Belirli gün ve haftalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Belirli gün ve haftalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kanser Haftası

Kanser bir hücre hastalığıdır. Hücre, canlıların yapı taşıdır. Yapıları ve işlevleri birbirine benzeyen hücreler bir araya gelerek dokuları, dokular birleşerek organları ve sistemleri oluştururlar.
Hücrenin ana özelliği bölünüp çoğalmasıdır. Bölünüp çoğalan hücreler vücuttan atılır.
Kanser, hücrenin olağandışı bölünüp çoğalmasıdır. Kanserli hastalarda hücre, canlının zararına çoğalır. Organların işlevlerini yapmalarını engeller.
Halk sağlığı yönünden kanserin önemi; hastalığın öldürücü olması ve sık görülmesidir. Bu açıdan bakıldığında kanser hastalığı dünyanın en önemli sağlık sorunudur.
Kanserle savaşabilmek, zararlarını azaltabilmek için halka hastalığın önemini ve kanserle savaş yollarını anlatmak gerekir.

Tıp biliminin gelişmesi, insanların eskiye göre daha bilinçli yardım istemeleri, pek çok insanı kanserden kurtarıyor. Gün geçtikçe, kanserden kurtulanların oranı daha da artacaktır.
Kanser konusunda hastaya yardımcı olmak, hastalıkla ilgili araştırmaları desteklemek, doktorların eğitimine yardımcı olmak için 1947 yılında Ankara'da Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu adı ile bir dernek kuruldu. Dernek kuruluşundan bu yana yurttaşları kanserin erken tanımı ve iyileştirme konularında uyarıyor. Kanser hakkında bilgili olmamız için çalışmalar yapıyor. Bu kuruluş 1952 yılından beri Türk Kanser Haberleri adlı bir dergi çıkarmakta, isteyenlere dergiyi parasız göndermektedir.

1956 yılında Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu'nun önerisi ile Nisan ayının ilk haftası ülkemizde Kanser Savaş Haftası olarak kabul edildi. Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu'nun çabaları ile yurdumuzda ilk kanser hastanesi, 1956 yılında Ankara'da açıldı.
Kanser hastalığının gerçek nedeni tam olarak bilinmiyor. Ancak çok alkol ve sigara içenlerde, boya işlerinde çalışanlarda, kimyasal maddelerle uğraşanlarda, güneş ve röntgen ışınları altında uzun süre kalanlarda hastalık daha çok görülmektedir.

KANSERİN ÖN BELİRTİLERİ
  • Vücudun herhangi bir yerinde nedeni bilinmeyen şişkinlikler, sertlikler,
  • iyileşmeyen yaralar,
  • Vücudun çeşitli yerlerindeki benlerde ve siğillerde, renk ve büyüklük değişmeleri,
  • Durdurulamayan kanamalar,
  • Ses kısıklığı
  • Geçmeyen öksürük
  • Nedeni anlaşılamayan ateş ye zayıflama,
  • Büyük aptes alışkanlıklarındaki değişiklikler.
Bir hastalıktan korunmak için o hastalığın nedenlerinin bilinmesi önemlidir. Bugün kanserin nedeni tam olarak bilinmemektedir. Kansere karşı alınacak önlemlerde, yapılacak savaşta temel ilke; kanser etkenlerinden kaçınmak ve hastalığın erken tanımıdır.
Kanser konusunda sık sık uluslararası konferanslar, seminerler, kong­reler düzenlenir. Bu toplantılarda kanserin nedenleri, kanserden korunma yöntemleri, hastalığın erken tanımı ve iyileştirme yolları tartışılır. Yeni bulgular, yeni ilaçlar tanıtılır. Ülkemizde de son yıllarda bu tür çalışmalara ağırlık verilmiştir. Doktorlarımızın kanser konusundaki araştırmaları, ulusla­rarası toplantılarda ilgiyle izlenmektedir.
Tıp biliminin gelişmesi, insanların eskiye göre daha bilinçli yardım istemeleri, pek çok insanı kanserden kurtarıyor. Gün geçtikçe kanserden kurtulanların oranı daha da artacaktır.
Kanser hemen her organda görülmektedir. Ancak bazı organlarda daha çok dikkati çekmektedir.

Akciğer Kanseri: Ölüm oranı en fazla olan kanserdir. Sigara içenlerde daha sık görülür.
Sindirim Sistemi Kanseri: Mide ve Kalın bağırsak kanseri önemli organ kanserleridir.
Meme Kanseri: Elle tanımı yapılabildiğinden tedavi ve iyileşme oranı en çok olan kanser türüdür.
Kanser Savaş Haftası boyunca sergiler açılır. Hastalığın halka tanıtılmasına çalışılır. Gazetelerde, dergilerde, radyo ve televizyonda hastalıktan korunma yolları anlatılır. Yapılan araştırmalar yeni buluşlar, yeni ilaçlar açıklanır. Halk bu konuda aydınlatılır.
Bu hafta öğrendiklerimizi yaşamımız süresince unutmayalım. Bu konuda çevremizdeki insanları uyaralım. Kanserle ilgili en küçük kuşkuya düşüldüğünde hemen doktora başvurmak gerektiğini anlatalım. Unutmayalım; kanserin erken belirlenmesi, iyileşmesini çok kolaylaştırır.

İstanbulun Fethi

İstanbul, Asya ile Avrupa kıtaları arasında yer alan doğal güzellikleriyle ünlü bir kenttir. Tarihi M.Ö. yedinci yüzyıla kadar uzanır. Şehir, M.Ö. 657 yılında Megaralılar tarafından kurulmuştur. Devletin Byzas adlı komutanının adından dolayı şehre, Byzantion adı verilmişi. M.Ö. altıncı yüzyılda Perelerin eline geçen Byzantion için, Atinalılar ve Ispartalılar da savaşmış. M.Ö. dördüncü yüzyılda İskender tarafından fethedilen şehir M.Ö. üçüncü yüzyılda Roma İmparatorluğu tarafından alınmış. M.Ö. 330 yılında İmparatorluğun başkenti olan Byzantion’a, bu kez de Konstantinapolis adı verilir. M.Ö. 395 yılında Roma İmparatorluğu ikiye ayrılınca Konstantinapolis, Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti olur.
Stratejik önemi ve tabi güzellikleriyle herkesin dikkatini çeken şehir, Gotlar, Ostrogotlar ve Bulgarlar tarafından defalarca kuşatıldı, fakat alınamadı. Bu yoğun saldırılar üzerine, İmparator Anastasiyanus, Silivri’den başlayarak Karadeniz’e kadar uzayan surları yaptırdı. Buna karşın saldırılar devam etti. M.S. 7. ve 8. yüzyıllarda Araplar tarafından da kuşatıldı. Fakat bu kuşatmalar da sonuçsuz kaldı.
1203 yılında Haçlı orduları tarafından zapt edilerek 1261 yılına kadar Haçlıların elinde kaldı. Bu tarihten sonra tekrar Bizanslıların eline geçti.
1299 yılında kurulan Osmanlı Devleti, yavaş yavaş büyüyerek gelişti. Anadolu ve Rumeli’de genişlemeye devam etti. Anadolu ve Rumeli’deki topraklarımızın arasında kalan Bizans, mutlaka alınmalıydı. Bu amaçla şehir, Osmanlılar tarafından birkaç defa kuşatıldı. Ama alınamadı.

