'yı telaşlandırıyordu. Hatta Osmanlılar bölgedeki İtalyanca coğrafya isimlerine Türkçe adlar takmaya başlamış, Tagliemento'ya Aksu, Isonza'ya Doline adını vermişlerdi.
Almanya'da da Gemeiner Pfennig adı verilen ve Türklere karşı harp etmek için kullanılacak özel bir vergi çeşidi bile başlamıştı. Ayrıca Papa'nın Almanya'dan topladığı dinî vergileri de Osmanlı'ya karşı kullanılması için Almanya'ya iadesini talep etmişlerdi.

Dördüncü Sefer-i Hümayun (1499) [değiştir]

Fatih devrinde alınmaya çalışılmasına rağmen ele geçirilemeyen Güney Mora'daki önemli Venedik deniz üslerinin fethi ve Osmanlı tarihinin ilk açık deniz meydan savaşındaki zafer Osmanlılar için 16. yüzyılın başındaki güzel haberlerdi.
Venedik'e ağır bir darbe vurmak isteğinde olan II. Bayezid denge politikası güdüyordu. Macaristan'la iyi geçinmeye çalışırken, aynı zamanda o zamanlar ayrı şehir devletleri hâlinde olan İtalya'nın zaten Venedikle arası iyi olmayan diğer şehir devletlerinin de Venedik'in yanında yer almaması için çaba sarfediyordu. Bu sıralarda Venedik'in Mora'da yer alan deniz üsleri İnebahtı'nın üzerinde Güney Mora'nın üç yarımadasının en batısında yer alan Modon, Koron ve Navarin limanları idi.
Sultan II. Bayezid, Venedik seferine çıkmak üzere, 31 Mayıs 1499 günü İstanbul'dan ayrıldı. Donanmayı o sıralarda Venedik hâkimiyetinde olan Kıbrıs Adası'nın üzerine göndermek suretiyle, Kıbrıs'ın tehdit altında olduğu izlenimini verdirerek Venediklilerin kuvvetlerini dağıtmayı başarmıştı. Amiral Melchior Trevisano, Mora'daki Venedik üslerinin başkumandanı tayin edildi ve hummalı bir savunma hazırlığına başlandı.

Venedikli bir ressamın Sapienza Deniz Savaşı çizimi. (İngiliz Müzesi)


Sultan Vardar Yenicesi'ne geldi. Burada Rumeli Beylerbeyi Koca Mustafa Paşa, Venediklerin elindeki İnebahtı üzerine gönderildi. 1493'den beri Kaptan-ı Derya'lık görevinde bulunan Küçük Davut Paşa Mora sularındaydı.
200 parçalık büyük Venedik Donanması Osmanlı Donanması'nı Mora sularından uzaklaştırmak maksadıyla Modon açıklarına gelmişti. Donanmanın başında Amiral Antonio Grimaldi vardı. Mora'nın güneybatı ucundaki Gallo Burnu'nun açıklarında iki dev Donanma karşı karşıya geldi. Donanmayı Hümayun'u Kemal Reis idare ediyordu.
Sağ cenahın kumandanı Barak Reis amiral gemisini düşman gemilerinin arasına sürdü. Onlarca Venedik gemisi bu gemiyi indirmek için çalışıyorlardı. Düşman gemilerinin en yoğun olduğu bölgeye girip, gemideki barut deposunu ateşe veren Barak Reis, büyük bir patlamaya ve onlarca Venedik gemisinin infilakına neden oldu. Lakin kendisi ile birlikte 500 levent de ölenler arasındaydı. Bu hadisenin ardından taarruza geçen Osmanlı Donanması Venediklileri perişan etti.
Sapienza Deniz Savaşı ismi ile tarihe geçen bu savaş Osmanlıların tarihte kazandıkları ilk açık deniz savaşıdır. Büyük kahramanlıklarından dolayı Sapienza adasına Barak Reis adası adı verildi. Venedik Elçisi Alvise Manenti devletine gönderdiği raporda Osmanlı Sadrazamı'nın elçiye Sen Sinyoria hükümetine söyle artık deniz ile evlenmesini bıraksınlar; artık sıra bize gelmiştir. dediğini bildirmiştir.[14] Bu zaferin ardından Venedik üslerini koruyacak bir kuvvet mevcut değildi.

Beşinci Sefer-i Hümayun (1500) [değiştir]

30 Ağustos 1499'da, Sapienza zaferi'nden 33 gün sonra İnebahtı kalesi de Osmanlı'nın olmuştu. Bölgedeki büyük Venedik Amirali'nin donanması ile geri çekilmesi kaledekilerin maneviyatını bozmuş, kale komutanı kaleyi teslim etmişti. Osmanlı Ordusu için sıra, Mora'daki 3 büyük Venedik üssü olan Koron, Modon ve Navarin'e gelmişti.
Ancak bu sıralarda 1479'dan bu yana Osmanlı hâkimiyetinde olan Kefalonya adasına Venedik asker çıkarıp işgal etmişti. Ardından önceleri kendi hâkimiyetlerinde olan Preveze'de ki Osmanlı tersanelerini basıp, kızaktaki gemileri yakmışlar fakat geri püskürtülmüşlerdi.
1499 yılının sonlarında Edirne'ye dönen II. Bayezid birkaç aylık bir dinlenmeden sonra 7 Nisan 1500'de Edirne'den ayrıldı. Bu hareketinden dolayı bu sefer, 5. Sefer-i Hümayun olarak değerlendirilmiştir.
7 Temmuz'da donanmanın geldiği Modon'a ardından bizzat padişah komutasındaki ordu gelerek kaleyi kuşatmıştır. 24 Temmuz'da Venedik donanması muhasaranın kaldırılması maksatıyla hücuma geçse de Kemal Reis tarafından geri püskürtülmüşlerdi. Kale Venediklilere mahsus olan bir şekilde savunulmuş, lakin 10 Ağustos 1500'de düşmüştü. Modon'un çetin mukavemetine rağmen düşürülmesi, bu kalenin yakınlarında bulunan Koron ve Navarin kalelerinin de sonunu gösteriyordu [15].
Fetihten iki gün sonra, yani 12 Ağustos'ta, Navarin, etrafındaki Milona ve Fener kaleleri ile teslim olmuştu. Avar Türkleri tarafından kurulan bu şehirin ismi de Avar'dan gelmektedir. Venedikliler Osmanlıların izniyle bütün asker ve mühimmatları ile Venedik'e dönmüşlerdi.

