Belirli gün ve haftalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Belirli gün ve haftalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Zafer Bayramı

Türk tarihi zaferlerle doludur. Ama 30 Ağustos 1922’de zaferle sonuçlanan Dumlupınar Savaşı, Türk ulusunun yeniden dirilişidir. 

Malazgirt Savaşı’yla (1071) 26 Ağustos’ta Anadolu’nun Türklere kapıların açan kahraman ordumuz; Başkomutanlık Meydan Muharebesi’yle de Anadolu topraklarının Türk Vatanı" olduğunu önünde durulmaz bir iradeyle düşmana ispatlamıştır. Ve yine ulusumuzun iradesiyle Cumhuriyet kurulmuştur.
Atatürk, ünlü "Nutuk"unda Kurtuluş Savaşı’nı anlatır. Her Türk yurttaşının okuması gereken Nutuk (Söylev)’da Atatürk savaşa nasıl hazırlandığımızı da anlatmaktadır.

O’ndan öğrendiğimize göre: Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı ve İnönü Savaşları kahramanı İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa büyük bir gizlilik içinde taarruz planlarını hazırlarlar.

1922 Ağustos ayında Türk Ordusu taarruza geçmek için, Kurmay heyeti’nce karar verilir. Mustafa Kemal, İsmet Bey, Fevzi Çakmak ve diğer paşalar ile kurmaylar; savaşı yönetmek üzere Kocatepe’ye gelirler.

26 Ağustos sabah, saat 05.30’da Türk topçu birlikleri Afyon’un güneyinden düşman siperlerini ateşle vurmaya başlar. Ardından piyadeler hücuma geçerler. Planlandığı gibi Büyük Taarruz devam eder ve düşman gerilemeye başlar, bozguna uğrayarak ikiye ayrılır.

30 Ağustos’a kadar düşman ordusu çembere alınır. 30 Ağustos sabahı, 1. Ordu ve avcı hatlarını ile 4. Kolordu’yu denetleyen Başkomutan Mustafa Kemal Paşa; saat 14.00’da Aslıhanlar yakınındaki "Komuta Karargâhından taarruz emrini verir. Dumlupanır’da ordumuz düşmana son darbeyi vurur. Düşman askerleri kaçmaya başlar. Mustafa Kemal Paşa; kaçan düşman askerlerini kovalamak için, "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!" komutunu verir. Yunan Başkomutanı General Tikopıs dâhil çok sayıda esir alınır.

Şahlanan Türk Ordusu düşman güçlerini İzmir’e kadar kovalar. 9 Eylül 1922 günü Türk Ordusu İzmir’e girer. Batı Anadolu’yu yakan yıkan düşman kuvvetleri canlarını zor kurtararak, geldikleri gibi gemilere binerek giderler.

30 Ağustos 1922 tarihi, Türk ulusunu esir etmek isteyen emperyalist güçlere karşı; kadınıyla çocuğuyla, ordusuyla topyekûn verdiği bir savaşın ve ulusal benliğini kurtardığı ve Zafer Destanı’nın yazıldığı gündür.

Bu mutlu günde, zaferi bize yaşatan Atatürk ve silah arkadaşları ile kahraman Türk Ordusu’na şükran ve minnetlerimizi sunarken, ulusumuza da Zafer Bayramı kutlu olsun...

Yeşilay Haftası

Yurdumuzda alkollü içki ve uyuşturucu madde kullanmaya karşı olanlar 5 Mart 1920 tarihinde Hilâli Ahdar Derneğini kurdular. Hilâl – ay , ahdar – yeşil anlamındadır. Hilâli Ahdar, daha sonra Yeşilay adını aldı. Yeşilay Derneğinin kuruluş tarihini içine alan 1 – 7 Mart arası ülkemizde Yeşilay Haftası olarak kutlanır. Yeşilay Haftasında alkollü içkilerin, uyuşturucuların topluma, aileye, bireye zararları anlatılır.

Uyuşturucu denilince esrar, afyon, kokain, LSD gibi uyuşturma özelliği olan maddeler akla gelir. Alkollü içkiler ise içildiğinde insanı sarhoş eden her tür içkilerdir. Alkollü içki veya uyuşturucu alanlar önce rahatlık, baş dönmesi duyar, sonra sarhoş olurlar. Sarhoşlar doğru düşünüp doğru karar veremezler. Kolay suç işlerler, içkili iken araç sürenler taşıt kazalarına neden olurlar.


Alkollü içkiler, uyuşturucular insanda zamanla alışkanlık yaratır. Alkol almayı alışkanlık haline getirenlere alkolik denir. Alkolikler kazançlarını içkiye verirler. Çevrelerini rahatsız ederler. Bu yüzden alkolikler toplum içinde sevilmezler, sayılmazlar. İçki ve uyuşturucu kullanımı aile düzenini bozar.

Uyuşturucu ve alkollü içkiler sağlığa da zararlıdır. Vücudumuzda önemli görevler yapan beyin, mide, kalp, akciğer gibi organlar içki ve uyuşturucudan etkilenir. Ülser, siroz, felç gibi hastalıkların nedeni uyuşturucu ve alkollü içkilerdir.
Sigara: Toplumumuzda kullanımı yaygın olan bir keyif maddesidir.

Sigara iştahı keser, sindirimi güçleştirir, dişleri sarartır, ülsere sebep olur. Akciğerde bronşları doldurur, öksürmeye yol açar. Sigaranın kansere de neden olduğu ileri sürülüyor.
Ülkemizde uyuşturucu maddelerin yapımı, satışı, kullanılması, taşınması, bulundurulması yasaktır. Bu yasağa uymayanlar suç işlemiş olur. Suç işleyenlere ağır hapis cezaları uygulanır. Uyuşturucu maddelerin bir bölümü ilaç yapımında kullanılır. Bu amaçla bazı uyuşturucu maddelerin hükümet belirli koşullarla izin verir.
Topluma, aileye, bireye zararlı olan içki ve uyuşturucuların kullanımını eğitim yoluyla engellemek için kurulan Yeşilay Derneği'nin simgesi; beyaz üstünde yeşil bir aydır. Yeşilay Derneği Genel Merkezi, Yeşilay adlı aylık bir dergi yayınlıyor. Bu dergi düzenli olarak alkollü içkilerin, uyuşturucuların, sigaranın topluma ve sağlığa olan zararlarıyla ilgili yayın yapıyor.
Yeşilay Haftası boyunca öğrendiklerimizi yaşam boyu uygulayalım. Kötülüklerin anası olan uyuşturucu ve alkollü içkilerden uzak duralım.


Yeni Yıl

Aralık ayının son günü gece yarısından sonra yeni bir yılın ilk günü başlar. Ocak ayının birinci gününden Aralık ayının 31. günü gece yarısına kadar geçen süreye bir yıl denir.


Dünyanın; biri Güneş, öbürü kendi ekseni çevresinde olmak üzere iki türlü hareketi vardır. Dünyanın Güneş çevresinde bir kez dolanması bir yılda tamamlanır. Bu hareketten mevsimler oluşur. Dünyanın kendi çevresinde dönmesinden gece – gündüz meydana gelir.
Dünyamız Güneş çevresindeki dolanımını 365 gün 6 saatte tamamlar. Her yıl 365 günden artan 6 saatler 4 yılda bir 24 saat, yani 1 gün eder. Bu bir gün 4 yılda bir Şubat ayına eklenir. Böylelikle, 28 gün olan Şubat ayı 4 yılda bir 29 gün olur. Buna artık yıl denir. 4’le bölünebilen yıllar artık yıldır.
Dünyamız Güneş çevresinde dolanırken yumurta biçiminde bir yol izler. Bu yola dünyanın yörüngesi denir. Yerkürenin içinden geçip, kutupları birleştirdiği varsayılan eksen dünyanın yörüngesine dik değildir. 23,5 derece eğik durumdadır. Bu nedenle Dünya üzerindeki herhangi bir yere Güneşin ışınları yıl boyu aynı eğimle gelmez. Yılın kimi zamanları ışınlar dik olarak gelir. Bu yörelerde gündüzler uzun, havalar sıcak olur. Kimi zaman ışınlar eğik gelir. Bu durumda da gündüzler kısa, havalar soğuk olur. Bu sıcaklık ayrımları mevsimleri oluşturur. Bir yılda dört mevsim vardır.

Sonbahar23 Eylül - 21 Aralık
Kış21 Aralık - 21 Mart
İlkbahar21 Mart - 21 Haziran
Yaz21 Haziran - 23 Eylül

21 Mart ve 23 Eylül’de gece ile gündüz birbirine eşit olur. 21 Aralık’ta en uzun gece, en kısa gündüz, 21 Haziran’da en uzun gündüz, en kısa gece yaşanır.
İnsanlar tarihin ilk çağlarından beri olayları zaman içinde kolaylıkla belirlemek için yılı aylara, ayları haftalara, haftaları günlere bölmüşlerdir. Bu düzenlemeye takvim denir.
Her takvim önemli bir olayı başlangıç olarak almıştır. Örneğin; Müslümanlar, peygamberimiz Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç olayını takvim başı olarak kabul etmişlerdir. Buna göre düzenlenen takvime Hicri Takvim denir.
Bugün dünyada genel olarak kullanılan takvim, İsa Peygamber’in doğumunu başlangıç olarak alan Miladi Takvimdir. Bu takvimde İsa’nın doğumundan önceki yıllara MÖ (Milattan Önce), sonraki yıllara da MS (Milattan Sonra) denir. Geçmiş tarihler buna göre hesaplanır. Örneğin Büyük Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesi MÖ 365 yılında olmuştur. Bu: Roma İmparatorluğu’nun İsa Peygamberin doğumundan 365 yıl önce ikiye bölündüğünü belirtir. İstanbul’un İsa’nın doğumundan 1453 yıl sonra Osmanlılar tarafından alındığını belirtir. Ancak uygulamada MÖ’ler kullanılır. MS’ler ancak gerektiğinde kullanılır.
İnsanlar yaptıkları takvimlerde yılı 12 aya bölmüşlerdir. Bu 12 ayın 7 ayı 31 gün, 4 ayı 30 gün, Şubat ayı da 28 gün olarak hesaplanır. Her mevsim 3 aydır. Bir ayda 4 hafta, bir yılda 52 hafta vardır.
Bir hafta 7 gün, bir gün de 24 saattir. Bir saat 60 dakikadır. Saat zaman ölçüsü birimidir. Tarihlerin belirlenmesinde kolaylık sağlayan bir başka zaman ölçüsü birimi de yüzyıldır. Yüz yıllık zaman parçasına yüzyıl (Asır) denir. Çok eski olaylar kolaylık olsun diye yüzyıllarla belirlenir.



Yeni bir yıl başlarken : Biten yıl neler yaptığımızı, neler öğrendiğimizi gözden geçiririz. Çevremize yararlı olup olmadığımızı, zamanımızı iyi kullanıp kullanmadığımızı düşünürüz.
Her yeni yıl; yeni atılımlar, teni umutlar, kısaca yenilikler yılıdır. İnsanlık her yeni yılda tarihini yeni başarılar, yeni buluşlar, her alanda ilerlemelerle zenginleştirir.
Bizim de bu hızlı gidişe ayak uydurmamız, yeni yılda daha çok çalışarak daha başarılı olmamız gerekir.
Her yeni yılda yakınlarımızın, arkadaşlarımızın yeni yılını kutlarız. Yeni yılın başarılı, verimli olmasını dileriz.