1453 yılında, Padişah II. Mehmet, hocası Akşemsettin’in de teşvikiyle İstanbul’a yeni bir saldırı düzenlemeye karar verdi. Önce, Yıldırım Beyazıt tarafından yaptırılan Anadolu Hisan’nın karşısına Rumelihisan’nı yaptırdı. Edirne’de döktürdüğü balyemez adı verilen büyük toplarla savaşa hazırlandı.6 Nisan 1453 günü, Osmanlı ordusu Bizans surları önüne geldi. Bizans İmparatoru Konstantin, Haliç’i zincirle kapatarak Osmanlı Ordusu’nun şehre denizden girmesini önledi. 11 Nisan günü kuşatma tamamlandı ve top ateşi başladı. Yirmi gün süren top ateşinden kesin bir sonuç alınamadı. Şehrin denizden de kuşatılması gerektiğini düşünen II. Mehmet, bir gece yetmiş parça gemiyi karadan yürüterek Haliç’e indirdi.

Bizanslılar, sabahleyin Osmanlı Donanması’nı Haliç’te görünce büyük bir korkuya ve paniğe kapıldılar. Haliç’ten ve karadan yapılan top atışlarıyla surlarda gedikler açıldı. Bunun üzerine, 29 Mayıs günü bir genel saldırı düzenlenmesine karar verildi. Hocası Akşemsettin II. Mehmet’e cesaret veriyor; Hz. Peygamberin, "Konstantin elbet fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne iyi komutan ve onun askerleri ne güzel askerlerdir" sözüyle müjdelenen komutanın kendisi olduğunu söylüyordu. Bu inançla 29 Mayıs günü son taarruz başladı. Çok kanlı ve zorlu bir savaştan sonra birçok şehit verildi. Bu şehitler arasında, Bizans surlarına Türk bayrağını diken Ulubatlı Hasan da vardı. Nihayet, Mayıs 1453 Salı günü, İstanbul fethedildi.
İstanbul’un fethi, hem Türk tarihi için hem de dünya tarihi için önemli bir olaydır. Türk tarihi için önemi İstanbul’un fethiyle, Osmanlıların, Balkanlardaki ilerlemelerine engel olacak hiçbir gücün kalmamasıdır.
Avrupa’da ilerleyişini sürdüren Osmanlı Devleti, büyük bir imparatorluk haline gelmiştir. Dünya tarihi bakımından ise, İstanbul’un fethi, Orta Çağ’ın kapanıp Yeni Çağ’ın açılmasına sebep olmasındandır.

İstanbul, 29 Mayıs 1453 tarihinden 23 Nisan 1920 tarihine kadar Osmanlı Devleti ’nin başkenti olmuştur. Bu nedenle Türk ve Dünya tarihini etkileyen bu önemli fethi, her yılın 29 Mayıs günü, aynı coşku ve sevinçle kutluyoruz.

İnsan Hakları Haftası

AÇIKLAMA -1-
İnsanlar arasında ırk, din, renk, yaş, cinsiyet ayırımı yapmadan sevgi, saygı, dostluk duygularını geliştirmek, insanın insan olmak haysiyeti ile sahip olması gereken hakların hepsine “ İnsan Hakları” denir.
İnsan hakları, kişiyi kendi özüyle yaşatacak kurallardır. İnsanın insana hükmetmesi, onu ezmesi insan onuruna yakışmayan ve kabul edilemeyecek bir davranıştır. Bu tür ayırımların yapıldığı toplumlarda kavga, çatışma, isyan eksik olmamıştır. İnsanlar arasında hak, eşitlik, adalet, özgürlük düşüncesi yaygınlaştıkça bu konuyla ilgili mücadeleler de artmıştır.

İnsanlara insan oldukları için sahip olmaları gereken bir takım hakların bulunduğu fikri ilk kez İngiltere’den ortaya atıldı.19. Yüzyılda Amerika ve diğer bir çok ülkelere yayılan bu fikir akımından sonra 1789 Fransız İhtilali Avrupa’da insan haklarının kabul edilmesini ve uygulanmasını sağlamıştır.
Amerikan Cumhurbaşkanı Roosvelt ile İngiliz Başkanı Churcill tarafından imzalanıp duyurulan Atlantik Beyannamesinde insan hakları genişletildi. Bu beyannamede insanlara millet, inanç, ırk ayırımı gözetmeksizin herkes için eşit haklar konmuş ve yasaların korumasına verilmiştir.
24 Ekim 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler Örgütü’nün öncelikle amacı dünyada barışı ve güvenliği sağlamaktı. 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Örgütü “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”ni kabul ve ilan etti.
İnsan Hakları Beyannamesi 30 maddeden oluşmuştur. Bu beyanname insana değer veren, özgürlük, eşitlik tanıyan duyurudur.

AÇIKLAMA -2-
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 10 Aralık 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Bildirisini kabul etmiştir. 10 Aralık ile başlayan hafta Birleşmiş Milletlere üye ülkelerde İnsan Hakları Haftası olarak kutlanır. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, insan hakları konusuna tam bir tanım amaçlayarak hazırlanmıştır. Esas amaç, bu tanıma uyan insan haklarının hiçbir tereddüde meydan vermeden uygulanmasıdır.
İnsan hakları, kişiyi özü ile yaşatacak kurallardır. Bu kurallar, insanı insan yapan kurallar olarak da tarif edilebilir. İnsan hakları 10 Aralık 1948’de başlamış bir olgu değildir. Dünya kurulalı insana, insan haklarına saygı her çağda zamana uygun olarak gösterilmiştir. İnsanların kendi istekleri dışında yaşamak zorunda bırakıldıkları şartlara tarih boyunca rastlanmıştır. Kullara kulluk etmek, köle hayatı yaşamak, işkencelere maruz kalmak bu yaşantıya örnek olarak verilebilir. Bu olguların dayanılmaz olduğu dönemlerde insanlar hoşnutsuzluklarını bir şekilde ortaya koyma zorunluluğu hissettiler. Bu hoşnutsuzluklarını ortaya koyarak 1215 yılında İngiltere’de Kral John’a karşı haklarını savunmak amacıyla bazı istekler ortaya koydular. Ortaya konan bu kararlı tavır karşısında kral bir antlaşma metnini kabul etmek zorunda kaldı. Hazırlanan Özgürlükler Belgesi kabul edildi. İnsan hakları konusunda sözden öteye geçilmiş oldu. Artık insan hakları metne dökülmüş, insanların kısıtlanamayacak bazı hakları güvence altına alınmış oluyordu. İnsanların yaşayışlarında, hayati konularda eşit haklara sahip oldukları fikri 1776 yılında Amerika’da yayımlanan Bağımsızlık Bildirisi ile de pekişmeye başlamış oldu. İnsan hakları ile ilgili bir başka çalışma Fransız İhtilali zamanında yapılmış ve 1789 yılında İnsan Hakları Bildirisi yayımlanmıştır. Bütün bu çalışmalar insanların daha çağdaş yaşama isteğinin birer ürünüdür. Zamanında insan haklarının tam ve hiçbir ayrım yapmadan korunmaması bu zorunluluğu kaçınılmaz kılmıştır. Sözde var olması, tam uygulanmasını sağlamamıştır. Yapılan eksik uygulamalar, insanın insana yaptığı eziyetler insan kişiliğini zedeler olmuştur.
Bireysel karşı koymalar etkili olamamıştır. Bu sebeple tam bağımsız ülkelerde yaşayan insanların haklarının, artık devletleri yönetenlerin güvencesi altında olması fikri ağırlık kazanmıştır.
İnsan haklarını, insanın kendisi değil, yasalar, eşit olarak hiçbir ayrım yapmadan koruyacaktır.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kabul edilen bildiri ile insanların daha bağımsız yaşamaları öngörülmüş, bu 30 maddelik bildiriye uyulması konusunda gerekli yasal düzenlemenin yapılması istenmiştir.

İlköğretim Haftası

AÇIKLAMA -1-
İlköğretim temel öğrenimdir. Yasalarımıza göre zorunlu ve parasızdır. İlköğretim, yedi yaşında başlar ve on beş yaşında biter. Sekiz yıldır.
Okulların açıldığı hafta ilköğretim okullarımızda İlköğretim Haftası olarak kutlanır. Genel olarak bu hafta, Milli Eğitim Bakanlığı'nın radyo, televizyon konuşması ile açılır.