Navarin Limanı ve kalesi


16 Ağustos'ta ise Koron'nun yine karşı koymadan teslim olması ile Venedik'in Yunanistan ile hiçbir bağlantısı kalmamıştı. 3 Aralık 1500 günü Venedik donanması Navarin önlerine geldi. Venediklilerce ele geçirilen bir Hıristiyan Arnavut kale kapısını onlara açtı. Venedikliler böylece Navarin'i ele geçirdiklerini zannederken Kemal Reis 30 savaş gemisi ile limana girdi ve 8 Venedik gemisini ele geçirdi.

Fransızların Midilli kuşatması [değiştir]

Papa'nı teşviki ile Fransa da, Venedik'in müttefiki olarak Osmanlı'ya karşı savaş açmıştı. 1501 yılının Eylül ayında Ege Denizi'ne giren Fransız donanması 10.000 piyade taşıyordu. Eylül ortalarında da Midilli muhasarası başladı [16]. Bunun üzerine Sultan Bayezid'in Manisa sancak beyi olan ikinci oğlu Şehzade Korkut, şimdiki Ayvalık'a gelerek 800 kişilik yardımcı kuvveti adaya geçirmişti. Ekim sonlarında Osmanlı Donanması'nın Çanakkale Boğazı'ndan çıktığını öğrenen Fransızlar 6 haftadan beri devam ettirdikleri kuşatmayı kaldırmış ve Mora'nın güneyindeki Çuha Adası açıklarına gelmişlerdi. Burada müthiş bir fırtınaya kapılan donanmadan yalnızca birkaç yüz kişi kurtulabilmişti.
Fransız donanması geri çekilirken, İspanyollar hazırladıkları donanma ile Ege'ye girmiş fakat Fransızlarla birleşemediklerinden dolayı hiçbir şey yapamadan geri dönmüşlerdir.

Osmanlı-Venedik barışı (1502) [değiştir]

Venedik, Osmanlı Devleti ile artık başedemiyordu. Özellikle Osmanlı akıncılarının yapmış olduğu her akın Venedik için büyük bir tehlike idi. Zira Osmanlıların her an için Venedik şehrini dahi istila etme ihtimali mevcuttu. Mora'dan tamamıyla atılan Venedik, denizlerde de faaliyet gösteremiyor, Kemal Reis başta olmak üzere Türk denizcileri Venedik'e göz açtırmıyorlardı.
Kefalonya gibi Aya Mavri adasını da işgal eden Venedik, 1502 yılının başlarında adayı ele geçirdi. Adayı korumakla görevli küçük yeniçeri müfrezesi vuruşmadan kaleyi teslim etmiş ve akabinde silahları ile birlikte İstanbul'a gelmişti. Sultan Bayezid düşmana karşı silah atmadan kaleyi teslim eden bu askerleri idam ettirdi. Birkaç ay sonra adaya gelen Kemal Reis 30 Ağustos 1502 tarihinde Venediklileri adadan çıkardı. 13 Ağustos 1502 tarihinde Venedik'in Arnavutluk'ta bulunan son üssü Dıraç'ın da Osmanlı'ya geçmesi ile Venedik'in Yunanistan gibi Arnavutluk'la da bir bağlantısı kalmadı.
Mora ve Arnavutluk'taki büyük üslerini ve denizlerdeki üstünlüğünü kaybeden Venedik için barıştan başka çözüm yolu kalmamıştı. 27 Eylül 1502'de kalabalık bir ekiple İstanbul'a gelen Venediklilerle 14 Aralık 1502'de 31 maddelik Osmanlı - Venedik Barış Antlaşması (İstanbul Muahedesi) imzalandı [17]. Yalnız Kefalonya adası Venedik'e bırakılmış, bunun dışındaki tüm fetihleri Venedik tanımıştı.

Karamanoğulları'nın son taht teşebbüsü [değiştir]

Osmanlılar, Venedik'e karşı savaşırken Karamanoğlu Mustafa Bey, Karamanoğulları'nın tarihteki son ayaklanmasını çıkardı. Akkoyunlular'ın misafiri olarak Tebriz'de büyüyen Mustafa Bey 1500 yılında II. Bayezid Mora'da iken İçel'e geldi. Burada etrafına topladığı Türkmenlerle Karaman'ı kuşattı. Osmanlılar'ın fazla önem vermedikleri bu olay üzerine Konya'da bulunan Bayezid'in 4. oğlu Şehzade Şehenşah, Karamanoğlu Mustafa Bey'in üzerine bizzat gitmemiş, Beyşehir sancak beyi olan oğlunu göndermişti. Vuruşmayı göze alamayan Karamanoğlu Mustafa Bey, İçel'e çekildi. 1500 yılı sonlarında Şehzade Şehenşah bizzat İçel'e gelmiş fakat Karamanoğlu Mustafa Bey'i yakalayamamıştı. 1501 baharında Vezir-i Azam Hacı Mesih Paşa da İçel'e geldi. Bunun üzerine Tarsus'tan gemiye binip Suriye'ye kaçan Karamanoğlu Mustafa Bey, Memluklulara sığındı. Osmanlılarla yeni bir anlaşmazlığa düşmek istemeyen Memluk Sultanı da Karamanoğlu Mustafa Bey'i öldürttü.

Safeviler'in İran'da başa geçmeleri [değiştir]