DÖRT MEVSİM MASALI
Bir zamanlar Toprak Ana, evinde yalnız yaşıyormuş. Yalnız yaşamak zormuş, bu yüzden canı çok sıkılıyormuş. Bir gün kalkmış, gök kralına misafirliğe gitmiş. Sarayın kapısına varınca, gürültüler, patırtılar duymuş. Kapıdaki nöbetçiye, “bunların ne olduğunu” sormuş.
Nöbetçi:
― Ne olacak, demiş. Mevsim kardeşlerin gürültüsü. İkisi kız, ikisi oğlan dört yaramaz çocuk var. Kavga edip duruyorlar.
Toprak Ana :
― Onları bana gönderin, demiş. Ben yalnızım, biraz da benimle otursunlar.
Nöbetçi Toprak Ananın isteğini krala söylemiş. Kral da “Peki” demiş. Toprak Ana bunun üzerine evine dönmüş, mevsim kardeşleri beklemeye başlamış.
Önce en küçük kardeş gelmiş. Pembe, beyaz saçlı, güzel bir çocukmuş. Toprak Anaya :
― Benim adım İlkbahar, demiş. Size ufak bir armağan getirdim.
İlkbahar, çantasını açmış, çantasından tomurcuklanmış dallar, renk renk çiçek demetleri, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar çıkarmış.
Çok geçmeden ikinci kardeş gelmiş. Tombul, kırmızı yanaklı bir kızmış. Adı da Yaz’mış. Kardeşine :
― Haydi çekil bakalım, bak, ben geldim, demiş. Sonra po da çantasından çilek, kiraz, şeftali, erik gibi meyveler çıkarmış, bunları Toprak Anaya sunmuş.
Derken üçüncü kardeş gelmiş. Sarı sapsarı bir çocukmuş. Toprak Ana’ya :
― Ben sonbaharım demiş. Yalnızlığı, sessizliği çok severim, demiş. Sonra da kuşları kovmuş, her yeri sarıya boyamış. Ortalığa bir sessizlik çökmüş. Tam bu sırada dördüncü kardeş gelmiş. Çiçekleri, meyveleri dağıtmış, cebinden beyaz bir su çıkarmış, bu suyla her yeri beyaza boyamış. Bir yandan da :

― Benim adım kış, benim adım kış diye bağırıyormuş.
Dört kardeş de Toprak Ananın evinden gitmek istememiş. Kavgaya tutuşmuşlar. Ortalık alt üst olmuş. Toprak Ana kızmış :
― Beni dinleyin, demiş. Ya sırayla gelin, evimde üçer ay misafir kalın, ya da çekilip gidin. Hepinizi birlikte istemiyorum.

― Bunun üzerine mevsim kardeşler düşünmüşler. Aralarında anlaşıp Toprak Anaya, “peki” demişler. İşte o günden beri sırayla geliyor, Toprak Anada üçer ay misafir kalıyorlar.

Yeni Yıl

Aralık ayının son günü gece yarısından sonra yeni bir yılın ilk günü başlar. Ocak ayının birinci gününden Aralık ayının 31. günü gece yarısına kadar geçen süreye bir yıl denir.


Dünyanın; biri Güneş, öbürü kendi ekseni çevresinde olmak üzere iki türlü hareketi vardır. Dünyanın Güneş çevresinde bir kez dolanması bir yılda tamamlanır. Bu hareketten mevsimler oluşur. Dünyanın kendi çevresinde dönmesinden gece – gündüz meydana gelir.
Dünyamız Güneş çevresindeki dolanımını 365 gün 6 saatte tamamlar. Her yıl 365 günden artan 6 saatler 4 yılda bir 24 saat, yani 1 gün eder. Bu bir gün 4 yılda bir Şubat ayına eklenir. Böylelikle, 28 gün olan Şubat ayı 4 yılda bir 29 gün olur. Buna artık yıl denir. 4’le bölünebilen yıllar artık yıldır.
Dünyamız Güneş çevresinde dolanırken yumurta biçiminde bir yol izler. Bu yola dünyanın yörüngesi denir. Yerkürenin içinden geçip, kutupları birleştirdiği varsayılan eksen dünyanın yörüngesine dik değildir. 23,5 derece eğik durumdadır. Bu nedenle Dünya üzerindeki herhangi bir yere Güneşin ışınları yıl boyu aynı eğimle gelmez. Yılın kimi zamanları ışınlar dik olarak gelir. Bu yörelerde gündüzler uzun, havalar sıcak olur. Kimi zaman ışınlar eğik gelir. Bu durumda da gündüzler kısa, havalar soğuk olur. Bu sıcaklık ayrımları mevsimleri oluşturur. Bir yılda dört mevsim vardır.
Sonbahar23 Eylül - 21 Aralık
Kış21 Aralık - 21 Mart
İlkbahar21 Mart - 21 Haziran
Yaz21 Haziran - 23 Eylül

21 Mart ve 23 Eylül’de gece ile gündüz birbirine eşit olur. 21 Aralık’ta en uzun gece, en kısa gündüz, 21 Haziran’da en uzun gündüz, en kısa gece yaşanır.
İnsanlar tarihin ilk çağlarından beri olayları zaman içinde kolaylıkla belirlemek için yılı aylara, ayları haftalara, haftaları günlere bölmüşlerdir. Bu düzenlemeye takvim denir.
Her takvim önemli bir olayı başlangıç olarak almıştır. Örneğin; Müslümanlar, peygamberimiz Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç olayını takvim başı olarak kabul etmişlerdir. Buna göre düzenlenen takvime Hicri Takvim denir.
Bugün dünyada genel olarak kullanılan takvim, İsa Peygamber’in doğumunu başlangıç olarak alan Miladi Takvimdir. Bu takvimde İsa’nın doğumundan önceki yıllara MÖ (Milattan Önce), sonraki yıllara da MS (Milattan Sonra) denir. Geçmiş tarihler buna göre hesaplanır. Örneğin Büyük Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesi MÖ 365 yılında olmuştur. Bu: Roma İmparatorluğu’nun İsa Peygamberin doğumundan 365 yıl önce ikiye bölündüğünü belirtir. İstanbul’un İsa’nın doğumundan 1453 yıl sonra Osmanlılar tarafından alındığını belirtir. Ancak uygulamada MÖ’ler kullanılır. MS’ler ancak gerektiğinde kullanılır.
İnsanlar yaptıkları takvimlerde yılı 12 aya bölmüşlerdir. Bu 12 ayın 7 ayı 31 gün, 4 ayı 30 gün, Şubat ayı da 28 gün olarak hesaplanır. Her mevsim 3 aydır. Bir ayda 4 hafta, bir yılda 52 hafta vardır.
Bir hafta 7 gün, bir gün de 24 saattir. Bir saat 60 dakikadır. Saat zaman ölçüsü birimidir. Tarihlerin belirlenmesinde kolaylık sağlayan bir başka zaman ölçüsü birimi de yüzyıldır. Yüz yıllık zaman parçasına yüzyıl (Asır) denir. Çok eski olaylar kolaylık olsun diye yüzyıllarla belirlenir.


Yeni bir yıl başlarken : Biten yıl neler yaptığımızı, neler öğrendiğimizi gözden geçiririz. Çevremize yararlı olup olmadığımızı, zamanımızı iyi kullanıp kullanmadığımızı düşünürüz.
Her yeni yıl; yeni atılımlar, teni umutlar, kısaca yenilikler yılıdır. İnsanlık her yeni yılda tarihini yeni başarılar, yeni buluşlar, her alanda ilerlemelerle zenginleştirir.
Bizim de bu hızlı gidişe ayak uydurmamız, yeni yılda daha çok çalışarak daha başarılı olmamız gerekir.
Her yeni yılda yakınlarımızın, arkadaşlarımızın yeni yılını kutlarız. Yeni yılın başarılı, verimli olmasını dileriz.

DÖRT MEVSİM MASALI
Bir zamanlar Toprak Ana, evinde yalnız yaşıyormuş. Yalnız yaşamak zormuş, bu yüzden canı çok sıkılıyormuş. Bir gün kalkmış, gök kralına misafirliğe gitmiş. Sarayın kapısına varınca, gürültüler, patırtılar duymuş. Kapıdaki nöbetçiye, “bunların ne olduğunu” sormuş.
Nöbetçi:
― Ne olacak, demiş. Mevsim kardeşlerin gürültüsü. İkisi kız, ikisi oğlan dört yaramaz çocuk var. Kavga edip duruyorlar.
Toprak Ana :
― Onları bana gönderin, demiş. Ben yalnızım, biraz da benimle otursunlar.
Nöbetçi Toprak Ananın isteğini krala söylemiş. Kral da “Peki” demiş. Toprak Ana bunun üzerine evine dönmüş, mevsim kardeşleri beklemeye başlamış.
Önce en küçük kardeş gelmiş. Pembe, beyaz saçlı, güzel bir çocukmuş. Toprak Anaya :
― Benim adım İlkbahar, demiş. Size ufak bir armağan getirdim.
İlkbahar, çantasını açmış, çantasından tomurcuklanmış dallar, renk renk çiçek demetleri, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar çıkarmış.
Çok geçmeden ikinci kardeş gelmiş. Tombul, kırmızı yanaklı bir kızmış. Adı da Yaz’mış. Kardeşine :
― Haydi çekil bakalım, bak, ben geldim, demiş. Sonra po da çantasından çilek, kiraz, şeftali, erik gibi meyveler çıkarmış, bunları Toprak Anaya sunmuş.
Derken üçüncü kardeş gelmiş. Sarı sapsarı bir çocukmuş. Toprak Ana’ya :
― Ben sonbaharım demiş. Yalnızlığı, sessizliği çok severim, demiş. Sonra da kuşları kovmuş, her yeri sarıya boyamış. Ortalığa bir sessizlik çökmüş. Tam bu sırada dördüncü kardeş gelmiş. Çiçekleri, meyveleri dağıtmış, cebinden beyaz bir su çıkarmış, bu suyla her yeri beyaza boyamış. Bir yandan da :

― Benim adım kış, benim adım kış diye bağırıyormuş.
Dört kardeş de Toprak Ananın evinden gitmek istememiş. Kavgaya tutuşmuşlar. Ortalık alt üst olmuş. Toprak Ana kızmış :
― Beni dinleyin, demiş. Ya sırayla gelin, evimde üçer ay misafir kalın, ya da çekilip gidin. Hepinizi birlikte istemiyorum.

― Bunun üzerine mevsim kardeşler düşünmüşler. Aralarında anlaşıp Toprak Anaya, “peki” demişler. İşte o günden beri sırayla geliyor, Toprak Anada üçer ay misafir kalıyorlar.

Yaşlılar Haftası

Ülkemizde her yıl 18–24 Mart tarihleri arası "YAŞLILARA SAYGI HAFTASI" olarak kutlanmaktadır.

Her insan için değişik mana ve önem ifade eden yaşlılık, hayatın çok özel bir dönemidir. Yaşlılarımız dün ile bugün arasında köprü kuran, kültürümüzü ve değerlerimizi yarınlara taşımamızı sağlayan en değerli varlıklarımızdır. Yaşlılık dönemi itibar gerektirmektedir bu aynı zamanda bir minnet borcudur. Yaşlı bireylerin toplumla bütünleşmesi, daha aktif olması ve yaşama bağlı kılınmaları gerekir.

Bir ömrün büyük kısmını topluma ve ülkeye hizmetle geçirmiş insanların, yaşlandıkları ve bakıma muhtaç oldukları dönemde ömürlerinin sonuna kadar insan onuruna yakışır bir şekilde bakım talep etme hakları vardır. Ailelerinden ve çocuklarından bu hizmeti çeşitli nedenlerle alamayanlara bu hizmet imkânlar ölçüsünde Devletimiz tarafından verilmektedir. 