Okullarımızda törenler düzenlenir. Törende konuşan okul müdürü ve öğretmenler; Eğitimin ve öğretimin değerini, yararlarını açıklarlar. Okuma - yazma bilmenin önemi üzerinde dururlar. Gerçekten, birey olarak başarılı olmak için en başta okumayı ve yazmayı öğrenmek zorundayız. Bilmediklerimizi okuyarak öğreniriz. Okuma - yazma bilmeyen bir kişinin bilgili olması düşünülemez.
Atatürk'ün özlediği çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkabilmek, ancak bilgi ile olur. Bize yaşam boyu gerekli olan bilgi ve becerilerin temeli ilköğretimde atılır. İlköğretim Haftası; bu gerçeklerin konuşulduğu, ilköğretimin, okuma - yazma öğrenmenin kişiye, topluma sağladığı yararların anlatıldığı bir haftadır.
Kendimize, ailemize, çevremize, ulusumuza, insanlığa yararlı olmak okuma - yazma öğrenmekle başlar. İlköğretimin önemine inanan Atatürk, cumhuriyetin ilanından sonra harf devrimini gerçekleştirdi. Okunması ve yazılması çok güç olanArap yazısı yerine bugün kullandığımız Türk yazısını getirdi. Harf devrimi sonucu, yurdumuzda okuma - yazma bilenlerin sayısı giderek çoğaldı.
İlköğretim okulunun ilk beş yılı ilkokul bölümüdür altıncı yıldan itibaren ortaokul bölümüne devam edilir. Öğrenimlerini başarıyla tamamlayanlara sekizinci yılın sonunda diplomaları verilir. İlköğretimi tamamlayan öğrenciler, diploma notları göz önüne alınarak Lise veya dengi okullara kabul edilirler. Orta öğrenimini tamamlayanlar sınavlara girerek Yüksek okul veya üniversitelerde öğrenime başlar. Yüksek okullarda ve üniversitelerde öğrenim süresi iki yıldan altı yıla kadar değişmektedir.
Orta öğretime devam etmeyenler, edemeyenler, dilerlerse hayata ve iş alanlarına hazırlanmak için tamamlayıcı, hazırlayıcı, yetiştirici kurslara katılırlar. Sanat okullarından yararlanırlar, ya da bir iş yerine çırak olarak girerler. Kurslarda, işyerlerinde edindikleri becerilerle bir iş sahibi olurlar. Burada kazandıkları para ile aile bütçesine katkıda bulunurlar.

Milli Eğitim Bakanlığı; okuma - yazmayı yaygınlaştırmak amacı ile yetişkinler için kurslar açmakta, bu kurslara her yıl çok sayıda yurttaşımız katılmaktadır. Sonuçta okur - yazar oranımız artmaktadır. Yakın gelecekte öteki ilerlemiş ülkelerde olduğu gibi yurdumuzda da okuma - yazma bilmeyen kalmayacaktır.
İlköğretim Haftası'nda çevremize okuma - yazmanın gerekliliğini, değerini, önemini anlatmalıyız. Öğrenme, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırmayı sağlar. Bilgisiz, eğitimsiz insanlar daha çok suç işleme eğilimindedirler. Genel olarak eğitim ve öğretim suç işleme oranını azaltır.
Gün gelecek vatandaşlarımızın tamamına yakını okuma - yazma öğrenecek, okuyarak edindikleri bilgileri günlük yaşamlarında uygulayacak, böylece işlerinde daha verimli ve başarılı olacaklardır.
Kısacası ikinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü'nün dediği gibi "İlköğretim davası insan olma, ulus olma davasıdır."

AÇIKLAMA -2-

Bir milletin okur - yazar oranı yüksek olursa o millet kalkınır. Okumuş ve aydın kişileri fazla olan bir millet, her alanda ilerler. Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkemizde okuma - yazma bilenlerin sayısı azdı. Pek çok yerde okul yoktu. Ülkemiz Kurtuluş Savaşı'ndan yeni çıkmıştı.
Bağımsızlığını kazandıktan sonra, Atatürk'ün emriyle her tarafta okuma - yazma seferberliği başlatıldı. Okullar açıldı. Yeni Türk harfleri vatandaşlara öğretildi. Her Türk vatandaşının İlkokul öğrenimini görmesi ve tamamlaması zorunlu hale getirildi.
Cumhuriyetin ilanıyla beraber eğitim - öğretim çalışmaları hızlandı. Köy, kasaba ve şehirlere okullar yapıldı. Okur - yazar sayısı gittikçe arttı. Yardımsever Türk vatandaşları da eğitim - öğretim hizmetlerinin gelişmesine yardımcı oldular.
Yakın bir zamanda da 8 yıllık kesintisiz eğitim kabul edilerek İlkokul ve Ortaokul birleştirildi ve zorunlu hale getirildi, İlköğretim okulu olarak adlandırıldı.
Her yıl Eylül ayının üçüncü haftası ( okulların açıldığı ilk hafta ) İlköğretim Haftası olarak kabul edilmiştir. Bu hafta boyunca okumanın önemi, okulun değeri ve kutsallığı halka anlatılır. Okumanın - yazmanın önemi, gazete, dergi, radyo ve televizyonlarda hafta boyunca anlatılmaya çalışılır. Bu konu üzerinde önemle durulur. Okulsuz yerlere okul açılmaya gayret edilir. İlköğretimin önemi anlatılır.

Irk Ayrımı ile Mücadele Günü

ATATÜRK ve BARIŞ
İnsanlığın doğuşundan bugüne kadar sürekli bir mücadele içinde bulunuşu barışın değerini ve önemini artıran en önemli sebeplerden biridir. Savaş insanlık için her zaman yıkım ve felaket olmuş, barış ise insanlığa mutluluk ve saadet getirmiştir. İnsanın var oluşu ile birlikte verdiği savaş aslında özlemini duyduğu en ideal yaşam biçimini yakalamaya yönelik verdiği mücadeledir. Aslında bu mücadele kişinin doğası gereği yaptığı savaştır. Bilinmeyeni araştırma ve öğrenme içgüdüsü bu savaşın en ana noktasıdır. Bu doğal olarak insanı araştırmaya, bulmaya, değerlendirmeye, öğrenmeye ve giderek ideale ulaşmaya itecektir.

İnsanların ütopya olarak gördükleri ve bu uğurda savaştıkları barış ortamı, insanların özlediği, birlik ve beraberlik, huzur ve güven içinde yaşama arzusunu beraberinde getirmektedir. Bu niteliği ile savaşların en mutlu olanı barış için savaştır. Savaşı da barışı da başlatıp bitiren insandır, noktasından hareketle, savaş insanların fikrinde başlamaktadır. Bu nedenle barışın savunmasında insanların fikrinde oluşturulmalıdır.

Ulusal tarihimizin en büyük lideri ve önderi olan Atatürk ün en önemli vasıflarından biride insanlık idealine ve barışa olan yaklaşımı ve katkılarıdır. O sadece bu idealini Türk dünyası için değil bütün insanlık için gerçekleştirmiş ve dünya barışının en büyük savunucusu ve koruyucusu olmuştur. Atatürk’ün tüm dünya tarafından asker, siyasetçi ve reformist olarak tanınmış karizmatik ve pragmatik bir lider olarak tarihe yön veren yapısı ile insanlık sevgisine dayanan idealist görüşleri ile evrenselleşmiştir. Olağanüstü bir inkılâpçı olan Atatürk Sömürgecilik ve emperyalizme karşı çıkmış ve dünya ulusları arasındaki karşılıklı anlayışın ve sürekli barışın öncülüğünü yapmış, bütün hayatı boyunca insanlar arasında hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen bir uyum ve işbirliği içinde insan haklarına saygılı bir lider olmuştur. Gerçekten Atatürk, en yakın silah arkadaşı İsmet İnönü nün belirttiği gibi, İnsanlık idealinin âşık ve mümtaz siması olmuş ve bütün dünyaya verdiği barış mesajları ile bunu her zaman kanıtlamıştır.