Şah İsmail


1502'de Akkoyunluların Tebriz'i kaybetmesinden sonra İran tahtına başka bir Türk hanedanı olan Safeviler geçti. Olayı önemli kılan ise Safevilerin Şii mezhebine mensup olmalarıydı. Akkoyunlu ve Trabzon Rum Devleti ile akrabalık ilişkileri kuran Safeviler böylece siyasi hayata atılmışlardı. Şiirlerini Farsça'dan çok Türkçe olarak söyleyen Safeviler'in lideri Şah İsmail Osmanlı Devleti'ne doğudan gelen tehlikelerin üçüncüsü ve sonuncusudur. (Daha önceden Timur ve Akkoyunlular).
Sultan Bayezid daha önceden bölgede dengeyi koruma amaçlı önlemler almış ve hem Akkoyunlular'ın hem de Memlukluların hanedanları ile akrabalık bağları kumuştu. 1507'de Kemal Reis Mısır'a bir dostluk ziyaretinde bulundu ve Sultan Kansu tarafından büyük bir törenle karşılandı. Safevilerin başa geçmesi Osmanlılarla Memlukluları birbirine yaklaştırdı.
Şah İsmail, Akkoyunlular'ı haritadan silmek amacındaydı. Bu arada Trabzon'da sancak beyi olan Şehzade Selim Erzincan'ı ele geçirmiş, Safeviler'e bağlı olan Gürcü prenslikleri yenip onları vergiye bağlamıştı.
Şah İsmail'in tahta çıkışı Avrupa'da büyük yankı uyandırdı. Zira kendilerinin Osmanlı ile baş edemeyeceklerini bildiklerinden başka bir Türk devletinin onu yenmesi ile Müslümanların tıpkı Endülüsdeki gibi Avrupa'dan atılabileceğini düşünüyorlardı.
Şah İsmail büyük gücün Osmanlı Devleti olduğunu bildiğinden Memluklulara Osmanlılara karşı birleşmeyi önermiş fakat Osmanlılardan sonra sıranın kendilerine geleceğini bilen Memluklular tarafından bu teklif reddedilmişti. Venediklilere de aynı teklifte bulunan Şah İsmail'in elçileri Venedik'den yardım cevabı aldılar. Fakat Venedik, Osmanlı Devleti ile doğrudan bir savaşı göze alamayıp, yapılacak bir savaşta destek vermeyi kabul etti. Deniz gücü olmayan ve tamamıyla bir kara devleti olan Safeviler Venedik'in deniz gücünden yararlanmak istiyorlardı.
Bunlara karşılık II. Bayezid Mısır'a Kemal Reis ile birlikte büyük miktarda top, stratejik harp malzemesi ve bahriye levazımı gönderdi. Memluklular Safevilerden, Osmanlılardan daha çok çekiniyorlardı. Zira daha önce Şii Fatımi hanedanı uzun süre Mısır'da hüküm sürmüş ve ancak Memluklular tarafından yıkılmıştı. Ayrıca Mısır'da Osmanlı ülkesinin tersine halk ve saray erkanı Türkmen asıllı değildi. Büyük bir Arap çoğunluğu azınlıktaki Türkler tarafından yönetiliyordu.
Şah İsmail daha önceden Fatımilerin yapamadığını yapmak, tüm İslam dünyasını Şii mezhebi altında birleştirmek istiyordu ve önündeki Osmanlı barajı yıkılırsa onu ne Memluklar ne de Türkistan'daki Türk devletleri durdurabilirdi.

Safevilerin toprakları içerisinde yer alan İsfahan



Şah İsmail'in Dulkadir seferi [değiştir]

Safevi Şah'ı İsmail 1507 yılında hem İstanbul'un hem de Kahire'nin göstereceği tepkiyi görmek amacıyla Dulkadiroğulları Beyliği'nin üzerine yürüdü. Asıl sebebi bu olmamakla beraber görünüşteki sebep, Dulkadir Beyi Alaüddevle Bozkurt Bey'in Şii olan Şah'a kızını vermek istememesiydi. Şah İsmail Osmanlı topraklarından geçerek Kayseri üzerinden Dulkadir topraklarına girdi. Savaşta yenilen Alaüddevle Bozkurt Bey kaçtı ve Şah İsmail Bey'in bir oğlu ile iki torununu ele geçirerek öldürttü. Bunun üzerine Maraş'a ve Elbistan'a giren Şah İsmail Dulkadir Hanedanı'nın mezarlarını yaktırdı. Sonradan da Osmanlı Devleti'ne bir mektup yazıp topraklarını çiğnediğinden dolayı da özür diledi.
Senelerden beri Dulkadiroğulları Beyliği'nin kendilerine bağlı olduğunu iddia eden Memluklular ve Osmanlılar bu hareketi cevapsız bıraktılar. Bu da Şah İsmail'in Anadolu'daki prestijini artırdı. Memluklular tamamıyla sessiz kalsa da Osmanlıların sessiz kalmaları mümkün değildi. Zira Trabzon sancak beyi Şehzade Selim (Yavuz Sultan Selim Han) anne tarafından Dulkadir Beyi Alaüddevle Bozkurt Bey ile akrabaydı. Şehzade Selim ve Şehzade Korkut Alaüddevle Bozkurt Bey'in kızı olan aynı anneden dünyaya gelmişti. Bir dayısına ve iki dayı oğluna yapılan bu harekete karşı Şehzade Selim Azerbaycan'a kadar Safevi topraklarına girerek Safevi Hanedanı'na mensup bazı kişileri esir alıp Trabzon'a getirerek dayısına yapılanın intikamını aldı. Babası Bayezid bile hiçbir şey yapmamış iken Şehzade Selim'in bu hareketi gözlerin ona çevrilmesine neden oldu.
Bu arada II. Bayezid Şah İsmail'in herhangi bir seferine karşı Orta Anadolu'ya asker yığdı. Bu nedenle Şah İsmail Anadolu'nun içlerine girmekten çekinmiştir. Sayısı 115.000'i bulan bu orduyu gözüne kestiremeyen Şah, II. Bayezid'e Şanlı büyük babam diye hitap ettiği bir mektup yazarak 1508 yıllarının ilk aylarında Diyarbakır'a çekildi.

Küçük Kıyamet (1509 İstanbul Depremi) [değiştir]

Ana madde: 1509 Büyük İstanbul Depremi
Peter Coecke'nin 1529'da 1509 Büyük İstanbul Depremi'ni anlatan ağaç oyma sanatı ile yaptığı tasviri