Devleti halka hizmet etme aracı olarak gören hükümetler, bir sınıf ve kesimin değil, bütün vatandaşlarımızın refah ve mutluluğunu sağlayacak sosyal politikalar yürütmeyi, bu bağlamda yoksullar, bakıma muhtaç yaşlılar, çocuklar ve işsizler için özel programlar oluşturmayı, zor durumdaki vatandaşlarımıza, terkedilmiş ve kimsesizlik duygusu yaşatmamayı hedeflemelidir. 

Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğümüz, insanımızın değer yargıları arasında var olan yaşlıya sevgi, dayanışma ve saygı yaklaşımını, değişen toplum yapısı içinde ve bilimin ışığında profesyonelce hizmet alanlarına taşıyarak yaşlı vatandaşlarımıza götürülecek hizmetlerin kalitesini ve çeşitliliğini artırmaya yönelik çalışmaları sürdürmelidir. Devletimizin sağladığı imkânlar ve sunduğu hizmetlerin her geçen gün daha mükemmel hale getirilmesini sağlamak öncelikli hedefi olmalıdır. 

Ancak devletimizin çalışmaları yaşlılarımızın sorunlarının çözümü ve toplumda hak ettikleri yeri almaları konusunda tek başına yeterli değildir. Toplumda bu bilincin yerleşmesi, bugüne kadar olduğu gibi gönüllü kuruluşlarımızın ve yurttaşlarımızın katkıları ile yaşlılarımıza daha iyi yaşama koşullarını sağlayabiliriz. Yaşlılarımıza ve onların sorunlarına sahip çıkmak insanlık ve yurttaşlık görevimizdir. 

"Bizleri bugünlere ve geleceğe hazırlayan yaşlılarımız için hayatı kolaylaştırmak ve kimseye muhtaç olmadan yaşamalarını sağlamak devletimizin öncelikli görevleri arasındadır."
Unutmayın ki bir gün herkes yaşlanacaktır.
Büyük Atatürk ne demiştir "Bir milletin yaşlı vatandaşlarına ve emeklilerine karşı tutumu; o milletin yaşama kudretinin en önemli kıstasıdır. Geçmişte çok güçlüyken, tüm gücüyle çalışmış olanlara karşı minnet hissi duymayan bir milletin, geleceğe güvenle bakmağa hakkı yoktur."

Yangından Korunma Haftası

AÇIKLAMA -1-
Ateşin denetimden çıkıp gittikçe büyümesine yangın denir.
Yurdumuzda her 25 Eylülü izleyen hafta Yangın Haftası olarak değerlendirilir. Hafta süresince çeşitli yayın organları ile halka, okullarda öğrencilere yangının zararları anlatılır. Korunma yolları ve alınması gereken önlemler belirtilir.


Yurdumuzda itfaiye örgütü kurulmadan önce Davud isimli biri Fransa'da gördüğü Didon denilen yangın tulumbasından esinlenerek, ilk yangın söndürme aracını yaptı. Tulumbayı taşıyan, yangını söndüren kişilere Tulumbacı denirdi. Her mahallenin tulumbacıları ayrı idi. Kentin bir yerinde yangın çıkınca, tulumbacılar, tulumbalarını sırtlarına alır, bağıra bağıra koşarak yangın yerine giderlerdi.
Ülkemizde ilk yangın söndürme örgütü 1914 yılında kuruldu. Yangın söndürme örgütüne İtfaiye, yangını söndüren görevlilere de İtfaiyeci denir.
Eskiden kentin yüksek bir binasının tepesinde ya da yangın gözlemek için özel olarak yapılmış bir kulede gözcü bulunurdu. Herhangi bir yerde çıkan yangını gözcüler, tulumbacılara bildirir, tulumbacılar da tulumbayı sırtlar, sokaklarda bağıra bağıra yangın yerine gelirler ve yangını söndürürlerdi.
Yangın söndürme görevi 25 Eylül 1923 tarihinde belediye hizmeti olarak kabul edildi. Bugün belediyelerde ve büyük endüstri kuruluşlarında itfaiye örgütü vardır.
İtfaiyenin yangın söndürmede kullandığı araçlar şunlardır:
  • İçi su dolu tankerler,
  • köpük depolanan ve püskürten aygıtlar,
  • üstünde birbiri içine giren, açıldığında çok yükseklere uzanan merdiven bulunan taşıt araçları,
  • kazma,
  • kürek,
  • ip,
  • çengel,
  • hortum ve
  • benzerleridir.

Bilim ve tekniğin ilerlemesiyle motorlu araçlarda ve yapılarda itfaiye gelinceye dek kullanılan yangın söndürme tüpleri yapıldı. Yangın anında bu tüpleri kullanabilmemiz için, nasıl kullanıldığını ve nerede bulunduğunu bilmemiz gerekir.
Yangın çıkar çıkmaz komşularımıza haber verip onların yangına karşı önlem almasını sağlarız. Böylece komşularımız yangından zarar görmemiş olurlar. Yangının söndürülmesinde de bize yardımcı olurlar.

Yangın çıktığında bu ilk girişimlerle birlikte, yangının çıktığı yeri, varsa itfaiye örgütüne bildirmemiz gerekir. Yanma olayının nedeni, havada bulunan oksijendir. Yangın çıkar çıkmaz yakınımızda yangın söndürme tüpü varsa onu kullanarak ateşin üstünü köpükle kapatmalıyız. Tüp yoksa ateşi kum, halı, kilim, battaniye vb. ile örtüp hava almasını önlemeliyiz. Biz bu önlemleri almakla ateşin hava ile olan ilişkisini kesmiş oluruz. Böylelikle hava içinde bulunan oksijen ateşle birleşemez. Yangın olayı da sona erer.

Yangının Başlıca Nedenleri:
  • Yanan soba kapağının açık bırakılması,
  • Sigaranın söndürülmeden atılması,
  • Gaz lambası veya mumun yanık bırakılması,
  • Çıplak elektrik tellerinin birbirine değmesi,
  • Orman ve korularda yakılan ateşin iyice söndürülmeden bırakılması,
  • Kibrit ve ateşle oynanması,
  • Yanıcı, patlayıcı maddelerin bulundukları yerde sigara içilmesi,
  • Yanan kibritin yere atılması… gibi nedenlerdir.
Dikkatsizlik yüzünden küçücük bir kıvılcımın başlattığı yangın bir mahalleyi yakar, kül eder. Orada yaşayanların ölmesi, yaralanması, evsiz kalması sonucunu doğurur. Ormanda çıkan yangın kısa sürede büyük orman alanlarını yok eder. Geriye verimsiz ve çorak topraklar kalır. İşyerlerinde, fabrikalarda, atölyelerde çıkan yangınlar binaların, makinelerin, tezgahların, fabrika depolarında bulunan malların yok olmasına ve çalışanların işsiz kalmasına neden olur.
Yangına karşı işyerleri, evler, eşyalar, ürünler sigorta ettirilmelidir. Bu durumda yangından zarar görenlerin zararları sigorta şirketlerince ödenir.
Yangınların çoğu dikkatsizlik sonucunda çıkmaktadır.

Bu hafta içinde öğrendiklerimizi yaşam boyu uygulayalım. Yangın çıkmaması için dikkatli olalım. Gerekli önlemleri alalım.

AÇIKLAMA -2-
Deprem, sel ve yangın gibi felaketler; insanların hem canına, hem malına zarar verirler.


Yangın en tehlikeli felakettir. Önüne çıkanı yakar, kül eder. Siler, süpürür, ortadan kaldırır. Tedbirsizlik ve dikkatsizlik yüzünden çıkan yangınlar, büyük zararlar doğurur. En küçük kıvılcımdan, korkunç yangınlar çıkar. Küçük bir odada çıkan yangın, önce eve yayılır, sonra komşu evlere, mahalleye ve kısa bir süre içinde de koskoca bir şehre yayılır.
Kısa bir anda yüzlerce bina yanar, kül olur. Eşyalar, insanlar, hayvanlar yanar, yok olur. Büyük maddi - manevi zararlar meydana gelir.
Hele orman yangınları daha çoktur. Ülkemizin milli serveti olan ormanlar yok olur. Okullarda, radyo ve televizyonlarda yangınla ilgili konuşmalar yapılır. Gazete ve dergilerde bu konuda yazılar yayımlanır. Yangının yaratacağı ve yarattığı zararlar halka anlatılır. Öğrencilerin, bu konuda daha dikkatli olmaları istenir. Yangından korunma yolları öğretilir. Herkese yangın hakkında bilgi verilir.
Yangın dikkatsizlik sonucu ortaya çıkar. Çocukların ateş ve kibritle oynamaları, insanların ormanların içinde gelişigüzel ateş yakmaları büyük yangınlara sebep olur.
Yangından korunmak için ateşle oynamamalıyız. Yanmakta olan ocakta, mangalda ve sobada etrafa ateş parçaları düşürmemeliyiz. Yaktığımız kibriti söndürmeden atmamalıyız. Evde, okulda ve benzeri yerlerde elektrikle oynamamalıyız. Arıza yapar, yangına sebep olur.
Dışarılarda başıboş yanan ateşi toprak, kum örterek, su dökerek söndürmeliyiz. Her binada yangına karşı tedbir almalıyız. Binalarda kum ve su kapları, yangın baltaları, kazma ve kürek bulundurmalıyız. Yangın çıkınca, durumu hemen itfaiyeye bildirmeli, itfaiye gelene kadar yangının büyümesini, yayılmasını engellemeliyiz.

Yangından zarara uğrayanlara Kızılay yardım eder. Böyle bir felakete uğrayan kimselere, Kızılay'ın yardımını beklemeden herkes yardım etmelidir. Hele komşular daha önce yardıma koşmalıdır.

ÜÇÜNCÜ KATTA ÇIKAN YANGIN
Odanın içinde bir yanık kokusu. Hemen anlar kadın.