Atatürk’ün insanlık idealinde, özgürlük, bağımsızlık ve insan haklarına saygı ön planda gelir. Onun özgürlük ve bağımsızlık tutkusu, bencil değil ulusaldır. Hatta daha ileri giderek diyebiliriz ki evrenseldir, bütün insanlık dünyasına yöneliktir. O, “Özgürlük olmayan ülkede ölüm, yıkılış vardır. Her ilerlemenin, kurtuluşun anası özgürlüktür”,demektedir. Onun insanlık idealini taçlandıran barış tutkusu gerçekten dikkate değer bir enginliktedir. Bu büyük Türk her şeyden önce meslekten yetişmiş bir asker, dolayısıyla savaşı iyi bilen bir devlet adamıdır. Ancak hiçbir zaman savaşı sevmemiş ve mecbur kalmadıkça ona başvurmamıştır.

Atatürk bütün insanların eşit hak ve fırsatlara sahip olmasını istemektedir. O, İnsanların, mensup olduğu milletin saadetini düşündüğü kadar diğer milletlerinde huzur ve refahının düşünülmesi gerektiğini her fırsatta ifade etmiştir. Kaldı ki dünya milletlerinin saadetine çalışmak diğer bir yoldan kendi huzuruna çalışmaktır. Bu düşünceden hareketle Atatürk; insanlığın tümünü bir beden ve bir ulusu da bunun bir organı sayar.” Bedenin parmağının ucundaki acıdan öteki bütün organların etkileneceğini belirtir. O, ”İnsan bağlı bulunduğu ulusun varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar bütün ulusların dirlik ve gönencini de düşünmeli, kendi ulusunun mutluluğuna ne denli değer veriyorsa, bütün dünya uluslarının mutluluğuna da o denli değer vermelidir; Çünkü dünya uluslarının mutluluğuna çalışmak, başka yoldan kendi dirlik ve mutluluğunu sağlamaya çalışmak demektir.” demiştir.

Atatürk ‘ün insanlık ideali geleceğe yönelik ve umut doludur. 1923 yılında söylediği şu sözler bunu açıkça ortaya koymaktadır. “ Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün doğu milletlerinin de uyanışını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve hürriyetine kavuşacak, daha çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşları şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelmiş olarak vuku bulacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen engelleri yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünde yok olacak yerlerini milletlerarasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı olacaktır.”

Atatürk insanlık idealini sonuna kadar savunan ve bu ideali korumaya çalışan bir lider olarak her zaman dünyaya barış mesajları vermiştir. O;” Biz kimsenin düşmanı değiliz! Yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız ifadesi ile bunu kanıtlamıştır. Onun insanlık ideali asil ruhundaki insanlık sevgisinden kaynaklanır. Hiçbir faninin erişemeyeceği kadar üstün ve yüce bir insan sevgisine sahip olan Atatürk, bu sevgisini tüm dünyaya yayma çabasını sonuna kadar sürdürmüştür.

Atatürk’ün gerçekleştirdiği üstün başarıları, kendisindeki insanlık duygusu ile birleşince evrensel bir nitelik kazanmıştır. Bu nitelikler batı ülkelerini etkilediği kadar özgürlüğe muhtaç Asya ve Avrupa ülkelerini de etkilemiş ve onlara yön vermiştir. Bugün özgürlük, bağımsızlık ve demokrasi arayışı içinde olan ve bu yolda mücadele veren bu ülkeler Atatürk’ün çizdiği ve uyguladığı politikaları takip etmekte buna yanaşmayanlar ise sömürge ve bağımlı yaşamaya devam etmektedirler.

Alman Devlet adamı Bismarck’a göre gerçek büyük adamı şu üç nitelik belirler; tasarımda soyluluk, uygulamada insanlık, başarıda ılımlılık. Atatürk’ün kişisel yapısına baktığımız zaman bu üç niteliği aynen görmekteyiz.

O, önce milletinin bağımsızlığını sağladı sonra milletini çağdaş uygarlık düzeyine eriştirerek tasarımda ne kadar usta olduğunu kanıtladı.
Kurtuluş savaşında savaş esirlerine ve yerde sürünen Yunan bayrağına karşı takındığı tavır ve bu bayrağı yerden kaldırtması ile uygulamadaki insanlığını gösterdi.
Kazandığı zaferlerden sonra başka milletlerin topraklarına ve bağımsızlıklarına göz koymamakla da ne kadar ılımlı olduğunu ortaya koydu.

İnsanlar arasındaki ilişkiler ya çarpışma, zorlama veya uyumdur. Menfaat çarpışmalarının tabii sonucu mücadeledir, savaştır. Menfaatlerin uyuşması ise barıştır. Barış ve savaş birbirine taban tabana zıt iki ayrı kavramdır.
Barış kısaca sosyal düzendir, güvenliktir, hukuk ve kazanılmış haklara saygıdır. Toplum hayatında dengenin sağlanmasıdır.

Mücadele, en vahim olanı savaş ise anarşidir, karışıklıktır, kararsızlık ve dengesizliktir.
Teknik anlamda savaş, bir devletin kendi idaresini zorla kabul ettirmek amacı ile başka bir devlete karşı zor kullanarak yaptığı silahlı mücadeledir. Savaş her zaman ve her devirde tehlikeli olmuş insanların ölümüne, sefaletin artmasına ızdırapların çoğalmasına sebep olmuştur.

Atatürk hayatının büyük bölümünü asker kişiliği ile savaş meydanlarında geçirmiş, ancak hiçbir zaman savaş taraftarı olmamıştır. “Savaş Zaruri Olmalıdır, Zaruri Olmayan Savaş Cinayettir” ifadesi ile bütün yaşamı boyunca barışa bağlı kalmıştır.
Atatürk neden barış adamıdır? Atatürk bir kere Türkiye’nin ve dünyanın en büyük çağdaşlaşma lideridir. Çağdaşlaşma lideri olan bir kimsenin ülkesinde barışa, sükûna, huzura ihtiyaç vardır. Ancak barışın hem içeride hem de dışarıda sağlanması zorunludur.
1931’de “ Yurtta Barış Cihanda Barış” ilkesini dile getiren Mustafa Kemal bunu her alanda uygulamıştır.

Yurtta barış cihanda barış ilkesi bir taraftan yurt içinde huzur ve sükûnu güven içinde yaşamayı diğer taraftan da milletlerarası barış ve güvenliği hedef tutar.
Yurtta barış toplum hayatındaki düzeni, vatandaşın devlete güvenini, devletin de ülkede kanun hâkimiyeti ve hukuk hükümranlığı yurtta barış ilkesinin en tabii sonucudur.
Yurtta barış, devletin, vatandaşına karşı huzur ve güven içinde yaşama imkânına kavuşma için yükümlülükler de yükler.
Cihanda barış ise milletlerarası barış ve güvenliğin korunmasını ve sağlanmasını amaç bilir.
Yurtta barış cihanda barış, en geniş ve yaygın anlamı ile teknik bir deyim olan kolektif güvenliği, milletlerarası barışın korunmasını ve devamlılığını ifade eder.