10 Eylül 1509'da Memalik-i Rum adı verilen Amasya, Tokat, Sivas, Çorum ve çevresinden başlayıp 45 gün şiddetle devam eden depremde halk, iki ay kadar çadırlarda yaşadı. Bu deprem, aynı şiddette İstanbul ve Edirne'de de meydana geldi. 14 Eylül 1509'da İstanbul, Osmanlı tarihinin kaydettiği en şiddetli depreme maruz kaldı. Küçük kıyamet (Kıyamet-i Suğra) denilen bu depremde İstanbul'da 109 cami ve mescit ile 1.070 ev kullanılamaz hâle geldi. Halktan da 5.000 kadar insan yaşamını yitirdi. Binlerce insan yıkıntılar altında gömülü kaldı. Köpürmüş ve azgın bir hal almış olan deniz dalgaları, İstanbul ve Galata surlarını aşarak sokaklarda tufan meydana getirdi. Bu arada eski su bentleri de yıkıldı. Sultan II. Bayezid, sarayının duvarlarına güvenemediğinden bahçesinde gayet hafif ve tehlikesiz bir çadır kurdurarak orada on gün kadar ikamet etti.
45 gün kadar, aralıklarla devam eden bu deprem, İstanbul sakinlerini sürekli bir heyecan içinde yaşattı. Çorum halkının üçte ikisi, şehirlerindeki toprak kaymaları yüzünden yarılıp açılan topraklar içinde hayatını kaybetti. Yine bu esnada Gelibolu istihkâmları da yıkıldı. Sultan II. Bayezid'in doğduğu şehir olan Dimetoka bir toprak yığını hâlini aldı.
Sultan Bayezid, bu deprem nedeniyle devletin ikinci başkenti olan Edirne'ye gittiyse de İstanbul depreminden 15 gün sonra Edirne'de İstanbul'dakinin benzeri olan ve aynı şiddette bir deprem daha meydana geldi. Mimar Hayreddin, 15 gün içinde Padişah için Edirne'de ahşap bir ev yaptı. Padişah, bu ahşap evde ikamete başladı. Aynı sene Edirne'de yine benzer şiddette bir deprem daha oldu. Tunca Nehri taşarak ve yatağını da aşarak depremin yıkıntılarını kapladı. Üç gün geçit vermeyen Tunca'nın taşmasıyla da birçok insan öldü.
Bundan sonra II. Bayezid İstanbul'un yeniden imarı için neler yapılması gerektiği konusunda ilgililerle bizzat toplantılarda bulundu. Toplantılar sonunda İstanbul'da yıkılan yerleri yeniden yapmak veya tamir etmek için yirmi evden bir kişi ve ev başına yirmi ikişer akçe toplandı. Bu şekilde Anadolu'dan 37.000, Rumeli'den de 29.000 cerahor (ücretli amele) çıkarılıp 3.000 kadar mimar ve marangoz getirildi. Bunlardan başka "Yaya"lardan 8.000, "Müsellem"lerden de 3.000 kişi kireç yakmakla görevlendirildi. 29 Mart 1510'da başlayan imar faaliyetleri 65 günde sona erdi. Bu inşaat ve tamiratta, İstanbul surlarından başka Galata'daki mahzenler, Galata Kulesi, Kız Kulesi, Rumeli ve Anadolu hisarları ve fenerlikleri, Çekmece köprüleri ile Silivri kalesi gibi önemli yerler de vardı. Sultan II. Bayezid'in bu çabaları üzerine İstanbul kısa bir sürede adeta yeniden inşa edilmiş oldu. Bu inşaat, bütünüyle Mimar Hayreddin'in nezareti altında yapıldı. İnşaatın tamamlanmasından sonra hükümdarın emri üzerine üç gün ve gece, fakirlere yemek dağıtıldı. [18]

Şahkulu isyanı [değiştir]

Ana madde: Şahkulu İsyanı Şah İsmail'in Anadolu'da Şii propagandası yapmakla görevlendirdiği kişi, Türk asıllı olmakla birlikte kökeninin Anadolu mu yoksa İran mı olduğu tam olarak bilinmeyen Şah Kulu adı verilen biriydi. İran'dan kıyafet değiştirterek binlerce Türkmen'i Anadolu'ya sokan Şahkulu, Kütahya'ya kadar sokuldu. Şehirdeki Osmanlı kuvvetleri dağıtıldı. II. Bayezid o sıralarda oğlu Şehzade Şehenşah'ın vefatından dolayı çok üzgündü. Aslında dedesi II. Murat gibi tahtı büyük oğlu Şehzade Ahmet'e devretmek arzusundaydı. Kendisi de Şehzade Ahmet taraftarı olan Vezir-i Azam Ali Paşa, Şahkulu'nu yoketme görevinin Şehzade Ahmet'e verilmesini istedi. Böyle bir başarı ile hem Şehzade Ahmet prestij kazanacak hem de onun tahta çıkmasına karşı olan sesler azaltılabilecekti.
Bu sıralarda Anadolu beylerbeyi Karagöz Mehmet Paşa'yı da yenen Şahkulu, Kütahya'ya girdi [19]. Bunun üzerine Amasya sancak beyi olan Şehzade Ahmet İstanbul'a çağrıldı ve başkumandan ilan edilip Ali Paşa ile birlikte Şahkulu'nun üzerine gönderilidi.
Kayseri-Sivas arasında Şahkulu ile karşılaşan Osmanlı Ordusu Gökçay Meydan Muharebesi'nde 1511 yılının Temmuz ayında Kızılbaş dedikleri Şii Türkmenleri yendiler [20]. Yalnız Ali Paşa savaşta öldü. Bu olay ile Şii meselesi o an için ortadan kalmış oldu. Şah Kulu yakalanıp idam edildikten sonra imparatorlukta sorunlar yükseldi. Şehzadeler babalarını başarısız görüp tahtı kendi aralarında mücadele ederek ele geçirmeye çalıştılar.

Carette carette kaplumbağalarının yok olma nedenleri nedir?

Caretta carettalar yok oluyor

Muğla`nın Fethiye ilçesi sahilinde inceleme yapan uzmanlar, yumurtlamaya gelen caretta caretta sayısında düşüş olduğunu bildirdiler.

Caretta carettalar yok oluyor
Tarımsal Kalkınma Vakfı bilimsel danışmanları Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Çetin Ilgaz, Adnan Menderes Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç Dr. Adem Özdemir ve Viyana Üniversitesinden Christine Fellhofer ile Türkiye`den 10, Viyana Üniversitesinden 21 öğrenci, caretta carettaların yuva yaptığı Fethiye`nin Yanıklar, Akgöl ve Çalış sahillerinde inceleme yaptı.
Doç. Dr. Çetin Ilgaz, gazetecilere yaptığı açıklamada, Fethiye sahiline yumurtlayan caretta caretta sayısında her geçen yıl düşüş olduğunu belirtti.
Ortalama 120-130 caretta carettanın Fethiye sahilinde yuva yaptığını kaydeden Ilgaz, `1993`ten beri caretta carettalar üzerinde inceleme yapıyoruz. Sahile yumurta bırakan kaplumbağa sayısında her geçen yıl düşüş var. Verilere göre, 2015 yılında nesli türenmekte olan ve uluslararası sözleşmelerle korunan caretta carettaların Fethiye sahillerindeki yuva sayısı 50`ye düşebilir` dedi.
Fethiye`de bu yıl yuva sayısının 75-80 olabileceğini söyleyen Ilgaz, şöyle konuştu:
`Caretta carettaların yumurtladıkları kumsalların yapısının balıkçılık ve turizmden kaynaklı değişmesine bağlı değişmesi yumurtlamaya gelen kaplumbağa sayısının düşmesine neden oluyor. Sahilden kum alma gibi negatif faktörler sahilde yumurtlamaya gelen caretta caretta sayısının azalmasına neden oluyor.``
``Çalış kumsalında turizmin büyük etkisi söz konusu. Güneşlenmek için şemsiyeler dikilmesi, yapılaşmaya gidilmesi, caretta carettaların üreme alanlarının daralmasına sebep oluyor. Yanıklar sahilinde ise denizin kıyıyı aşındırması dişilerin sahile çıkıp yuva yapmalarına engel oluyor.`
Yrd. Doç. Dr. Adem Özdemir ise yıllardır Fethiye sahilinde caretta caretta popülasyonunu takip ettiklerini kaydetti.
Eski ve yeni veriler karşılaştırıldığında caretta caretta popülasyonunda yarı yarıya azalma olduğunun görüldüğünü belirten Özdemir, şunları kaydetti:
`Bu azalmanın birçok sebebi var. Bir anda olmuş bir şey değil. Azalma dalgalanarak devam ediyor. Bu canlıların cinsiyeti sıcaklığa bağlı olarak belirlendiği için küresel ısınma dişi oranının artmasına neden oluyor. Bunun yanında anaç kaplumbağaların sezon içerisinde daha erken yumurtlama dönemine girmesine sebep olmakta. Bu durumda yavruların ilk çıkış tarihi de en az iki hafta daha erkene alınmıştır.`
Sahilden kum alınması nedeniyle yuvadaki yumurtaların zarar gördüğünü belirten Özdemir, şöyle konuştu:
`Yavrular belirli nem ve sıcaklıkta gelişiyor. Üzerindeki kuru kum oranını azalttıkça zaten taşlık bir yapıya sahip olan arazide alttaki nemli yere yakın yuva yapmak zorunda kalıyor. Nemli ve kuru kum oranının belli bir seviyede olması gerekiyor. Bu oran bozulduğu için kaplumbağalar kuru kuma yumurtalarını bırakmak zorunda kalıyor. Bu da embriyo ölümlerini artırıyor. Bu nedenle, denize ulaşabilecek yavru sayısı da azalıyor.`
Viyana Üniversitesinden Christine Fellhofer ise sezon boyunca dönem
dönem 21 kişilik ekiple Fethiye sahilinde çalıştıklarını belirterek,
`Sahile şemsiye dikilmesi ve yapılaşmalar yuva sayısının her geçen yıl
azalmasına neden olmaktadır` dedi.