"Yusuf, kalk, kalk. Yanıyoruz." Hemen fırlar kadın.
"Şamdan nerede, şamdan?" Mumu yakar.
Oda kapısını açmasıyla kapaması bir olur. Dışarıdan içeriye öyle bir duman saldırır ki, gözlerinin içi yanan kadın "ayy" diye bağırır ve aksırmaya başlar. "Yanıyoruz. Alt kat da tutuştu. Kalkın çocuklar." Fakat nereye kaçacaklar? Üçüncü kat.
"Yusuf, Yusuf" Adam şaşkın. Sanki direk. Odanın ortasına saplanmış duruyor. "Zehra, baba, çocuklar."
Kadın bir daha kapıya koşuyor. Fakat gene açmasıyla kapaması bir oluyor.
Bu sefer merdivende alev görüyor ve pencereye koşup avazı çıktığı kadar bağırıyor. Komşular uyanıyorlar. Sokakta bir gürültü kopuyor. Her pencereden bir çığlık, aşağıda komşular.
"Cayır cayır yanacağız, imdat !.." diye bağırıyor kadın. Yalnız karşıki evde, üst kat pencerelerden ona seslenen Koltukçu İbrahim Efendi: "Eda Hanım diyor, sık dişini, şimdi itfaiye gelecek. Çarşaf tutarlar, atlarsınız. korkma, gelecek itfaiye." Kadın çılgına döner. Babuş ağlar, bağırır. Yusuf'la Zehra'da ses yok. İkisi de put. Eda Hanım bir kapıya, bir pencereye koşar. Sonra kocasının yanına yürür: "Yusuf. Sersem !.. Yaktın bizi. Kim bilir şamdanı nasıl tuttun ? Perde mi tutuştu. Ne oldu ? Yanıyoruz. Hep birden yanacağız şimdi, cayır cayır."
Yusuf, kalbi de var onun; elini göğsüne götürüyor. Nefes alamıyormuş gibi bir hali var. Sokakta gürültü, telaş, kıyamet. Odanın içini korkunç bir sıcaklık kaplıyor. Duman doluyor içeriye. Şimdi tutuşacaklar. Artık gözlerini açamaz oluyorlar. Babuş'un sesi de kesiliyor. Boğuldu mu oğlan? "Evladım, evladım."
Eda Hanım gözlerinin içi yanarak, elinde şamdan, çocuğa doğru koşarken mum sönüyor. Zifiri karanlık. Alt kattan ve merdivenden çatırtılar geliyor. Tutuşan tahtaların çatırtısı. Eda Hanım bayılmak üzereyken itfaiyenin çanlarını duyuyor ve pencereye koşuyor.
"Çabuk, a dostlar, çabuk, yanıyoruz, kül olacağız şimdi." Aşağıdan ona bağırıyorlar. Fakat ne söylediklerini anlamıyor. Eğilip bakıyor. Orta katın pencerelerinden alevler fışkırmakta. Gene haykırıyor, haykırıyor. Koltukçu İbrahim Efendi'nin sesi ona: "Korkma, çarşaf geriyoruz. Önce çocuklar, sonra siz." diyor. "Kim o? Kimsin sen?" "Biz itfaiye. Korkma hanım, önce çocuklar atlasın. Haydi çabuk."
Eda Hanım, yanıbaşına kadar gelen Babuş'u kapıyor, pencereden aşağı fırlatıyor. Gene aynı ses : "Tamam, kurtuldu o, şimdi öteki." Arkasından Zehra Hanım atlıyor. Sonra Eda Hanım, fakat çarşafın üstüne düşer düşmez bayılıyor.
Peyami SAFA

Vergi Haftası

Kamuoyunda sağlıklı bir vergi bilincinin oluşturulması ve toplumun tüm kesimlerine benimsetilmesi için 1990 yılından itibaren her yıl Mart ayının son haftası “Vergi Haftası” olarak çeşitli etkinliklerle kutlanmaktadır.

Vergi nedir?
Vergiyi kısaca devletin gerçek ve tüzel kişilere yüklediği ekonomik yükümlülük, olarak açıklayabiliriz. Devletin bizlere yani vatandaşlara yüklediği bu ekonomik yükümlülüğün asıl işlevi, devlet harcamalarını karşılayarak yol, su, elektrik, sağlık gibi altyapı hizmetlerini sağlayabilmektir. Vergi ödemenin en temel ilkelerinden biri, toplumsal sınıf farkı tanımadan tüm vatandaşların bu görevi yerine getirmeleridir.

Kim, ne kadar vergi öder?
Devletin belirlediği vergileri öderken, vergi ödeyen kişilerin, kamu hizmetlerinden yararlanma düzeyi kesinlikle göz önünde bulundurulmaz, bu tamamen kişilerin ödeme gücüyle orantılı bir paylaşımdır. Yani, A ile B'nin devletten yararlandığı hizmetler kesinlikle göz önünde bulundurulmamaktadır. Vergiler ödenirken devlet, sadece vatandaşlarının gelir düzeyine bakar ve kişilerin ödeme gücüne bağlı olarak bir ödeme sistemi geliştirir. A'nın aylık gelirinin B'den daha fazla olduğunu düşünürsen A, B'ye oranla devlete daha fazla vergi ödeyecektir.

Vergilendirmenin asıl işlevleri nelerdir?
Devlete kaynak yaratarak, yatırım ve harcamalarını karşılanmasını sağlar. Büyümeye katkıda bulunarak, gelir ve servet paylaşımını düzenler. Devletin sağlamakla yükümlü olduğu sağlık, güvenlik gibi temel hizmetleri ve altyapı hizmetlerinin gerçekleşmesini sağlar.

Vergi türleri nelerdir?
Vergiler, dolaylı vergi ve dolaysız vergi olarak genel bir şekilde ikiye ayrılır. 

Dolaylı vergi; kişilerin devletten bir hizmet almaları veya bir malı satın almaları sonucunda meydana gelir. Örneğin; oturduğun semtin marketinden aldığın çikolata ve meyve sularını alırken bile, devlete belli bir oranda vergi ödersin. Bu vergileri, K.D.V. ve Tekel vergisi olarak da sayabilirsin. 

Dolaysız vergi ise, ticaret ile uğraşanların kazandıklarından veya bir iş yerinde ücretli olarak çalışan memur ve işçilerin ücret ve maaşlarından kesilen vergidir. Bir örnek gerekirse, anne veya babanın çalıştığı iş yerlerini düşünebilirsin. Devlet, anne ve babanın her ay aldığı maaşın belirli bir oranı kadar vergi alır. Devlet, bu vergileri çalışan ve maaşı olan her vatandaşından keser.

Vergi ödemenin yararları nelerdir?
Aynı ülkede yaşayan, devletin sunduğu hizmetlerden yararlanan vatandaşlar olarak hepimizin devlete vergi ödemesi gerekir. Bu ödediğimiz vergiler ile devlet bizlere çeşitli olanaklar sağlamaktadır. Devlet, vatandaşlarının çok daha rahat yaşayabilmesi için, biz vatandaşlardan aldığı vergiler ile halkına çeşitli kullanım olanakları yaratır. Bu olanakları, eğitim aldığın okulu yaptırmak, kullandığın suyu veya televizyon seyredebilmen için harcadığın elektriği evine getirmek olarak sayabiliriz. Vergi ödemek, bir ülkede yaşayan her vatandaşın en kutsal görevlerinden biridir. Devletin de bu vergilerden topladıklarıyla en iyi şekilde hizmet sunması da, vatandaşlarına karşı yerine getirmesi gereken en önemli görevlerden biridir.

Veremle Savaş Haftası

İnsanların sağlığı için en tehlikeli hastalıklardan biri de veremdir. Verem hastalığına halk arasındaince hastalık, tıp dilinde tüberküloz denir. Bulaşıcı bir hastalık olan verem mikrobunu Robert Koch adında bir Alman doktoru bulmuştur. Onun için verem mikrobuna Koch Basili denir.
Bu mikrop insan vücuduna solunum ve sindirim yoluyla girer. Çabuk fark edilip önlem alınmazsa vücudu kemirir, zayıflatır. Ölüme neden olur.

Mikroplar hangi organa yerleşirse hastalık o organın adı ile anılır. Akciğer veremi, kemik veremi, gırtlak veremi, deri veremi, ilik veremi.. gibi.
Verem, insandan insana, hayvandan insana geçer. En yaygın olanı akciğer veremidir. Tıp bilimi ilerledikçe verem mikrobunu yok edici ilaçlar yapıldı. İnsanları bu hastalıktan korumak için aşılar bulundu. Verem aşısına B.C.G. aşısı denir.

Verem aşısı ülkemizde ilk kez 22 Aralık 1952 tarihinde yapılmaya başlanmıştır. Bu aşıyı sağlık kuruluşlarında bütün insanlar ücretsiz olarak yaptırabilir. Zaman zaman kent, kasaba ve köylerde B.C.G. aşı kampanyaları açılır, aşı yapılır. Bu aşı okullarda öğrencilere de uygulanır.
B.C.G. aşısı yapıldığında verem mikropları vücudumuza girse de bizi hasta etmezler. Son yıllarda verem hastalığı ile yapılan savaş başarıya ulaşmış, hastalık önemli ölçüde azalmıştır.
Yurdumuzda veremle savaşmak, kişilerin vereme yakalanmasını önlemek, hasta olanları sağlığa kavuşturmak amacı ile Verem Savaş Dernekleri kurulmuştur..verem Savaş Dernekleri; halkı verem tehlikesine karşı uyarır. Onları bu konuda aydınlatır. Hastalanmamak içi neler yapılması, nelerin yapılmaması konusunda bilgi verir.
Veremli hastaların sanatoryum denilen verem hastanelerinde iyileştirilmelerini sağlar. Ayrıca zayıf yapılı, kolaylıkla vereme yakalanabilir kişilerin prevantoryum denilen dinlenme yerlerinde bakımlarına yardımcı olur.

VEREMDEN KORUNMAK İÇİN ALINACAK ÖNLEMLER
  1. Havasız yerlerde kalmamalıyız.
  2. Dengeli beslenmeliyiz.
  3. B.C.G. verem aşısını yaptırmalıyız.
  4. Veremli hastaların eşyalarını kullanmamalıyız.
  5. Veremli hastanın tabağından yemek yememeli, bardağından su içmemeli, kaşık ve çatallarını kullanmamalıyız.
  6. Öksüren, hapşıran insanlardan uzak durmalıyız.
  7. Açık ve temiz havada dolaşmalıyız.

VEREM HASTALIĞININ BELİRTİLERİ
  1. Geceleri terleme ve hafif ateşlenme,
  2. Kesik kesik öksürükler,
  3. Halsizlik ve devamlı yorgunluk hali.
  4. İsteksizlik
  5. İnsan vücudunda zayıflama belirir. Zayıflama ilk iki ay içerisinde yavaş, sonraki aylarda daha hızlı görülür.

VEREM AŞISINI BULAN (Robert Koch)
Robert Koch 1843 Aralığında Orta Almanya’nın bir köyünde doğdu. Bu dağ köyünde çocuklar oyun oynamak için kalabalık gruplar meydana getirirlerdi. Bir madencinin oğlu olan Koch da bunlarda biriydi, fakat bu çocuk bütün arkadaşları gibi gruplar içinde oynamanın yanı sıra sık sık yalnız başına kalıp çevresini incelemekten çok hoşlanırdı. Robert Koch çiçeklerin, böceklerin adlarını öğreniyor, kelebekleri inceliyor ve bu hayvanları hareket ettiren gücü araştırıyordu. Bir hamam böceği nefes alıp verebiliyor muydu ? Yüreği var mıydı ? Küçük Koch gelecekte bunları öğrenmeyi kafasına koymuştu.
İlk, orta öğrenimini başarıyla tamamladıktan sonra Tıp Fakültesine yazıldı. Ciddiliği ve çalışmasıyla dikkati çekiyor, eğlenceye hiç zaman ayırmayarak durmadan okuyor ve sistemli bir şekilde araştırıyordu. 1862’de Tıp Fakültesini başarıyla bitirerek Hamburg Hastanesi doktor yardımcılıklarından birine atandı.
Sabırlı, çalışkan bir kişi olan Doktor Koch, çevresindeki insanların kendisine üstün bir değer verdiklerini görüyor ve bu saygıyı kötüye kullanmayarak tükenmez bir çabayla araştırmalarına devam ediyordu. İnsanların hastalıkların pençesine düşmelerinden, birden bire sararıp solarak mum gibi eriyip gitmelerinden hayrete düşüyor, bunun nedenlerini öğrenmek istiyordu.
Bu soruların cevaplarının laboratuarındaki mikroskopta gizli olduğunu biliyordu. 1880 yılında Berlin Sağlık Kurulu’na atandı. Bu atama onun araştırmalarını genişletmesine yaradı. Gerçekten de işe başladıktan iki yıl sonra verem hastalığıyla ilgili ilk önemli araştırması yayınlandı.
1882 yılında bir gece hasta bir akciğer parçacığının dokuları içinde boyama usulüyle kahverengine boyanmış bir çok canlının kıpırdadığını gördü. İşte bunlar insanların bela olan verem hastalığının mikrobuydu.
Bu önemli buluş bütün dünya bili alanında büyük bir ilgiyle karşılandı ve büyük yankılar uyandırdı. Bu arada bir çok bilgin ve doktorla birlikte Hindistan, Afrika ve Japonya’ya geziye çıkan Koch, uyku hastalığı, malarya, tifüs gibi hastalıklar üzerinde incelemeler yaptı. Kolera hastalığını meydana getiren vibrion basilini buldu. Bütün bu keşiflerinden ötürü de 1905 Nobel ödülünü kazandı.
Yaşadığı sürece tıp konusundaki araştırmalarıyla insanlığa hizmet eden, bir çok eser yayımlayan Dr. Koch, 67 yaşındayken 1910 yılında kalp yetersizliğinden öldü.