Bu ilke yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin bir devlet politikası olarak kuruluşundan itibaren izlenmeye başlanmıştır. Ancak burada dikkatimizi çeken önemli nokta, milli mücadele yıllarında esas hedef ilk hedef, Misak-ı Milli sınırları ile belirlenen vatan topraklarını işgalden kurtarmak, milli bağımsızlığı sağlamak, Türk milletinin menfaatlerine uygun adil bir barış yapmak öncelikle izlenmesi gereken bir politik tutum olmuştur. Zaferden sonra ise Misak-ı Milli sınırları içindeki Türkiye Cumhuriyetinin tam bağımsızlığı cihanda barışın ilk şartı olmuştur.

Atatürk, milliyetçiliğe önem veren bir devlet adamı olarak, bütün başka milletleri hor gören, aşağılayan saldırgan bir tutumda asla olmamıştır. O, bu konuda;
“Baylar dış politikamızda dost bir devletin hukukuna saldırı yoktur. Ancak hakkımızı, hayatımızı, memleketimizi, namusumuzu müdafaa ediyoruz, edeceğiz.
Türkler bütün medeni milletlerin dostudur demiştir.

Atatürkçü düşünce sistemi, Türk Milleti’nin iç kavgalara sürüklenmeden, milli ve sosyal dayanışma içinde kalkınmasını amaçlar. Milli beraberlik, milli bütünlük, milli dayanışma, Atatürkçü düşünce sisteminde önemli bir yer tutar.
Atatürk her toplumda olduğu gibi, Türk toplumunda da işbölümünün zorunlu şekilde mevcut olduğunu kabul ediyor, ancak çeşitli işlerde çalışan yurttaşlar arasında sınıf kavgasının bilerek körüklenmesine karşı çıkıyor ve bunun iç barışı tehdit ettiğini belirtiyordu.

Türk milletini oluşturan bireylerin doğum yerleri ayrı da olsa, vatanları birdir. Meslekleri, mezhepleri ayrı da olsa, mensup oldukları millet birdir.
Atatürk’ün ısrarla belirttiği gibi ortak bir tarihin, ortak sevinçlerin, ortak kederlerin ve ortak bir kaderin aralarında sayısız bağlar ördüğü yurttaşlar, ırk, mezhep, sınıf kavgalarıyla bölünüp parçalanmamalıdır. Yurtta barış ancak böyle sağlanabilir.
Atatürk’ün barışçılık anlayışında, teslimiyetçi, boyun eğmeye hazır, hayalci, pasifist bir tutum asla yoktur. Bir milletin barış içinde yaşaması için kendinin savunacak güce ve iradeye sahip olması gerektiğini ifade etmiştir. Pek çok savaş, felaketi geçirmiş olan Türkiye’nin barış ihtiyacının büyük olduğunu belirtirken, barışın ancak güçlü olmakla korunabileceğini söylemiştir.

Sömürgeciliğin yeryüzünden er geç silineceğini belirten, “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesiyle geleceğe ışık tutan Atatürk, çağının ilerisinde bir liderdi. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı (UNESCO) doğumunun 100. Yıldönümünde Atatürk’ü anma kararı alırken şöyle diyordu:

“Kemal Atatürk, dünya milletleri arasında devamlı barış ülküsünün ve karşılıklı anlayış ruhunun olağanüstü bir öncüsüdür. Bütün hayatı boyunca insanlar arasında hiçbir renk, dil ve ırk ayrımı tanımayan bir ahenk ve işbirliği çağının açılması uğrunda çalışmıştır.”
1938 yılında Milletler cemiyeti Atatürk hakkında;

“Barışın Dahi Hizmetçisi” deyimini kullanarak uluslararası barışa yaptığı hizmetleri anlatmıştır.
Atatürk uluslararası barışın devamlı ve kalıcı olmasını istemiş ve şu sözleri söylemiştir.
“Eğer devamlı barış isteniyorsa insanların, insan kütlelerinin durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın bütününün refahı açık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak biçimde eğitilmelidirler.”

Türk Milleti Atatürk’ten bu yana tarihinde en uzun barış dönemini yaşadı. Kalkınmasını barış içinde sürdürmeye çalıştı. 1923 ile 1937 yılları arasında tam 26 dostluk anlaşması imzaladı. Bunlarla karşılıklı ilişkiler dostluk üzerine kuruldu. Barış için atılan bu adımlar Türkiye Cumhuriyeti Devletinin çağdaşlaşmasında etkili olmuş ve Türkiye’ye huzur ortamını sağlamıştır.

Atatürk’e göre barış, toplumun bağımsızlık ve özgürlük ortamında yaşadığı durumlarda gerçekten vardır; özgürlük ve barıştan yoksun bir toplum için barış bir erdem olmaktan çıkar. Bu gibi durumlarda ulusun kendisini savunması, ülkesinin bütünlüğünü korumak uğruna savaşması bir insanlık görevidir ve barışseverliğe ters düşmez. Kısacası bağımsızlığı ve özgürlüğü korumak için savaşmak bir haktır.

O bu konuda “ Bizim için barış demek, gerçek ve özgür yaşayışımızı sağlayabilecek nedenleri elde ediş demektir. Bu nedenleri sağlayamadan barış yapmaya yanaşmak, barış oldu demek, kendi kendimizi aldatmak olur.” Demiştir. İç işlerimizde belirleyici faktör olan Misak-ı Millinin aynı zamanda dış ilişkilerimizin de belirleyici temel ilke olduğunu ifade ederek “Özgürlüğünü ve bağımsızlığını korumak yolunda savaş vermeyi bilmeyen uluslar için yaşama hakkı yoktur. Bu uğurda savaş gereklidir.” demiştir. Başka bir değişle Atatürk’ün barış anlayışı, tarihte birçok örneği görüldüğü gibi, düşçü bir barış anlayışı değil, gerçekçi bir barış anlayışıdır. Her zaman kardeşlik ilişkilerimizin pekiştirilmesini dış politikamızın temeli olduğunu vurgulayan Atatürk, kesinlikle başka ulusların toprağında ve egemenliğinde gözümüzün olmadığını ve barışında temel noktasının bu olması gerektiğini söylemiştir.

Atatürk’ün barış anlayışı, gerçekçi, akılcı, insancı ve uygarlıkçıdır. Hem ulusumuzun, hem de tüm insanlığın esenlik ve mutluluğu bu anlayışın odak noktasıdır. Dünya çapında, uluslar arası yazgı ortaklığının başka anlatımı olamaz. Öte yandan, ulusçuluk da bu bağlamda yepyeni bir anlam, özgün bir içerik kazanır, barışçı ve uygarlıkçı bir yörüngeye oturur. Tüm bencillikten uzak, başka uluslarında hakkını tanıyan bir anlayıştadır. Ulu önder, başka alanlarda olduğu gibi barış konusunda da yalnız kuramsal düşüncelerle yetinmemiş daha öncede belirtildiği gibi bunları uygulamaya koyarak düşünce eylem işbirliğini uygulamıştır.