Erkek ve kız çocuklarda boy - kilo oranları nedir?

Erkek ve Kız Çocuklarda Boy - Kilo Oranları

Kız çocuklarda normal boy gelişimi
Doğumda 47-53 cm arası
3 .ay 54-64 cm arası
6.ay 58-70 cm arası
9.ay 61-75 cm arası
12.ay 64-80 cm arası
15.ay 68-84 cm arası
18.ay 71-88 cm arası
2.yaş 76-95 cm arası
2.5 yaş 81-100 cm arası
3.yaş 85-104 cm arası
3.5 yaş 89-108 cm arası
4.yaş 92-112 cm arası
4.5 yaş 94-115 cm arası
5.yaş 97-118 cm arası
5.5yaş 100-121 cm arası
6 yaş 103-125 cm arası
6.5 yaş 105-128 cm arası
7.yaş 108-131 cm arası
7.5 yaş 112-134 cm arası
8.yaş 115-137 cm arası
8.5 yaş 117-140 cm arası
9.yaş 120-143 cm arası
9.5 yaş 123-146 cm arası
10.yaş 125-149 cm arası
10.5yaş 129-153 cm arası
11.yaş 133-157 cm arası
11.5yaş 137-161 cm arası
12.yaş 140-165 cm arası
12.5 yaş 143-167 cm arası
13.yaş 144-169 cm arası
13.5 yaş 146-170 cm arası
14.yaş 147-170 cm arası
14.5 yaş 148-170 cm arası
15.yaş 148-171 cm arası
15.5 yaş 148-171 cm arası
16.yaş 148-171 cm arası
16.5yaş 148-171 cm arası
17.yaş 148-171 cm arası

Kız çocuklarda normal kilo gelişimi
Doğumda 2.6-4.3 kg arası
3 .ay 4-7 kg arası
6.ay 5.4-9.2 kg arası
9.ay 6.4-10.8 kg arası
12.ay 7.1-12.1 kg arası
15.ay 7.7-13 kg arası
18.ay 8.3-13.7 kg arası
2.yaş 9.2-15.1 kg arası
2.5 yaş 9.9-16.3 kg arası
3.yaş 10.6-17.5 kg arası
3.5 yaş 11.2-19 kg arası
4.yaş 11.6-20.6 kg arası
4.5 yaş 12-22 kg arası
5.yaş 12.6-23.8 kg arası
5.5yaş 13.2-25.2 kg arası
6 yaş 13.7-26.6 kg arası
6.5 yaş 14.4-28.3 kg arası
7.yaş 15.3-30 kg arası
7.5 yaş 16.2-31.8 kg arası
8.yaş 17.3-34 kg arası
8.5 yaş 18.6-36.5 kg arası
9.yaş 20-39 kg arası
9.5 yaş 21.6-42 kg arası
10.yaş 23-45 kg arası
10.5yaş 24.8-49 kg arası
11.yaş 26.5-53 kg arası
11.5yaş 28-56.6 kg arası
12.yaş 30-59 kg arası
12.5yaş 32-61 kg arası
13.yaş 34-63.3 kg arası
13.5 yaş 36.5-65 kg arası
14.yaş 38-66.3 kg arası
14.5 yaş 39-67 kg arası
15.yaş 40-68 kg arası
15.5 yaş 41-69 kg arası
16.yaş 41-70 kg arası
16.5yaş 42-70 kg arası
17.yaş 43-71 kg arası

Erkek çocuklarda normal boy gelişimi
Doğumda 46-54 cm arası
3 .ay 55-66 cm arası
6.ay 60-72 cm arası
9.ay 64-77 cm arası
12.ay 68-82 cm arası
15.ay 71-86 cm arası
18.ay 75-89 cm arası
2.yaş 77-92 cm arası
2.5 yaş 83-100 cm arası
3.yaş 86-105 cm arası
3.5 yaş 89-109 cm arası
4.yaş 92-114 cm arası
4.5 yaş 95-118 cm arası
5.yaş 98-121 cm arası
5.5yaş 101-125 cm arası
6 yaş 104-127 cm arası
6.5 yaş 106-130 cm arası
7.yaş 109-133 cm arası
7.5 yaş 112-136 cm arası
8.yaş 115-139 cm arası
8.5 yaş 117-142 cm arası
9.yaş 120-145 cm arası
9.5 yaş 122-148 cm arası
10.yaş 125-151 cm arası
10.5yaş 127-155 cm arası
11.yaş 130-158 cm arası
11.5yaş 132-161 cm arası
12.yaş 135-165 cm arası
12.5 yaş 137-168 cm arası
13.yaş 140-171 cm arası
13.5 yaş 143-175 cm arası
14.yaş 146-178 cm arası
14.5 yaş 149-181 cm arası
15.yaş 152-182 cm arası
15.5 yaş 155-184 cm arası
16.yaş 158-185 cm arası
16.5yaş 160-185 cm arası
17.yaş 162-185 cm arası