Vakıflar Haftası

AÇIKLAMA -1-
Bir hizmetin sürüp gidebilmesi için, kişilerin kendi istekleriyle bağışladıkları para ve mülklere “ Vakıf” denir. Bağışlanan mülklerin, eserlerin geleceğe sağlıklı kalabilmeleri korunmalarına bağlıdır. Geçmişin geleceğe taşınması ve yaşatılması vakıfların görevi arasındadır.
İnsanlar arasında sosyal dayanışmanın sağlanması, yardımlaşmak, birbirine destek olmak, acı ve mutlu günleri paylaşmak, sevgi ve saygı tohumlarını atabilmek için fertler arasındaki ilişkilerin iyi olması gerekir.
Vakfın tarihçesi çok eskilere dayanır. Dinimiz yardımlaşmayı ve ihtiyacı olanlara destek olmayı dini temeli saymıştır. Vakıflar Osmanlılar zamanında daha da yaygınlaşmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da etkinliğini aynı ölçüde sürdürmüştür. 5 Haziran 1935’te çıkan bir kanunla “Vakıflar Genel Müdürlüğü” kuruldu. Ülkemizdeki vakıfların hepsinin yönetimi, bu teşkilata verildi.
Vakıflar eğitime, öğretime, belediyelere, sağlık işlerine, yoksullara hizmet ederler. Vakıf tarafından yardım alan kişilerin adları, kurum tarafından açıklanmaz.
Ülkemizin sosyal, ekonomik, kültürel ve yurt savunmasında vakıfların yardımlar büyüktür. Bu kadar güzel bir hizmetin sürekliliğini sağlamak hepimizin görevidir. Vakıflara yardım ederek gelirlerini çoğaltmak ve çalışmalarını desteklememiz gerekir.
Vakıfların toplumsal yaşamımızdaki hizmetlerini şöyle sıralayabiliriz:
  1. Dini hizmetler
  2. Sağlık hizmetleri
  3. Eğitim ve öğretim hizmetleri
  4. Aş evi hizmetleri
  5. Sosyal hizmetler
  6. Sanat ve kültür hizmetleri
  7. Para yardımı
  8. Milli savunma hizmetleri
  9. İktisadi hizmetler
  10. Ulaştırma hizmeti
  11. Spor hizmetleri
İnsanlardaki yardım duygusunu geliştirmek, dayanışmanın önemini anlatmak ve insanların gönül zenginliğine ulaşmasına yardımcı olmak amacı ile her yıl Mayıs Ayının 2. Pazartesi günüyle başlayan hafta “Vakıf Haftası” kutlanmaktadır.

AÇIKLAMA -2-
Bir hizmetin gelecekte de hizmet olarak devamını sağlamak amacıyla kendi istekleri ile resmi yollarla bağışlanan mülk ve paralara vakıf denir. Türk toplumunda vakıfların çok eski bir geçmişi vardır. Eskiden bağışlanan hanlar, hamamlar, yapılan köprüler, çeşmeler, okullar ve camiler buna örnek olarak verilebilir. Bağışlanan bu eserlerin geleceğe sağlıklı kalabilmeleri korunmalarına bağlıdır. Geçmişin gelecekte yaşatılması da vakıfların görevleri arasındadır.
Bu eserlerin korunması ve verilen hizmetin devamını sağlamak için Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Bütün bu eserler, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarılır, kiraya verilir, gelirleri toplanır. Toplanan bu gelirler eserlerin korunması, kimsesizlere yardım ve çalışanların maaş alacakları olarak harcanır. Türkiye’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün malı olan bir çok dükkan ve iş yeri bulunmaktadır.
Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağlı vakıf eserleri sayısı 7500 civarındadır. Vakıflar Genel Müdürlüğü bu gelirler dışında devlet tarafından da desteklenmektedir. Bunun için her yıl bütçeden belirli bir miktarda ödenek ayrılmaktadır.
Vakıflara bağlı öğrenci yurtlarında öğrencilerin barınma, yiyecek ve giyecek ihtiyaçları karşılık beklemeden sağlanır. Düşkümler ve yoksullar için aş evleri açıp onların daha sağlıklı yaşamalarına katkıda bulunulur. Sağlık hizmetleri veren vakıflar da aynı hizmetleri insanlara sunarlar. Vakıflar Genel Müdürlüğü ve vakıfların hizmetlerini anlatmak amacıyla her yıl 3 – 9 Aralık tarihleri arasında Vakıflar Haftası kutlanır. Hafta boyunca vakıfların çalışmaları hakkında bilgi verilir. Radyo ve televizyonlarda, okullarda konu ile ilgili konuşmalar yapılır. Okullarda vakıf eserlerini tanıtıcı duvar gazeteleri düzenlenir. Gidilebilecek vakıflar ve vakıf eserlerine geziler düzenlenir.
Tarihin izlerinin yaşandığı bu eserlere sahip çıkalım. Yaşamaları için yardım edelim. Vakıf eserlerini korumak için yardımcı olalım. Hayırlı iş yapmanın en emin yolu vakıflara yapılan bağışlardır.
Mehmetçik Vakfı, Milli Eğitim Vakfı, Kalp Vakfı gibi vakıflar kendi alanları ile ilgili hizmet vermektedirler.

Tutum Yatırım Haftası

İnsanların parasını, malını eşyalarını, zamanını ve sağlığını gerektirdiği gibi korumak ve kullanmasına tutumlu olmak denir. Tutumluluk hiçbir zaman cimrilik demek değildir.
Tutumlu insan eşyasını, malını düzenli ve temiz kullanır. Zamanını boşuna harcamaz. Kendisine ve çevresine yararlı işlerle geçirir gününü. Böylece kötü alışkanlıklardan da kurtulur. Mutlu ve güvenli olur.

İnsanlara insan oldukları için sahip olmaları gereken bir takım hakların bulunduğu fikri ilk kez İngiltere’den ortaya atıldı.19. Yüzyılda Amerika ve diğer bir çok ülkelere yayılan bu fikir akımından sonra 1789 Fransız İhtilali Avrupa’da insan haklarının kabul edilmesini ve uygulanmasını sağlamıştır.
Amerikan Cumhurbaşkanı Roosvelt ile İngiliz Başkanı Churcill tarafından imzalanıp duyurulan Atlantik Beyannamesinde insan hakları genişletildi. Bu beyannamede insanlara millet, inanç, ırk ayırımı gözetmeksizin herkes için eşit haklar konmuş ve yasaların korumasına verilmiştir.
Yalnızca kendimize ait olanı değil, elektriği, suyu, yiyecekleri, okulda kullanılan eşyaları, bize ait olmayan eşyaları kendimizinmiş gibi özenle korumalıyız. Topluma ve arkadaşlarımıza ait olan eşyalara zarar vermemeliyiz.
Tutum ve yatırım, ülkeler için de önemli bir konudur. Çünkü devletler de gelirleriyle giderlerini dengelemek zorundadır. Bir devlet eğer gelir ve giderlerini iyi ayarlarsa; gelir kaynaklarını iyi yatırımlarda kullanırsa kalkınır, zenginleşir ve hiçbir devlete bağımlı kalmaz.
Yurdumuz cumhuriyet döneminde yeni savaştan çıkmış bir ülke idi. Yurdumuzun her köşesi çok büyük zararlar görmüştü. Ellerinde bir şeyleri kalmayan halk yoksulluk içerisinde kıvranıyordu. Atatürk bu duruma çok üzülüyor ve bu durumdaki halka bir şeyler vermek istiyordu.
Atatürk 1923 yılında İzmir İktisat Kongresini topladı. Bu kongrede yurdun bağımsızlığının korunması, yerli mallar üretilmesi ve kullanılması kararlaştırıldı. Dönemin başbakanı İsmet İnönü 12 Aralık 1929 tarihinde T.B.M.M.’de bir konuşma yaptı. Konuşmasında ulusal ekonomi, yerli malı ve tutumlu olma konularını anlattı.
12 Aralığı kapsayan hafta “Tutum Yatırım ve Türk Malları Haftası” olarak kutlanmaktadır. Cumhuriyet döneminde temelleri atılan kendi kendine yeter bir toplum olmadaki ilk adım bugün de devam etmektedir.
Tutum ve yatırım alışkanlığı küçük yaşlarda kazanılır. Ders araçlarını, giysilerini, harçlığını tutumlu kullanan çocuk bu güzel alışkanlığı büyüyünce de devam ettirir. Küçükken boşa akan su musluğu, gereksiz yanan lambayı kapatan çocuk bu güzel alışkanlığı büyüyünce de devam ettirir. Okul çağlarında zamanı iyi değerlendirme alışkanlığı kazanan insan bu huyundan vazgeçmez. O nedenle çocukları küçük yaşlarda tutumlu olmaya özendirmeliyiz.
Tasarruf yapmak, milli kaynakların işletilmesi, yerli fabrikalar kurulması, paranın dış ülkelere gitmesini önlemek, temel tüketim maddelerini öz kaynaklardan karşılamak, ekonomimizi geliştirmek bu haftanın belli başlı amaçları içindedir.
Okullarımızda 12 – 18 Aralık tarihleri arasında kutlanan bu haftada tutum, yatırım ve Türk malları hakkında bilgi verilir. Şiirler okunur, konuşmalar yapılır, skeçler ve oyunlar oynanır. Yerli mallarımız tanıtılmaya çalışılır.

Türk Standartları Haftası

Türk Standartlar Enstitüsünün 19.8.1993 tarihli teklifi üzerine. Millî Eğitim Bakanlığınca her yıl ekim ayının üçüncü haftası. Standartlar Haftası olarak kutlanması kabul edilmiştir.
Bu hafta da;
Türk Standartlar Enstitüsünün kuruluş amaçları ve görevleri, 
Standardın ne olduğu ve yararları, 
Tüketicinin korunması ve sağladığı yararları, 
TSE ve kalite konuları hakkında öğrencilere bilgi verilir 
Radyo ve televizyonlarda Türk Standartları Enstitüsü hakkında halk bilgilendirilir. 
Hatalı ve bozuk mal alındığında ne yapılması gerektiği açıklanır. 
Aldatıcı ve haksız reklâmların zararları anlatılır. 
TSE damgası ve garanti belgesinin önemi açıklanır

TÜKETİCİYİ KORUMA HAFTASI

Belirli bir hizmetin, ihtiyaçları karşılayacak üretimin, ekonomiye ve teknik amaçlara uygun ölçüde üretmek için; özelliklerini belirleme ve tek biçime sokma işlemine "Standardizasyon" denir.