Bağımsızlık savaşının kazanılmasıyla varlığını, şerefini, yaşama hakkını kazanan yüce Türk milleti, Cumhuriyetten bu yana milli tarihinin en uzun barış dönemini yaşamıştır. Kalkınmasını barış içinde sürdürmeğe çalışmıştır. Bunu da ulu önder Atatürk’ün başlattığı ve en iyi uygulattığı “Yurtta barış cihanda barış” ilkesi çerçevesinde gerçekleştirmiştir.
KAYNAKÇA
1 Özdeyişleriyle Atatürk, ATASE Yayınları, Ankara, 1981,s.32
2 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara,1981,C.II,s.282
3 GÖNLÜBOL Mehmet- Cem SAR, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası, İstanbul,1973.
4 Özdeyişleriyle Atatürk…s. 34
5 ENGİNSOY Cemal , “Atatürk’te İnsan Sevgisi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,C. II,s.95
6 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri…s.235
7 FEYZİOĞLU Turhan , Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, YÖK Yay.,Ankara,1987,S. 145
8 a.g.e., s. 145
9 Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri , TDK Yay., Ankara,1968, s.98


• AKARSU Bedia, Atatürk Devrimi ve Yorumları, Ankara,1978
• Atatürkçülük,Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri (1. Kitap), Ankara, 1982
• Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri,Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yay., Ankara, 1981
• Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri, TDK Yayınları,Ankara,1968
• ENGİNSOY Cemal, “Atatürk’te İnsan Sevgisi”,Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Ankara,1985
• EROĞLU Hamza, Türk İnkılap Tarihi, İstanbul, 1982
• EYÜBOĞLU İsmet Zeki, Kendi Sözleriyle Atatürk İlkeleri, İstanbul,1984
• GÖNLÜBOL Mehmet-Cem SAR, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası,İstanbul,1983
• Özdeyişleriyle Atatürk,ATASE Yayınları, Ankara,1981
• ÖZERDİM Sami, Atatürkçünün El Kitabı, Ankara,1981

Hemşireler Haftası

Tarihi çok eski olan hemşirelik mesleği; Eski Mısır, Hindistan, Yunanistan ve Roma’da ilk çağlarda bugünkü biçimde olmasa bile yapılmaktaydı.

Dünyada modern hemşireliğin kurucusu Florence Nightingale (Florans Naytingel) olup, ilk hemşirelik okulunu da 1962 yılında Londra’da açmıştır.

Ülkemizde ilk olarak "Hilal-i Ahmer Cemiyeti" (Kızılay) 1911 yılında hemşirelik kursları açmıştır. Bu kursları bitiren hemşireler; 1912–1914 Balkan Savaşları ile 1914–1918 Birinci Dünya Savaşı’nda hasta ve yaralı askerlere bakmışlardır. Cumhuriyet sonrası ilk Hemşirelik Okulu İstanbul’da açıldı. 

Bunu 1939 yılında Ankara’da açılan Askeri Hemşirelik Okulu izledi.

1943’te Verem Savaş Derneği, 1946’da Sağlık Bakanlığı İstanbul’da birer Hemşirelik Okulu açtılar. Daha sonra diğer illerde bu tip okullar açıldı. Bu okullar ortaokul düzeyinde üç yıl, lise düzeyinde dört yıl eğitim vermekteydi. Günümüzde 4 yıllık Sağlık Kolejlerine dönüştürülmüşlerdir. Kolej ve lise mezunlarına eğitim veren 4 yıllık Yüksek Hemşirelik Okulları da halen faaliyettedir. Bu okullardan en ünlüsü İstanbul’daki Florance Nightingale Yüksek Hemşirelik Okulu’dur. Çeşitli üniversitelere bağlı hemşirelik okulları da vardır.

12 Mayıs’ta hemşireliğin kurucusu Florance Nightingale doğduğu için, ona izafeten "Hemşirelik Haftası"nın başlangıç günü olmuştur.
12–18 Mayıs tarihleri arasında başta hemşireliğin kurucusu Florance Nightingale (1820–1910)’in özverili, sevecen, gece ve gündüz hizmetleri saygıyla anlatılırken, hemşirelik mesleğinin de kutsallığını vurgulamak gerekir.

Hemşirelik; insan sevgisiyle dolu, şefkatle, sabırla yapılan kutsal ve onurlu bir meslektir.
Bu hafta değerlendirilirken, hemşirelik mesleğinin sorunları ortaya konur ve çözümler üretilir. Mesleğin önemine toplumun dikkati çekti.

Nightingale, Kırım Savaşı sırasında İngiltere’den gelerek, Üsküdar’daki Selimiye Kışlası’nda hemşirelik yapmış ve büyük ün kazanmıştır. 1964 yılından itibaren ülkemizde de her 12 Mayıs Günü "Hemşireler Günü" olarak kutlanmaktadır.

Sağlık, bireylerde, zorunlu, vazgeçilmez ve hayatın her döneminde aynı önemi koruyan temel ihtiyaçlardan biridir. Bu ihtiyaca cevap veren personel içinde en önemli meslek grubu ise hemşirelerdir. 

Hemşirelik, güç çalışma şartlarını gerektiren, özveri, sabır, hoşgörü kavramlarını içinde bulunduran zor bir meslektir. Hemşirelik, diğer mesleklerde olduğu gibi, toplumsal ihtiyaçlardan doğan, insan hayatıyla yakında ilgili bir meslektir; ekip çalışmasını bilen, el becerisi olan, hızlı çalışan hünerli eller ister; temelinde sevgi, saygı yatar. Hemşire din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin, birey, aile ve topluma sağlığını kazandırmak için çalışır. Bu nedenle, sevgiden, şefkatten, disiplin ve ciddiyetten uzak bir kişinin bu mesleği icra etmesi mümkün değildir; çünkü hemşire, sağlığı yerinde olmayan, yardıma muhtaç insanlara hizmet vermektedir. Bu yönü düşünüldüğünde, hemşirelerin, hem eğitim açısından hem de psikolojik, sosyal ve ekonomik açıdan desteklenmesi gereken bir meslek grubu olduğu ortaya çıkmaktadır. 


TÜRKİYE’DE HEMŞİRELİK

Türkiye’de hemşirelik, sağlık hizmeti veren ekip üyelerinden biri olarak önemli bir yere sahip olmakla birlikte hak ettiği değeri göremiyor. Hemşire, toplumumuzda hekimin yardımcısı gibi algılanıyor; sağlık hizmetinin bir ekip hizmeti olduğu dile getirilse de bu söylem uygulamaya yeterince yansımıyor. Oysa sağlık hizmetleri bir bütündür ve her disiplin sağlıklı/hasta birey için çalışır. 


HEMŞİRE NE DEMEKTİR?
Belirli sağlık eğitim ve öğrenimi gördükten sonra; sağlık hizmeti alan hastaların bakımında görev yapan, kliniklerde de sağlık hizmeti sunan, hekimlere yardımcı olan sağlık personeli kadınlara "Hemşire" denir.
Hemşireliğin farklı tanımları yapılmış aslında. 19. yüzyılda Florance Nightingale hemşireliği “Hastayı iyileştirmek için hasta çevresinin iyileştirilmesi ve düzenlenmesi eylemi.” şeklinde; 20. yüzyılda Henderson ise “Bireyin sağlığına ve bağımsızlığına kavuşma sürecindeki dinamik güç.” olarak tanımlamış. Uluslararası Hemşireler Birliği de bu tanımı benimsemiştir. 1980 yılında Amerikan Hemşireler Birliği hemşireliği “Yardım sunan bir meslek.”, hemşirelik uygulamasını “Var olan ve olabilecek sağlık sorunlarına karşı gösterilen insan tepkilerinin tanı ve tedavisidir.” diye tanımlamıştır.

TÜRKİYE’DE HEMŞERİLİĞİN TEMEL SORUNLARI

Farklı düzeylerde eğitim alma: Ülkemizde hemşirelik eğitimi lisans, önlisans, açık öğretim, lise sonrası 18 aylık kurs ve ortaokul sonrası 4 yıllık lise şeklinde beş ayrı düzeyde verilmiştir ve bu farklılık devam etmektedir. Bu heterojenlik mesleği algılama, mesleki çabaları benimseme, belirli bir gelire sahip olma gibi özelliklerinden dolayı mesleği olumsuz etkiliyor. Eğitim düzeylerinin farklılığı, çalışma yaşamında yetki ve sorumluluklara yansımıyor. 1996 yılında kapatılan Sağlık Meslek Liseleri 2001 yılında tekrar açıldı, hemşirelerin üniversite düzeyinde eğitim talepleri dikkate alınmadı. Oysa şu an dünyada ortaokul sonrası lise eğitimi ile yetinen ülke bulunmamaktadır.