Erkek çocuklarda normal kilo gelişimi
Doğumda 2.6-4.6 kg arası
3 .ay 4.1-7.5 kg arası
6.ay 5.6-9.7 kg arası
9.ay 6.5-11.3 kg arası
12.ay 7.4-12.5 kg arası
15.ay 8.1-13.5 kg arası
18.ay 8.7-14.3 kg arası
2.yaş 9.1-15 kg arası
2.5 yaş 10.3-17 kg arası
3.yaş 11.1-18 kg arası
3.5 yaş 11.7-19.3 kg arası
4.yaş 12.3-21.1 kg arası
4.5 yaş 12.7-22.6 kg arası
5.yaş 13.4-24 kg arası
5.5yaş 14.1-25.5 kg arası
6 yaş 14.8-26.8 kg arası
6.5 yaş 15.6-28.4 kg arası
7.yaş 16.4-30.1 kg arası
7.5 yaş 17.3-31.9 kg arası
8.yaş 18.1-33.8 kg arası
8.5 yaş 19-36.1 kg arası
9.yaş 19.9-38.6 kg arası
9.5 yaş 21-41.8 kg arası
10.yaş 22-45.7 kg arası
10.5yaş 22.9-49.4 kg arası
11.yaş 24.1-52.8 kg arası
11.5yaş 25.4-56.6 kg arası
12.yaş 26.7-60.1 kg arası
12.5yaş 28.3-64 kg arası
13.yaş 30-67.5 kg arası
13.5 yaş 32-70.4 kg arası
14.yaş 34.2-72.8 kg arası
14.5 yaş 36.8-7.5 kg arası
15.yaş 39.5-77.6 kg arası
15.5 yaş 42.1-79.5 kg arası
16.yaş 44.9-80.8 kg arası
16.5yaş 47.4-82 kg arası
17.yaş 48.4-82.7 kg arası

Atomla ilgilenen bilim adamları kimlerdir?

Atom ve Atomun Yapısı Kimya veya fizikte atom, bir kimyasal elementin özelliklerini koruyan en küçük parçacığıdır.
Sözcük Yunanca ατομος veya atomostan gelir, 'kesilemez' demektir. Eski Yunanistan'da bazı düşünürlere göre atom maddenin bölünemez en küçük parçasıydı. Modern kullanımdaki atomlar ise atomaltı parçacıklardan oluşur:
elektronlar, eksi yüklüdürler ve bu üçünün arasında en hafifidir.
protonlar artı yüklüdür, kütleleri elektronunkinin yaklaşık 1839 katıdır.
nötronlar yüksüzdür, onların da kütlesi elektronunkinin yaklaşık 1839 katıdır.
Proton ve nötronlar beraberce atom çekirdeğini oluştururlar; bu parçacıklara nükleon da denir. Elektronlar çekirdeğin etrafında, ondan çok daha büyük olan elektron bulutunu oluştururlar.
Atomlar, içerdikleri atomaltı parçacıkların sayıları ile birbirlerinden farklılık gösterirler. Aynı elementin atomları aynı sayıda protona sahiptirler, bu sayıya atom numarası denir. Buna karşın, aynı elementin atomları farklı nötron sayılarına sahip olabilir, bu sayılar o elementin izotoplarını belirler. Proton ve nötronlara kıyasla elektronlar atoma daha zayıf güçlerle bağlı olduklarından elektron sayısı kolaylıkla değişebilir. Çekirdekteki proton ve nötron sayısı da nükleer fisyon, nükleer füzyon ve radyoaktif bozunma yoluyla değişebilir, bu durumda atom başka bir elemente dönüşebilir.
Atom kavramı maddenin fiziksel özelliklerini anlatmaya yarayan çeşitli teoriler tarafından kullanılır. Atomlar kimyanın temel yapı taşlarıdır ve kimyasal reaksiyonlarda Maddenin Korunumu Kanunu gereği korunurlar.
Tarihçe
Bugün kullandığımız anlamda atom kavramını ilk kez ortaya atan düşünürler Leukippos ve Demokritos'dur. Bu düşünürler doğada mevcut her maddenin, fiziksel olarak bölünmeyen atomlardan oluştuğunu ifade etmişler, ayrıca atomlar arasında boş uzay bulunduğunu ve devinim halinde olduklarını belirtmişlerdir.
Aristoteles'in (M.Ö. 384-322) maddeye bakışı, kendinden önce yaşamış olan filozoflara olan tepkisini ifade eder. O, Empedocles'in düşüncesine katılmış ve her şeyin dört ana maddeden yapıldığını savunmuştur.
Bu dönemi izleyen çağlarda bu düşüncelere bir ilave yapılmadı, ilk kez 19. yüzyılda John Dalton modern atom kavramını ortaya attı. Dalton, kimyasal reaksiyonlarda maddenin tam sayılarla belirlenen oranlarda tepkimeye girdiğini gösterdi ve maddelerin atom denen sayılabilir ama bölünemez parçalardan yapıldığını ifade etti. Buna ek olarak, atomların ağırlıklarını ortaya koyan bir çizelge hazırladı.
J.J. Thomson 1897 yılında elektronu keşfetti. 1900'lü yılların başlarında Ernest Rutherford günümüz atom modelinin temelini teşkil eden yapıyı ortaya koydu: atomun, kütlesinin büyük bir kısmını oluşturan bir çekirdek ve bu çekirdek etrafında dönen elektronlardan oluşmaktadır. Rutherford çekirdeği oluşturan pozitif yüklü parçacığa proton adını verdi.
1932 yılında Chadwick nötronu buldu. Daha sonra kuantum teorisi doğrultusunda Niels Bohr Bohr atom modelini ortaya attı ve elektronların belli yörüngelerde bulunabildiğini ve bunun Planck sabiti ile ilgili olduğunu ifade etti.
Yapısı
Bir atomun çapı, elektron bulutu da dahil olmak üzere yaklaşık 10 − 8 cm mertebesindedir. Atom çekirdeğinin çapı ise 10 − 13 cm kadardır. Atomlar, boyutlarının görünür ışığın dalga boyundan çok küçük olması sebebiyle optik mikroskoplarla görüntülenemezler. Atomların pozisyonlarını belirleyebilmek için elektron mikroskobu, x ışını mikroskobu, nükleer manyetik rezonans (NMR) spektroskopisi gibi araç ve yöntemler kullanılır.
Yalnız elektronlar çekirdek çevresinde ancak belirli enerji seviyelerine sahip yörüngelerde dönerler, konumları ancak bir olasılık fonksiyonu ile ifade edilebilir. Elektronlar çekirdeğin etrafında bulutsu bir şekilde görünür.
ATOMUN YAPISI
Hava, su, dağlar, hayvanlar, bitkiler, vücudumuz, oturduğunuz koltuk, kısacası en ağırından en hafifine kadar gördüğümüz, dokunduğumuz, hissettiğimiz herşey atomlardan meydana gelmiştir. Elimizde tuttuğumuz kitabın her bir sayfası milyarlarca atomdan oluşur. Atomlar öyle küçük parçacıklardır ki, en güçlü mikroskoplarla dahi bir tanesini görmek mümkün değildir. Bir atomun çapı ancak milimetrenin milyonda biri kadardır.
Her atom, bir çekirdek ve çekirdeğin çok uzağındaki yörüngelerde dönüp-dolaşan elektronlardan oluşmuştur. Çekirdeğin içinde ise proton ve nötron ismi verilen başka parçacıklar vardır.
ÇEKİRDEK