Standardizasyon çalışmaları sonucu ortaya çıkan; belge, doküman veya esere "Standard" adı verilmektedir.

Ülkemizde standardizasyon çalışmaları 1930 yılında başlamış, 1936'da "Standardizasyon dairesi", 1954'de de "Türk Standartları Enstitüsü" kurulmuştur. 18 Aralık 1960 yılında yürürlüğe giren bir yasa ile TSE yeniden oluşturulur ve 16 Mayıs 1985 tarihli 3205 sayılı yasa ile TSE Kurumu bugünkü yapışma kavuşturulur. TSE'nin görevi; her türlü standardizasyonu hazırlamak ya da hazırlatarak, uygun bulduklarım Türk Standartları olarak kabul etmektir.

Standardizasyonun amaçları:

1. Üretimde ve malların değişiminde işgücü, malzeme, güç kaynağı vb. faktörlerde en yüksek düzeyde tasarruf sağlamak.
2. Tatmin edici mal ve hizmet üretimini sağlayarak tüketici çıkarlarım gözetmek.
3. İnsan yaşamının sağlık ve güvenliğini korumak.
4. İlgili grupların, birbirleriyle olan bilgi alışverişini ve anlaşmalarım kolaylaştırmak.

İyi bir tüketici satın aldığı ürünün. TSE veya TSEK markalı yani, Türk Standartlar Enstitüsü Kurumu işareti olmasına dikkat etmelidir.

Ülkemizi gelecekte yönetecek olan çocuklarımızın ve gençlerimizin kalite ve standardizasyon bilinç ve kültürünün oluşması için; Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu'nun aldığı kararla; ilköğretim, lise ve dengi okullarda "Tüketicinin Korunması Kolunun” her yılın "Ekim ayının 3. haftasının "Standartlar Haftası" olarak kutlanmasını, orta öğretim kurumlarının öğretim programlarına "Standardizasyon ve Kalite -1" dersinin seçmeli ders olarak alınması uygun görülmüştür.

Tüketicileri korumak için, Dernek ve Vakıf şeklinde sivil toplum örgütle-ri kurulmuştur. Bu kuruluşlar alışverişlerinde insanları aydınlatmakta ve tüketici haklarım korumaktadırlar.

Türk Dil Bayramı

İstanbul’da Dolmabahçe Sarayında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayının açılış günü olan 26 Eylül, Dil Bayramı olarak kutlanmaktadır.

Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli kültür kurumlarından biri olan Türk Dil Kurumu 69 yıl önce, 12 Temmuz 1932’de kurulmuştu. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde dil ve tarih, Atatürk’ün en çok önem verdiği olgulardı. Önce 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kuruldu. Uluslaşmanın en önemli temellerinden bir diğeri de dil idi. Bunun bilincinde olan ulu önder Atatürk, 11 Temmuz 1932 gecesi sofrasında bulunanlara “Dil işlerini düşünmek zamanı gelmiştir. Ne dersiniz?” diye sorar. Oradakilerin bu düşünceye katılması üzerine “Öyle ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş bir dil cemiyeti kuralım. Adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun.” diyerek Türk Dil Kurumunun temellerini atar. Ertesi gün Samih Rifat, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri İçişleri Bakanlığına başvururlar. Sonradan adı Türk Dil Kurumuna çevrilecek olan Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulur. 

Cemiyetin kuruluşuyla birlikte başlayan çalışmalar sürerken, Türk Dil Kurultayının hazırlıkları da başlamıştır. Bu coşku ve heyecan içerisinde Türk Dil Kurultayı toplanır. Kurultaya çok sayıda bilim adamı, gazeteci, yazar, devlet adamı ve sanatçı katılır. Atatürk, Kurultayı baştan sona kadar izlemiştir. Türkçenin gelişmesi, özleşmesi, zenginleşmesi yolunda Türk Dil Kurultaylarının çok önemli yeri vardır.

Türk Büyükleri Günü

Sinan, Türk mimarlık sanatının en büyük ustalarından biridir. Yurdumuz onun ölümsüz yapıtları ile doludur. Sinan'ın eserleri bugün bile görenleri hayran bırakmaktadır. Eserlerinde incelik, sağlamlık ve güzellik göze çarpar.
 

Sinan'ın eserleri gün görmüş, hoş görülü bilge kişiler gibidir. Yüzyıllar ötesinden sabırlı, ağırbaşlı, eşsiz güzellikle­ri ile bize bakarlar. Yeryüzünde bu duyguyu veren az sayıda sanat yapıtı vardır. Dünyanın öbür köşelerinden Sinan'ın eserlerini yakından görmek için her yıl yurdumuza binlerce turist gelir. Beğeni, şaşkınlık, güzel bir sanat yapıtı karşısında duyulan coşku ile izlenen yapıtları övünç kaynağımızdır.
Sanat anlayışında meydana gelen değişikliklere rağmen O'nun eseri, değerini korumaktadır. Kötü doğa koşulları, yağmurlar, rüzgarlar, seller, depremler bu eserlerin güzelliğini, sağlamlığını, inceliğini bozamamıştır. Sinan'ın büyüklüğü, yapılarının ölmezliği, buradan gelmektedir.
Türkler güzel sanatların, mimari, süslemecilik, oymacılık ve yazı (hat) dallarında eşsiz eserler ortaya koymuştur. Bütün dünyanın beğenisini kazanan bu yapıtlar müzelerimizin en değerli hazinesidir.

Mimarlık alanındaki yapıtlarıyla kendini dünyaya kabul ettiren Mimar Sinan bazı kaynaklara göre 29 Mayıs 1490 günü Kayseri'nin Kesi bucağına bağlı Ağırnas köyünde doğmuş. Çocukluğunda arkadaşları bilinen oyunları oynarken O; bahçelere, bağlara su yolları, köprüler, topraktan kaleler, evler yapardı.

Yaşadığı devirde Anadolu'nun genç ve sağlıklı çocukları köylerinden, yurtlarından devşirilir, saraya getirilirdi. Eğitimlerine özen gösterilen bu çocuklar, sonradan yeniçeri olarak veya devletin öteki işlerinde görevlendirilirdi.
Sinan, Yavuz Sultan Selim zamanında devşirilerek İstanbul'a getirildi. Sarayda acemi oğlanlar okuluna verildi. Bu okulda okuma yazmanın yanı sıra uygulamalı sanatlar da öğretiliyordu. Sinan marangozluğu seçti. Ünlü ustaların yanında cami, han, çeşme ve hamamların yapımında çırak olarak çalıştı. Sonra askeri mimar olarak görev yaptı. 1535'te Osmanlı ordusunun İran seferi sırasında Van'ı almaya giden askerler arasında Sinan'da vardı. Van Gölü kıyısında askerlerin karşıya geçmesi için gemi yapılması gerekti. Bu iş Sinan tarafından gerçekleştirildi. Barbaros Hayrettin Paşa ile İtalya sahillerini dolaştı, bu arada Bağdat seferine katıldı. Savaşta köprüler yaparak orduya zafer yollarını açtı.

Sefer dönüşü Sinan tümüyle mimarlık mesleğine girdi. Mimar Hasekisi sanını aldı. 1538'de saraya mimarbaşı oldu.
O yıllarda Osmanlılar; dünyanın büyük bir bölümüne egemendi. Sinan İstanbul'da Bizans mimari eserlerini inceledi. Yavuz Selim'in doğu seferlerine, Kanunî Sultan Süleyman'ın batı seferlerine katıldı. Dünyanın ünlü mimarî yapıtlarını yakından gördü, onları incelemek fırsatını buldu. Hiç bir zaman gördüklerini taklit etmedi.
Sinan'ın bilinen 315 eseri vardır, bunun 73'ü cami, 49'u mescit, 50'si medrese, 7'si kitaplık, 17'si imaret, 6'sı hastane, 7'si su kemeri, 7'si köprü, 18'i kervansaray, 5'i buğday deposu, 31'i hamam, 18'i türbedir.
İlk eseri Kanunî Sultan Süleyman'ın oğlu Şehzade Mehmet adına 1543 yılında yaptığı Şehzade Camii'dir. Cami 1548 yılında bitti.
Sinan'ın yapıtlarında, durmadan kendini aşma, daha iyiye, daha güzele varma çabası görülür. En büyük amacı «işte bu yaptığım eser en iyisi» diyebilmekti. Fakat arka arkaya yarattığı eserlerden sonra en görkemlisi olan Edirne'deki Selimiye Camii için bile «İşte en iyisi» diyemedi. En iyiye, en güzele ulaşmak için hep çalıştı. Bütün yapıtları birbirini aşan birer sanat anıtıdır. Kendi anlatımına göre, sanat yaşamını üç bölüme ayırır. Buna göre Sinan; Şehzade Camisini çıraklık, Süleymaniye Camiini kalfalık, Selimiye Camiini de ustalık devrinin eserleri olarak nitelendirir.

O devirde saray baş mimarinin görevleri oldukça yüklü idi. İstanbul'un imarı, caddeleri, kaldırımları, su yolları, kentin alt yapı işleri, evlerin yapımında belli kuralların uygulanması, kale yapımlarının denetimi hep baş mimarın görevleri arasında idi.

Mimar Sinan İstanbul'un su yolları ile uğraşırken 1550 - 1560 yılları arasında Süleymaniye Camiinin yapımını tamamladı. Anlatılanlara göre «Sinan, Süleymaniye Camiini yapmak için iki yıl İstanbul'da yer arar. Caminin şimdi bulunduğu yere temel kazdırır. Toprağın kayıp kaymadığını, temelin sağlam olup olmadığını denemek için temelin üstüne cam döktürür ve dört yıl bekler. Bu arada Sinan'ı çekemeyenler Kanunî'ye şikayet ederler, «Dört yıldır yapıya başlamadı» derler. Sinan temelin sağlam olduğunu anladıktan sonra caminin yapımını hızla sürdürür. Kubbenin yapımı bittikten sonra ses yansımasını ayarlamak için, geceleri yapıya gelir. Kubbenin altında nargile içer. Su sesinin duvarlara yansımasını dinler, caminin iç bölümlerini ona göre yapar.

Süleymaniye Camiinin yapımı tamamlandıktan sonra Sinan caminin anahtarlarını Kanunî Sultan Süleyman'a verdiği zaman çok mutlu idi. Padişah Sinan'a

-Yapımını gerçekleştirdiğin bu Tanrı evini dua ederek açmak sana düşer. Dedi.

Mimar Sinan'ın yapıtlarının bir özelliği de kimin için yapılmışsa o kişiyi çeşitli yönleri ile yansıtmasıdır. Örneğin Kanunî Sultan Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultan adına yaptığı Edirnekapıdaki Mihrimah Sultan Camii ince ve zarif görünümüyle bir kadını, Süleymaniye Kanunî Sultan Süleyman'ın görkemini yansıtmasıyla ün kazanmıştır. Edirne'deki Selimiye de ikinci Selim'in şair ruhunu anlatan incecik zarif minareler vardır. Her minarede bulunan üç şerefeye üç ayrı merdivenden çıkılması, dünya mimarisinde o güne kadar uygulanmamış bir işlemdi.
Mimar Sinan yapıtlarında hiç bir planı ikinci defa kullanmamıştır. Her yeni yapıtına yeni buluşlarını eklerdi.
Mimar Sinan'ın evi İstanbul'un Süleymaniye semtinde idi; adına bir okul ve bir sebili vardı. Öldükten sonra Süleymaniye Camiinin bahçesindeki türbesine gömüldü.