Hemşirelik Kanunu: 1954 yılında çıkarılan 6283 sayılı Hemşirelik Kanunu hemşirenin değişen ve yapmakta olduğu rol ve işlevlerini kapsamıyor. Avrupa Birliği süreciyle birlikte hızla uyum yasaları çıkarılırken hemşirelik yasasının gündemde olmaması, çıkan yasaların ülkemiz sağlık ihtiyaçlarını yansıtmamaktadır.

Hemşire istihdamı: Sağlıkta dönüşüm adıyla yürütülen politikalar, genelde sağlık çalışanlarını, özelde hemşireleri oldukça olumsuz düzeyde etkilemiş; halen etkilemeye devam etmektedir. Sağlıktan kar elde etmeyi hedefleyen bu politikalar tedavi edici sağlık hizmetlerine dayandığı, koruyucu sağlık hizmetlerini yok saydığı ya da finansal olarak bireysel sorumluluk alanını daralttığı için hemşirelerin istihdam sorunları ülkemiz dahil, pek çok ülkenin önemli bir sorunu. Ülkemizdeki toplam 80 bin hemşirenin yüzde 90’ı tedavi edici sağlık hizmetlerinde çalışıyor. Bunun yanında tedavi edici sağlık hizmetleri, Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenen kadronun yarısından bile az sayıda hemşire ile yürütülmektedir. Örneğin 300 yataklı bir çocuk hastanesi için 400 hemşire kadrosu belirlenmişken 150–170 hemşire ile hizmet verilmektedir.

Böylesi yoğun koşullarda çalışan hemşireler kendi alanları olan bakımı başkalarına bırakma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu durum mesleğin özerkliğini, bakım kalitesini olumsuz yönde etkilemekte, hemşireliğin sadece hekim istemlerini uygulayan bir meslek olarak algılanmasına neden olmaktadır. 

Branşlaşma: Ülkemizde temel eğitim sonrası akademi dışında branşlaşma olanakları yoktur. (Ameliyathane hemşireliği, yoğun bakım hemşireliği, onkoloji hemşireliği vb.) Yıllarca onkoloji hemşireliği yapmış hemşireler çok farklı alanlarda çalıştırılabilmektedir. Bu durum mesleki doyumu azaltarak tükenmişliği artırmaktadır.

Cinsiyet: Hemşireliğin sosyolojik özelliklerinin en başında gelen önemli faktör cinsiyettir. Ülkemizde erkek hemşirelerin sayılarının çok az olması ve hemşireliğin kadınlara özgü bir meslek olarak algılanması mesleğin gelişimini olumsuz yönde etkiliyor. Ataerkil aile temelli toplumumuzda kadınlardan erkeğe boyun eğme ve saygı beklendiğinden, kadınlardan oluşan hemşirelik de bu anlamda büyük ölçüde payını almıştır.

Ülkemizdeki sağlık sisteminde geleneksel sağlık anlayışı hâkim. Hastanın merkezde olmadığı, hasta hakkında karar verenin tek başına hekimin olduğu bu anlayışın değişmesi gerekiyor. 

Türk Hemşireler Derneği’nin 2000 yılında hemşire, ebe ve sağlık memurlarının meslekten memnuniyetine ilişkin yaptığı araştırmada; araştırmaya katılan hemşirelerin yüzde 41,9’unun mesleğinden memnun olduğu, yüzde 58.1’inin mesleğinden memnun olmadığı saptanmış. Memnuniyetsizlik nedenleri ise,
1. Ücret yetersizliği, 
2. Görev yetki ve sorumluluklarının belli olmaması, 
3. Risk fazlalığı, 
4. Görev dışı işlerde çalıştırılma, 
5. Meslekte ilerleyememe, 
6. Toplumun mesleğe yönelik olumsuz yaklaşımı, 
7. Yoğun çalışma temposu, 
8. Yardımcı sağlık personeli olarak değerlendirilme, 
9. Fazla çalışma ve 
10. İstenilen branşta çalışamama olarak sıralanmış. 

Ülkemizde sağlık ve hemşireliğe yönelik planlamalarda hemşirelerin olmaması ya da yeterince temsil edilmemesi de mesleğin otonomi kazanmasını olumsuz etkileyen faktörlerden biri olarak görülüyor.

Hemşirelik profesyonel bir meslektir. Gelişmiş ülkelerde meslekleşme sürecini tamamladığı halde yukarda sayılan nedenlerden dolayı ülkemizde meslekleşme istenilen düzeyde değildir.

Hemşirelik mesleğinde yaşanan sorunlar, hemşirelik uygulamalarına; hemşirelerin bağımsız fonksiyonlarından olan bakım verme ve yardım etme işlevlerini yeterince yerine getirememesi, mesleki bilgi ve yeteneklerini etkin kullanamaması şeklinde yansımaktadır. Bunun sonucunda toplum kaliteli hemşirelik bakımı alamamakta, sağlık hedeflerine ulaşmada hemşirelik potansiyeli değerlendirilememektedir.

Hayvanları Koruma Günü

AÇIKLAMA -1-
Canlılar dünyası ; insanlardan, bitkilerden, ve hayvanlardan oluşur. İnsanlar eskiden beri hayvanlarla ilgilenmişlerdir. Kütüphanelerimizde içi yalnız hayvan resimleriyle dolu ansiklopedilerimiz de vardır. Bu ansiklopedilerde hayvanların; özellikleri, beslenmeleri, bakımları, çoğalmaları, hastalıkları ve yararları anlatılır.
Hayvanlar, duyu ve hareket yetenekleri olan canlılardır. Hayvan dostları ilk kez İngiltere'de 1822 yılında bir araya geldiler. Hayvanları korumak, insanların hayvanlara iyi davranmalarını ve hayvanların daha iyi koşullarda beslenme ve korunmalarını sağlamak amacıyla Hayvanları Koruma Birliği'ni kurdular. Yurdumuzda Hayvanları Koruma Derneği 1908 yılında kuruldu. Aynı amaçlı dernekler birleşerek Hollanda'nın başkenti Lahey'de Dünya Hayvanları Koruma Federasyonu'nu oluşturdular. 1931 yılında toplanan bu kuruluş 4 Ekim'i Hayvanları Koruma Günü ilan etti.

İlk çağlarda insanlar, hayvanlardan korkuyorlardı. Hayvanlardan korunmak için evlerini dağların yamaçlarına, kayalıklara kuruyorlardı. Zamanla insanlar hayvanlara yaklaştılar. İnsanlar daha ilk çağda kedi, köpek, at, koyun, sığır, keçi gibi hayvanları evcilleştirdiler. Evcilleşen hayvanlar, insanların yardımcısı oldu. Pek çok kitapta, filmlerde, sahipleri için canını veren hayvan öykülerini okur, izleriz. Hayvanların sahiplerine bağlılıkları, hayvan sevgisinin doğup büyümesine yardımcı oldu. Hayvanları seven insanlar, hayvan hastalıklarını iyileştirmek için çalıştılar. Bugün uygar ülkelerde hayvan hastaneleri kurulmuştur. Veterinerler hayvan hastalıklarını belirleyip iyileştiriyorlar. Hayvan hastalıklarına karşı önlem alınıyor. Hayvanları hastalıklardan korumak için aşı yapılıyor.

Başlıca besinlerimiz olan et, süt, yumurta, yağ hayvanlardan sağlanır. Giyeceklerimizin bir bölümü de hayvanların derisinden, yün ve tüylerinden yapılır. İnsan sağlığı için gerekli olan aşı ve serumun yapılmasında da hayvanlardan yararlanılır.