Çekirdek, atomun tam merkezinde bulunmaktadır ve atomun niteliğine göre belirli sayılarda proton ve nötrondan oluşmuştur. Çekirdeğin yarıçapı, atomun yarıçapının onbinde biri kadardır.

Maddenin yapıtaşı olan atom, proton ve nötronlardan oluşan bir çekirdek ve bu çekirdeğin etrafinda durmadan dönen elektronlardan meydana gelir.
Atomun kütlesini oluşturan yoğunluk tüm atoma eşit olarak dağılmamıştır, yani atomun bütün kütlesi atomun çekirdeğinde birikmiştir.
Çekirdekteki protonların hepsi pozitif yüklüdür ve elektromanyetik kuvvet nedeniyle birbirlerini iterler. Fakat güçlü nükleer kuvvet onların itme gücünden 100 kat daha büyük olduğundan, elektromanyetik kuvvet etkisiz hale gelir. Böylece protonlar birarada tutunabilirler.
Kısacası gözle göremeyeceğimiz kadar küçük bir atomun içinde, birbiriyle etkileşim halinde iki büyük kuvvet bulunur. Bu kuvvetlerin değerleri öylesine hassastır ki, birinin biraz daha az veya biraz daha fazla olması atomdaki tüm dengeleri alt üst eder. Dolayısıyla atomun yapısı bozulur, parçalanır ve maddeyi oluşturamaz.
Çekirdeğin İçi: Proton ve Nötronlar

1932 yılına dek, çekirdeğin proton ve elektronlardan oluştuğu sanılıyordu. Çekirdeğin içinde protonla beraber elektronların değil nötronların olduğu ancak o tarihte keşfedilebildi. (Ünlü bilimadamı Chadwick 1932 yılında çekirdeğin içinde nötronun varlığını ispatladı ve bu keşfiyle Nobel ödülü kazandı.)

Evrendeki Çeşitliliğin Kaynağı

Bilimin, şu ana kadar tespit edebildiği 109 tane element vardır. Tüm evren, dünyamız canlı-cansız bütün varlıklar bu 109 elementin çeşitli biçimlerde birleşmeleriyle oluşmuştur. Buraya kadar tüm elementlerin birbirinin benzeri atomlardan oluştuğunu gördük; atomlar da birbirinin aynı parçacıklardan oluşuyordu.
Elementleri temelde birbirlerinden farklı kılan şey, atomlarının çekirdeklerindeki proton sayılarıdır. En hafif element olan hidrojen atomunda bir proton, ikinci en hafif element olan helyum atomunda iki proton, altın atomunda 79 proton, oksijen atomunda 8 proton, demir atomunda 26 proton vardır. İşte altını demirden, demiri oksijenden ayıran özellik, yalnızca atomlarının proton sayılarındaki bu farklılıktır. Soluduğumuz hava, vücudumuz, herhangi bir bitki veya bir hayvan ya da uzaydaki bir gezegen, canlı-cansız, acı-tatlı, katı-sıvı her şey... Bunların hepsi sonuçta aynı proton-nötron-elektronlardan meydana gelmiş

ATOM ARAŞTIRMALARI YAPAN BİLİM ADAMLARI

ABD teknolojisinin belki de en muhteşem –bir o kadar da tartışmalı- başarısı nükleer enerjiyi kullanıma sokmak olmuştur. Atomu parçalamak, pek çok ülkedeki bilim adamları tarafından düşünülmüştü. Ama bunu gerçekleştirmeyi, 1940’lı yıllarda ABD’li bilim adamları başardı.

Alman fizikçileri 1938 yılında uranyum çekirdeğini parçalamayı başardığı zaman, Albert Einstein, Enrico Fermi ve Leo Szilard nükleer zincir reaksiyonunun mümkün olduğuna karar verdiler. Einstein, Başkan Franklin Roosevelt’e mektup yazarak bu keşfin, “olağanüstü güçlü bombalar” imâlinde kullanılabileceği konusunda uyarıda bulundu. Bu uyarı, Manhattan Projesi’ne ilham kaynağı oldu. Projenin amacı, ilk atom bombasını ABD’nin imal etmesini sağlamaktı. Proje başarılı oldu. Ve ilk bomba 16 temmuz 1945’te New Mexico’da patlatıldı.

Atom bombasının geliştirilmesi ve 1945 Ağustos’unda Japonya’ya karşı kullanılması Atom Çağı’nı başlattı. Kitle imha silahları ile ilgili endişeler Soğuk Savaş döneminde de sürdü. Ve bugünkü silahsızlanma çabalarına kadar gelindi. Ancak Atom Çağı, aynı zamanda nükleer enerjinin, nükleer tıp’taki gibi barışçıl alanda da kullanımını simgelemektedir.

İlk ABD nükleer santrali 1956’da Illinois’te faaliyete geçti. O dönemde nükleer enerjinin ülkedeki geleceği parlak görünüyordu. Ama muhalifler, nükleer santrallerin güvenli olmadığını ve nükleer atıkların asla güvenli bir şekilde saklanamayacağını savunuyorlardı. 1979 yılında Pennsylvania’da Three Mile Adası’ndaki kaza çoğu Amerikalının nükleer enerjiye karşı çıkması sonucunu doğurdu. Nükleer santral inşaatının maliyeti giderek artıyordu ve daha ekonomik olan diğer enerji kaynakları çekici gelmeye başlamıştı. 1970’lerde ve 1980’lerde birçok nükleer santral projesi iptal edildi. ABD’de nükleer enerjinin geleceği halen belirsiz durumdadır.

Bu arada Amerikalı bilim adamları, güneş enerjisi dahil olmak üzere başka enerji kaynakları üzerinde deneysel çalışmalar yapmaktadırlar. Güneş enerjisi ülkenin çoğu bölgesi için bugün pek ekonomik olmamakla beraber son gelişmeler, bu durumun değişebileceğini gösteriyor.