Sinan, paraya önem vermeyen bir kişiydi. Osmanlı İmparatorluğu'nun en zengin yıllarında yaşadı. Ünü dünyanın her yönüne yayılmış olan bu büyük mimar hiç zengin olmadı. Yanında çalışanların emeklerinin karşılığını tam olarak verdi. Kendisi yüz yıllık yaşantısında hep para sıkıntısı çekti. Dünya mimarlık tarihine adını altın harflerle yazdıran Koca Sinan'ın ruhu gibi, esin kaynağı ve gönlü de zengindi.

Turizm Haftası

İnsanların türlü amaçlarla yaptıkları gezilere turizm denir.  Turizm; başka yerleri görmek, tanımak, eğlenmek, dinlenmek ve alıveriş etmek için yapılan gezilerdir. Bu gezilere katılanlara turist denir. 
Turizm; iç ve dış turizm olarak ikiye ayrılır. İnsanlar ülke içinde dinlenmek, eğlenmek, alışveriş etmek, gezip görmek için, sürekli yaşadıkları kentin dışına çıkarlar. Başka yerlere giderler. Buna iç turizm denir. Dış turizm ise ülkeler arasında yapılan gezilerdir.
Yabancı turist, ülkemize hangi amaçla gelirse gelsin para harcayacaktır. Turistin harcadığı paraya döviz denir. Döviz, yabancı ülke parasıdır.

Ülkemizde üretilmeyen ilaç, makine; gereksinme duyduğumuz petrol ve benzeri mallar yabancı ülkelerden alınır. Bunların satın alınabilmesi için dövize gereksinmemiz vardır. Dövizi ürünlerimizin ve ürettiğimiz malların dış ülkelere satışından ya da turizmden sağlarız. Görülüyor ki ülkemizin kalkınmasında turizmin çok önemli bir yeri vardır.
Turist, dinlenmek, eğlenmek, görmek istediği yere çabuk, kolay ve rahat gitmek ister. Bunun için yollarımızın bakımlı, konaklama yerlerinin iyi olması gerekir. Yurdumuz turistlerin ilgi duyduğu bir ülkedir. Yurdumuz kuzey yarımkürede Asya ile Avrupa kıtaları arasında bir köprü durumundadır. Ülkemizin üç yanı denizlerle çevrilidir. Ilıman iklim kuşağındadır. Bitki örtüsü bakımından zengindir. Yurdumuzda dört mevsimin özellikleri görülür. Türkiye'miz aynı zamanda tarihi anıtlar yönünden de çok zengindir. Anadolu'muzda çeşitli uygarlıklar yaşanmıştır. Bu uygarlıkların kalıntıları günümüze dek gelmiş ve korunmuştur.
Yurdumuz, turizm zenginlikleri bakımından dünyanın sayılı ülkelerinden biridir. Bir ülkede turizmin gelişmesi için bazı koşulların gerçekleşmesi zorunludur. Yolların güzel olması, ulaşım araçlarının gelişmiş olması, konaklama yerlerinin bol, rahat ve temiz olması gereklidir. Turist yatacağı yerin temiz olmasını ister.
Ülkemize turist gelmesini istiyorsak, onlara karşı güler yüzlü, iyiliksever, temiz, hoşgörülü olmalıyız. Turistler konuklarımız sayılır. Konuklarımızı rahat ettirmek için her çabayı göstermeliyiz.

Turizmi daha iyi anlayıp değerlendirebilmek için, turizmin tanımında geçen görmek, tanımak, eğlenmek, dinlenmek sözcüklerinin anlamı üstünde iyice düşünelim.
Görmek:
İnsanlar, bulundukları yerden uzakta da olsa anıtları, kentleri, tarihsel kalıntıları, doğa güzelliklerini, sanat yapılarını yakından görmek ister. İnsanların, bu özlemlerini düşünerek müzeler kurmalı, görülmeye, incelemeye değer kalıntıları ortaya çıkararak onları sergilemeli, bunları görmek için gelen turistlere yardımcı olmalıyız.

Tanımak:
Turist, bir ülkeyi bir yöreyi tanımak ister. Orada yaşayanların törelerini, göreneklerini, yaşamlarını bilmek ister. Bu istek insanlar arasında sevgi, arkadaşlık, dostluk bağlarının doğup gelişmesini sağlar. Aslında turizm yalnız ekonomik yararlar sağladığı için değil, insanlar arasında dostluk duygularının doğup gelişmesine yardımcı olduğu için de yararlıdır.
  
Eğlenmek:
 Dinlenmenin bir çeşididir. Zamanı iyi güzel ve hoş geçirmektir. Eğlence yerlerinin temiz, iyi, ucuz, güzel olması turistin o yerde uzun süre kalmasını sağlar.
 
Dinlenmek:
Çalışmaya ara vererek, yorgunluğu gidermektir. Çalışanların belirli bir süre dinlenmek haklarıdır. Bu hak yasalarla güvence altına alınmıştır. Ülkemize dinlenmek için gelen turiste her kolaylığı göstermeli, onları rahat ettirmeliyiz.
Sonuç olarak ülkemizin doğal zenginliklerini, anıtlarını, tarihi kalıntılarını, müzelerini görmek güneşinden, denizinden, kaplıcalarından yararlan­mak, dinlenmek, eğlenmek için gelen turistlere yardımcı olmalıyız.
Turistleri rahatsız etmeyelim. Değişik giysilerini ve davranışlarım hoşgörü ile karşılayalım. Turistlerin karşılaştıkları güçlükleri yenmek için yardımcı olalım. Turistik eşya satımında eşyanın gerçek değerini isteyelim. Bize yapılmasını istemediğimiz hareketlerin turistlere yapılmasını önleyelim.

Trafik Haftası

Trafik; kara, hava, deniz taşılları ile yayaların kendilerine özgü yollarda gidip gelmesi olayıdır.
Trafik sorunlarını çözümlemek amacıyla bir çok Avrupa ülkesi aralarında anlaşarak bir konsey kurdu. Bu konseye Türkiye de üyedir. Merkezi Fransa'nın başkenti Paris'te olan bu konseyin üyeleri, zaman zaman toplanarak trafik sorunlarını görüşürler.
Bu konsey Mayıs ayının ilk cumartesi günü ile başlayan haftayı «Uluslararası Karayolu Güven Haftası» olarak kabul etmiştir.

Ülkemizde de trafik kazalarının önlenmesi yolunda çaba gösteren kuruluşlarca, aynı hafta «Trafik Güvenliği ve Eğitim Haftası» olarak kabul edilmiştir. Bu hafta süresince; yayın organları, radyo, televizyon aracılığı ile trafik kazalarının önlenmesi için halka trafik kuralları anlatılır. Trafik kurallarına uyulması gereği belirtilir. Okullarda öğrencilere trafik bilgileri öğretilir.
Uygarlık tarihinde tekerleğin bulunması önemli bir olaydır. Önceleri yüklerini kendileri taşıyan, hayvanlara taşıtan insanlar tekerleğin bulunması le taşıt araçları yaptılar. Uzun süren çalışmalar, araştırmalar sonucu buharı bulan, motor gücünden yararlanmayı öğrenen insanlar bu buluşlarını taşıtlara uyguladılar. Önce kara taşıtlarının, sonra deniz ve hava taşıtlarının sayıları çoğaldı, hızları arttı.
Bu taşıt araçlarına sahip olan insanlar kentlerde ve kentler arasında araçlarını kullanmaya başladılar. Yürüyenlerin karşıdan karşıya geçmesi zorlaştı. Taşıt araçları insanlara ve birbirlerine çarparak kazalara neden oldular.

Trafik sorunlarına çözüm getirmek, trafiği düzene koymak için bir takım kurallar belirlendi. Sürücülerin ve yayaların uymaları gereken bu kurallara trafik kuralları denir. Trafik kuralları uzun araştırmalar ve deneyler sonucu ortaya çıkmıştır.
Bizi en çok ilgilendiren, her an karşılaştığımız kara trafiğidir. Deniz ve hava taşıtlarının gidiş gelişlerini düzenleyen deniz ve hava trafiği kuralları da vardır.
Her gün gazetelerde okuduğumuz; radyoda dinlediğimiz, televizyonda izlediğimiz trafik kazaları; dikkatsizlikten, kendine fazla güvenmekten ve trafik kurallarına uymamaktan meydana gelir. İnsan yaşamı bakımından trafik, çağımızın en önemli sorunudur. Büyük kentlerde günün her saatinde taşıtlarla karşılaşırız. Trafik kazalarında yaralanan ve ölenlerin çoğu 5-14 yaş arasındaki çocuklardır.

Bu nedenle Trafik Haftası’nda, özellikle ilkokullarda, öğrencilere trafik kuralları öğretilir. Trafik kazasına uğramamak için hafta boyunca öğrendiklerimizi hiç unutmayalım. Yürürken, karşıdan karşıya geçerken tüm trafik kurallarına uyalım.

YAYALAR İÇİN TRAFİK KURALLARI
  1. Cadde ve sokaklarda her zaman yaya kaldırımında yürümeliyiz. Karşı kaldırıma ancak yaya geçitlerinden geçmeliyiz.
  2. Kaldırımdan inerken, karşıdan karşıya geçerken önce sola, sonra sağa yine sola bakıp öyle geçmeliyiz.
  3. Yaya kaldırımı olmayan yerlerde yolun solundan yürümeliyiz.
  4. Trafik polislerinin işaretlerine uymalıyız.
  5. Trafik polisinin olmadığı yerlerde trafik işaretlerine dikkat etmeliyiz.
  6. Trafik lambası kırmızı yanarken kesin olarak karşıya geçmemeliyiz.
  7. Karşıdan karşıya geçerken zikzaklar çizmemeliyiz.
  8. Duran bir taşıtın hemen önünden ve arkasından geçmemeliyiz.
  9. Taşıt araçlarından inerken taşıtın tam olarak durmasını beklemeliyiz.
  10. Taşıt araçlarına binerken sıramızı beklemeliyiz.
  11. Taşıt aracından iner inmez hemen karşıya geçmemeliyiz.
  12. Taşıtlara hiçbir nedenle asılmamalıyız.
  13. Yolda top oynamamalıyız.
  14. Yolda gruplar oluşturup geçişe engel olmamalıyız.

KAZAYA UĞRAYAN KIZ
Polianna, (Polyanna) herkesin sevgisini kazanan bir kızdır. Bu sevimli çocuk, bir gün kazaya uğradı.

Kaza, ekim ayının son günü oldu. Polianna okuldan acele acele eve dönerken karşıdan gelen bir otomobilin önünden karşı kaldırıma geçmek istemişti.
İşte bundan sonra olanları hiç kimse öğrenemedi. Kazanın nasıl olduğunu kimse bilmiyordu. Suçlu da meydanda yoktu. Yalnız Polianna o çok sevdiği odaya, o gün saat beşte, baygın, ayakları tutmaz bir halde, kucakta getirilmişti.
Ertesi gün de, daha ertesi gün de Polianna okula gidemedi. Zaman zaman aklı başına gelirse birkaç soru soruyordu ama daha bir şeyin farkında değildi. Sorularına verilen karşılıklardan da bir şey anlamıyordu.
Böylece tam bir hafta çevresinde olup bitenlerden habersiz, yatağında kıpırdamadan yattı. İlk haftanın sonunda ateşi düştü, vücudundaki ağrılar azaldı, aklı da başına geldi. İşte o zaman Polianna'ya olup bitenleri ta başından başlayıp anlatmak gerekti.
Polianna hikayeyi dinledikten sonra derin bir soluk aldı.