1944 yılında Michigan, Troy’da, Birleşik Güneş Sistemleri’nin Kıdemli Başkan Yardımcısı Subhendu Guha, güneş enerjisi kullanmanın yararları hakkında bilgi veriyordu. Dinleyiciler arasında bulunan bir mimar “Çok çirkin. Kimse evinin üzerinde bunu istemez” dedi. Bunun üzerine Guha, çatıda göğe doğru dik konumda duran güneş pillerine çatı görünümü vermenin çaresini aramaya başladı.

2 yıl sonra Guha montaj fabrikasından çıktığında elinde çatıya monte edilebilen güneş kiremitleri vardı. Bunlar, paslanmaz çelik levhalardan yapılmış, 9 kat silikon, yarı iletken tabaka ve koruyucu plastikle kaplanmıştı. Güneş kiremitleri, çatıcılar tarafından, normal kiremit kaplar gibi yerleştiriliyordu. Ancak elektrik bağlantısı için her bir kiremitten çatıya bir delik delmek gerekiyordu. Guha kiremitlerin, enerji verimi artıp, maliyet düştüğünde, ABD’nin bazı bölgeleri için çok ekonomik bir çözüm olacağına inanıyor. Güneş kiremitleri, Mısır, Meksika ve diğer gelişmekte olan ülkelerde halen kullanılmaktadır. 2002 yılında Birleşik Güneş Sistemleri, Michigan’daki tesislerine dünyaca bilinen en büyük güneş pili ünitesini imal eden makineyi yerleştirdi ve imalat kapasitesini arttırdı.

Güneş enerjisinin bir başka kullanımı da, ABD Enerji Bakanlığı’nın, New Mexico, Albuquerque’deki Ulusal Solar Termal Deneme Tesisleri’nde denenmektedir. Bilim adamları, çok uzaktan otomatik olarak devreye giren motorlarla, eşleştirilmiş parabolik çanaklar kullanarak güneş enerjisi topluyorlar. Gelişmiş Çanak Sistemleri (ADDS) ilk olarak, su pompalama ve köyleri aydınlatmada kullanılmıştı. Söz konusu sistem, ABD’nin Güneybatı bölgelerinde ve gelişmekte olan ülkelerde gelecek vaat etmektedir.


Demokritus adlı bir filozof, bir elmayı örnek vererek atomu ve anlamını açıklamış: Bir elma alın ve onu ikiye bölün. Sonra bu yarım elmalardan birini tekrar ikiye bölün ve böylece sürdürün... Demokritus'a göre, bu şekilde yarım parçaları bölmeye devam ederseniz, sonunda öyle bir an gelecek ki, artık bölemeyeceğiniz kadar küçük bir parça elde edeceksiniz (ama bıçağınız kesemediği için değil, bölmek mümkün olmadığı için!). İşte, bölünmesi olanaksız bu parçaya Demokritus Yunanca'da 'bölünemez" anlamına gelen "atomos" adını vermiş.
Demokritus, bu kavramı ortaya atmış atmasına ama bunu o dönemin diğer bilim adamlarına inandıramamış. Özellikle de dönemin en büyük filozofu Aristo'ya. Zaten Aristo reddedince, bir bildiği vardır diye diğerleri de inanmamış. Hatta Demokritus öldükten yüzyıllar sonra bile kimse atomdan bahsetmemiş.

Ta ki, 2000 yıl kadar sonraya, yani 1800'li yılların başına kadar. Bilim adamları maddenin doğasını anlamaya yönelik çalışmaları sırasında ister istemez bu minik parçacıklarla karşılaşmışlar. İngiliz bilim adamı Dalton, deneyleri sırasında, maddeyi oluşturan ama yapısını tanımlayamadığı bu temel ögelere ilişkin ilk kanıtları elde etmiş. Ondan sonra da keşifler ardı sıra devam etmiş.
Atomun varlığı kanıtlandıktan sonra da, yapısını anlamaya yönelik bir çok kuram ortaya atılmış. Bunlardan ilki J. J. Thomson adlı bir İngiliz fizikçi'den geliyor.
Thomson, 1897 yılında atomun bir parçası olan eksi yüklü elektronları keşfetmiş. Thomson'a göre atomun içinde eksi yüklü elektronları dengeleyecek artı yüklü parçacıklar olması gerekiyordu. Thomson, atomu bir "üzümlü kek"e benzetmişti: Üzümler eksi yüklü elektronlar, kekin diğer kısımları ise artı yüklü madde.
Bundan daha doğru bir modeli, 1911 yılında atomun içinde artı yüklü bir çekirdeğin olması gerektiğini keşfeden Ernest Rutherford geliştirmiş. Rutherford'un atom modeli, Güneş Sistemi'mizin yapısına benziyor. Ortada Güneş, yani artı yüklü çekirdek ve çevresinde dolanan gezegenler, yani eksi yüklü elektronlar. Rutherford'un bu modeline göre çekirdek atomun çok küçük bir parçası: Örneğin atomun boyutunu Dünya kadar büyütsek bile içindeki çekirdek en fazla bir futbol stadyumu kadar kalıyordu. Rutherford daha da
önemli bir adım atarak, çekirdek içinde artı yüklü parçacıkları yani protonları keşfetmiş ve protonların elektronlardan 1836 kez daha ağır
olduğunu bulmuş.

Fakat bu model de bazı kuramsal sorunlar çıkarmış. 1912 yılında Danimarkalı fizikçi Niels Bohr, bu kuramsal sorunları çözecek bir model oluşturmuş. Bohr'un atom modelinde, yine ortada artı yüklü bir çekirdek, fakat sadece belli yörüngelerde dolanabilen eksi yüklü elektronlar var. Bundan sonraki gelişmeler, Bohr'un atom modelini düzeltmeye yönelik. Bu gelişmelerden biri, çekirdekte artı yüklü proton dışında, yüksüz "nötron" adı verilen parçacıkların da olduğu. Nötronları da 1932 yılında, James Chadwick, kendisinin yaptığı derme çatma bir detektörle keşfetmiş.
Atomun tam bir modelini oluşturmadaki en önemli yöntem, Kuantum Mekaniği adı verilen fizik dalının gelişmesiyle oldu. Bugünkü bilgilerimizin tamamı bu fizik dalının gelişmesiyle elde edildi. Artık bugün atom ve yapısı hakkında epeyce bilgiye sahibiz. Kuantum kuramına göre, atom, artı yüklü bir çekirdek ve etrafında dalga gibi de hareket edebilen elektronların bulutundan oluşan minik bir "nesne"...