— Demek ki sadece yaralanmışım, dedi. Öyleyse hasta sayılmam. buna çok sevindim.
Teyzesi küçük kızın yatağının kenarında oturuyordu.

— Sevindin mi? diye sordu.
— Evet, yaşadığım sürece yatağından çıkamayan bir hasta olmaktansa, bacağımın kırılmasına seviniyorum. Biliyor musunuz, bacak kırıkları insanı ömrü boyunca yatakta zorlayan hastalıklara benzemiyor. Kırık bacaklar iyileşiyor.
Polianna gözlerini tavana dikmiş, durmadan konuşuyordu.

— Çiçek hastalığına yakalanmadığıma da seviniyorum. Çiçek bozuğu çilden de kötüdür, iyi ki boğmaca da olmamışım. Bir kere olmuştum, biliyorum. Çok kötü hastalıktır. Hele kızıl, kızamık olmadığıma da daha çok seviniyorum. Çünkü bu hastalıklar başkalarına da geçer. Öyle olsaydı yanımda oturmanıza izin vermezlerdi.
Teyzesi:

— Seni sevindirecek ne kadar da çok şey varmış, dedi. Polianna tatlı tatlı güldü.
— Evet seviniyorum ya dedi. Daha size açıklamadığım pek çok şey beni sevindiriyor.
E. PORTER
Çeviren : Azize BERGİN (Polyanna)

Tıp Bayramı

"Tıbhane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire” adlı tıp okulunun açılış tarihi olan 14 Mart 1827, ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı olarak kabul ediliyor.

14 Mart 2005 — Tıp Bayramı, ilk kez, 1. Dünya savaşı sonunda, İstanbul’un işgal edildiği günlerde, yabancı işgal kuvvetlerine karşı tıp öğrencilerinin bir tepkisi olarak 1919 yılında kutlandı. Günümüze kadar gelen bu 14 Mart kutlamaları, artık içinde bulunduğu haftayı da kapsayacak şekilde, “Sağlık Haftası” olarak kutlanıyor.

Tıbbın ilk insanla birlikte başladığı söylense de, genelde kabul görmüş olan ilk tıp büyüğü Aesculapius’dur. Kendisinden ilk kez İlyada’da Homeros bahsetmiştir: “Çağır Asklepios oğlunu, kusursuz hekimi” demektedir. Önce Zeus’un gazabıyla yıldırım çarpmasıyla öldürülen Asklepios daha sonra yine Zeus tarafından tıp tanrısı olarak ilan edilir. Tıp amblemlerinde yer eden, temeli doğu kültürüne dayanan ve tarihi M.Ö. 3000’ lere uzanan yılan figürü de, Asklepios ve O’nun asası ile bütünleşmiştir. Hatta Asklepios sözcüğünün grekçe “Askalabos” sözcüğünden geldiği söylenir ki, bu da yılan anlamına gelir. Ve Asklepios’un şifa veren gücünü yılandan aldığı, halkın da adaklarını Asklepios’a değil de bu yılana sunduğu söylenir. Öyle ya da böyle, yılanlı asası ile Asklepios tıp tarihinin önemli dönemeçlerinden birini tutan bir sembol olarak yerini almıştır. 

Mitolojiden öte, yaşadığı kesin olarak bilinen ve hizmetleri sonucu tıbbın babası olarak kabul gören ise Hippocrates olmuştur. M.Ö. 460–450 yılları arasında Kos adasında doğan ve babası da doktor olan Hipokrat’ın tıbba katkıları ve getirdiği felsefe dünya tıp çevrelerince hâlâ kabul görür ve bu sebeple birçok ülkede hekimler mezun olurken “Hipokrat Andı” adı altında meslek yemini ederler.


KİŞİLER DEĞİL DE OLAYLAR YÖN VERMİŞ
Ülkemiz tarihine baktığımızda, bütün dünyanın kabul ettiği ve bu kadar eskilere dayanan tıp büyüklerimizin olmadığını görmekteyiz. Türk Doktorunun Bayramı’nda yer eden kişiler değil de olaylar olmuştur. 
Osmanlı tıbbı 15. ve 16. yüzyıllara kadar İslam tıbbının etkisi altında kalmış. Bu sırada batıda 14. yüzyılda İtalya’da başlayan Rönesans 15. ve 16. yüzyıllarda bütün Avrupa’ya yayılmış. Tıp alanında da birçok buluş ve ilerlemeler kaydedilmiş. Osmanlı’da ise 17. yüzyıldan itibaren her sahada ortaya çıkan bozulmalar tıp eğitiminde de kendini göstermiş ve tıp medreseleri eskisi kadar yeni bilgilerle donatılmış hekimler yetiştiremez olmuş. Ayrıca batıda yazılan Latince, İtalyanca, Almanca tıp kitaplarını hekimler takip edememişler, dil bilen sayısının az olması, matbaanın Osmanlı’ya geç giriş ve kitap basmanın 1729’da başlamasından dolayı kitaplar tercüme edilmemiş ve yeterince basılamamış. Az sayıda bazı Osmanlı hekimleri ve bilim adamları kendi çabaları ile dil öğrenerek bu yenilikleri takip etmişler ve bu bilgileri de katarak kendi kitaplarını yazmışlar. Ama bu bilgileri yine de hekim adaylarına yeterince iletememiş.
19. yüzyıla geldiğinde durum tıp eğitimi açısından pek iç açıcı değilmiş. Tıp medreseleri eski parlak dönemlerini kaybetmiş, hatta bazıları kapanmış. Bu arada ortalığı azınlıklardan ve Avrupa’dan gelen, yabancı hekimler sarmış. Mütabbib (tabip olmayan sahte hekim) hekimler serbest hekimlik yaparak, orduda da görev alarak birçok insanın ölümüne sebep olmuşlar. Bunların önlenmesi için birçok ferman çıkarılmışsa da engel olunamamış. Çünkü yeterli tıp eğitimi verilmediği gibi yeterli sayıda hekim yetiştirilemiyormuş. İtalyanca ve Fransızca bilen az sayıda hekim gelişmeleri takip ederek çevresinde yararlı olmaya çalışmışlar. Bunlardan Şanizade Mehmet Ataullah (1771–1826), Mustafa Behçet Efendi (1774–1834) gibi büyük hekimler bu durumdan çok rahatsız olmuşlar ve yeni tıbbın tıp eğitimine girmesini savunmuşlar.
III. Selim zamanında yeni tıp eğitimi veren, bir Tıphane açılması düşünülmüş. Teşrih (anatomi) yasağından dolayı ulemadan çekinen III. Selim buna cesaret edememiş, Rumlara tıp fakültesi kurmaları için izin vermiş. (1805). O dönemin hekimbaşısı 21 yaşında ilk hekimbaşılığını yapan Mustafa Behçet Efendi’ymiş. Bu dönemde de yeni tıp eğitimi veren bir Tıphane kurulması için çaba sarf etmiş, ama amacına ulaşamamış. Nitekim Mustafa Behçet Efendi, II. Mahmut zamanındaki hekimbaşılığı sırasında (53 yaşında) tıp eğitiminin düzeltilmesi için yeniden büyük bir çaba içine girmiş ve 1827 yılında bu amacına ulaşmış.
Sultan II. Mahmut 1826 yılında uzun zamandır uğraştığı bir meseleyi halletmiş. Düzeni tamamen bozulmuş olan yeniçeri Ordusu’nu ortadan kaldırıp (17 Haziran 1826) yeni bir ordu kurmuş (Askair-i Mansure-i Muhammediye). Bu yeni orduya bir hekim ve cerrah yetiştirilmesi gerekiyormuş. Bunu fırsat bilen hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi 26 Aralık 1826’da II. Mahmut’a, arada da üç dilekçe vererek, yeni tıp okulunun kurulmasının amacını, bu okulun nasıl ve nerede kurulacağı konusunda teklifini yapmış ve Padişah da onaylamış. 


14 MART 1827’DE TIP OKULU AÇILDI
Bizde tıp bayramının ne zaman kutlanacağı, ya da hangi tarihle ilişkilendirilmesi gerektiği sorusu ancak yakın tarihimizde cevap bulabilmiş. Sultan II. Mahmut’un yenilikçi hareketleri sonucu, hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin de katkılarıyla batılı anlamda ilk tıp mektebi olan, Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire 14 Mart 1827 Çarşamba günü Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda kurulmuş. Bu şekilde, tıp tarihimizde 14 Mart yerini almış. Aynı bina içinde Tıphane ve Cerrahhane eğitimlerini ayrı ayrı yapıyormuş. Tıp eğitimi o yıllar batıda olduğu gibi dört yılmış, son sınıfta hocalar tarafından usta ve yetenekli olanlar tesbit edilerek sınava alını ve başarılı olanlar askeri hastanelere veya ordunun tabur alaylarına muavin tabip unvanı ile tayin ediliyorlarmış. Orada bir hekimin gözetiminde birkaç sene çalışıp deneyim kazandıktan sonra da serbest hekim oluyorlarmış. 

Tıphane-i Amire 1827’den 1836’ya kadar Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağında gündüz eğitimi yapıyormuş. 1836 yılında Sarayburnu’ndaki Askeri Kışla’ya (Otlukçu Kışlası’na) taşınmış. Ayrı binada eğitim gören Cerrahhane de burada tıp eğitimi ile birleşip, eğitim yatılı hale getirilmiş. Bu binanın yetersiz hale gelmesi ile Galatasaray’daki Enderun ağaları okulu tekrar elden geçirilip duzenlenmiş ve Tıbbiye 1839’da Galatasaray’ya taşınmış. Bu okula Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane adı verilmiş. 

Bu okulun 17 Şubat 1839’da açılışı Sultan II. Mahmut tarafından yapılmış ve eğitiminde yeni düzenlemeler getirilmiş. Eğitim dili Fransızca olmuş ve öğrenci alınmaya başlanmış. Eğitim dilinin Fransızca olması zamanla hekim sayısında azalmaya yol açmış. Nitekim 1867 yılında Türkçe tıp eğitimi yapan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Sivil Tıp Mektebi) açılmış. 1870 yılında da askeri tıp okulunda dersler Türkçeleşmiş. 1878 yılında şimdiki Sirkeci Tren İstasyonu yanındaki Demirkapı Askeri Kışlası’na taşınmış. 1894 yılında Sultan II. Abdülhamit’in emriyle Haydarpaşa’daki Tıbbiye Binası inşa edilmeye başlanmış. Bu görkemli binaya 6 Kasım 1903’te taşınılmış. Önce Askeri Tıbbiye sonra, Sivil Tıbbiye taşınmış ve 1909 yılında iki mektep birleştirerek Darülfünun Tıp Fakültesi olmuş. 
Yüce önder Atatürk: Beni Türk hekimlerine emanet ediniz! 


İLK KUTLAMA 1919’DA
İlk tıp bayramı 14 Mart 1919’da, işgal altındaki İstanbul’da, tıp öğrencileri tarafından kutlanmış. Tepkilerini bu şekilde dile getirmeye çalışan öğrencilerin bu törenine Dr.Fevzi Paşa, Dr.Besim Ömer Paşa, Dr.Akil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da katılmış. 
1933’de “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” İstanbul Üniversitesi’ne dâhil olmuş. Peşinden de 1945’te Ankara Tıp Fakültesi, 1954’te Ege Tıp Fakültesi kurulmuş. Derken bugünlere gelinmiş...

Atatürk: Beni Türk hekimlerine emanet ediniz!