Kafesteki kanaryanın ötüşünü dinlemek, akvaryumdaki balıkları seyretmek bizi dinlendirir. Çiçekten çiçeğe, ağaçtan ağaca dolaşan böcekler, bitkilerin çoğalma olayına yardımcı olur. Çevremizdeki hayvanlardan doğrudan doğruya veya dolaylı olarak yararlanıyoruz. Kuşkusuz akrep, yılan gibi zararlı hayvanlar da vardır. Bu zehirli hayvanlardan kendimizi korumalıyız.
Hayvanları sevenler, insanları daha içten severler. Hayvan dostları mutlu olmayı sevgide ararlar. Hayvanları koruyalım. Hayvanlara eziyet etmeyelim. Hayvanları sevelim. Onlara yardımcı olalım. Hayvanları Koruma Günü'nde öğrendiklerimizi yaşam boyu uygulayalım.

AÇIKLAMA -2-
Yeryüzünde pek çok hayvan yaşar. Bunların bir kısmı evcilleştirilmiştir. İnsanlarla birlikte yaşarlar. Evcil olmayanlar, başıboş, kontrolsüz dağ, bayır gezer dururlar.
Hayvanların insanlara faydaları çoktur. Onlardan et, süt, yumurta, yağ, peynir, bal, sucuk gibi besinler elde ederiz. Bazı hayvanların gücünden yararlanırız. Bazılarının derisinden, tüyünden, gübresinden faydalanırız.


Evin kedisi evdeki zararlı böcekleri ve fareleri yakalar. Köpek evimizi ve hayvanlarımızı korur, bize bekçilik yapar. Tavuğun yumurta ve etinden, horozun sesinden, tüyünden ve etinden faydalanırız. At, eşek ve katır gibi hayvanların gücünden faydalanırız, yüklerimizi taşırlar, arabalarımızı çekerler, bizi de taşırlar. Manda, inek, koyun bize süt, et verir. Öküz tarlamızı, harmanımızı sürer, arabamızı çeker.
Bilim adamları hayvanlar üzerinde deneyler yaparlar. İnsanlık için faydalı olacak buluşlarını bu deneyler sonunda ortaya çıkarırlar. Hayvanların bu bakımdan insana faydası vardır.
Bize pek çok faydaları olan hayvanları biz de sevelim ve koruyalım. Onları rahatsız etmeyelim. Yaralı ve hasta olanları hemen veterinere götürelim. Hayvanlara iyi bakıp besleyelim.
Her yıl Ekim ayının 4.günü "Hayvanları Koruma Günü" olarak kabul edilmiştir. O gün gelince okullarda, radyo ve televizyonlarda hayvanların faydaları üzerinde konuşmalar yapılır. Hayvanlara karşı nasıl davranılması gerektiği anlatılır.

HAYVANLARIN KORUNMASI İÇİN NELER YAPALIM
  1. Zor durumda kalmış hayvanları koruyalım. Onların bakımına yardımcı olalım.
  2. Bakımını üstlendiğimiz hayvanların yiyeceklerini, içeceklerini düzenli verelim. Aşılarını zamanında yaptıralım.
  3. Hayvanlara eziyet edilmesi insanlıkla bağdaşmaz. Öte yandan bu davranış yasalarımıza göre suçtur. Bu suçu işleyenleri uyaralım.
  4. Kuşların, karıncaların yuvalarını bozmayalım. Yumurtalarını almayalım. Avlanma mevsimi dışında kesinlikle av hayvanlarını avlamayalım.
  5. Hayvanları korkutmayalım, ürkütmeyelim. Onlara şakadan da olsa eziyet etmeyelim.
  6. Bakamayacağımız hayvanları eve almayalım. Biz almazsak belki bakabilecek biri alır.
  7. Yiyecek artıklarımızı, özellikle ekmeği, çöplüğe atacağımıza yakınımızda bulunan hayvan besleyicilerine verelim.
  8. Sapanla kuş avlamayalım. Avlamak isteyenlere engel olalım.

Hava Şehitleri Günü

İnsanlar çok eskiden beri havacılığa ilgi duymuşlar, uçmayı amaçla­mışlardır. İlk uçak yapım çalışmalarını Roger Baconbaşlattı. Sonra Leonardo da Vinci bugünkü uçağın ilkel biçimini hazırladı. Clement Ader 1890 yılında buharla çalışan ilk hava aracını yaptı. Wright kardeşlerin 1913 yılında yaptıkları uçakla uçmalarından sonra; uçaklar savaşta kullanılmaya başlandı.
Tarihte ilk uçak saldırısı 1911 yılında Trablusgarb'ta İtalyanlar tarafından Türklere karşı yapıldı. Bu savaşta uçaklardan biri, askerlerimizin ateş etmesi sonucu düşürüldü.
Havacılığın ilerlemesi ile birlikte uçak kullanmak ve yönetmek bir meslek halini aldı. Hava taşıtını kullananlara pilot denir.



İlk Türk pilotları Fransa ve İngiltere’de öğrenim gören Hüseyin, Münif öğretmen, Sadi Fuat, Fazıl, Fethi, Sadık ve Nuri Beylerdir.
Birinci Dünya Savaşı'nın başladığı 1914 yılında Fethi Bey görevli olarak uçağı ile Mısır'a doğru yola çıktı. Uçak Arap Yarımadasında Tabariye Gölü yakınında düştü. Fethi Bey şehit oldu. Arkadaşlarından haber alamayan Sadık ve Nuri Beyler onu aramak için Arabistan'a giderken Toroslar üzerinde uçaktan düştü. Onlar da şehit oldu.
İlk savaş pilotlarımızdan Binbaşı Fazıl Bey Birinci Dünya Savaşı'nın son günlerinde İstanbul üzerinde beş İngiliz uçağı ile tek başına savaştı. Düşman uçaklarından birini düşürdü. Kurtuluş Savaşı başlayınca Anadolu'ya geçti. Savaş boyunca uçak bölük komutanı olarak görev yaptı.
27 Ocak 1923 günü Fazıl Bey'in uçağının motoru bozuldu. Dönüşe dayanamayan uçak düştü. Fazıl Bey şehit oldu.
1964 yılında Kıbrıs Harekatında pilot yüzbaşı Cengiz Topel de şehit düştü.
Hava şehitlerimiz yurdumuz uğruna şehit düşmüşlerdir. Yurdumuz; üzerinde yaşadığımız topraklardan ülkemizi çevreleyen deniz kıyılarından ve bunlar üstündeki gökyüzünden oluşur.



Çağımızda savaşlar çoğu zaman göklerde başlıyor. Zaferler göklerde kazanılıyor. Bunun için Atatürk havacılığın gelişmesine önem verdi. Gençleri havacılığa özendirmek için 1925 yılında Türk Hava Kurumu'nun kurulmasını istedi. Türk Hava Kurumu yurttaşların yardımı ile günden güne gelişmektedir.
Hava şehitlerimizin anılarını yaşatmak için İstanbul’da Fatih Parkında ve yurdumuzun çeşitli kentlerinde anıtlar yapıldı. Her yıl bu anıtlar önünde düzenlenen törenlerle Hava Şehitlerimiz anılır. Anma törenlerinde havacılı­ğın önemi anlatılır. Şiirler okunur. Uçaklar gösteri uçuşları yaparlar.


Gençlik ve Spor Bayramı

19 Mayıs 1919 Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a geldiği gündür. Ulusal bayram günümüzdür. Her yıl 19 Mayıs günü Gençlik ve Spor Bayramımız yurdun her yanında spor gösterileri ve törenlerle kutlanır.

1914'de başlayan Birinci Dünya Savaşı dört yıl sürdü. Savaş öncesi Avrupa'nın belli başlı ülkeleri ikiye ayrıldı. Birbirleriyle savaştılar. Bu savaşta bizimle birlikte onlar yenildi. Savaş kurallarına göre biz de yenilmiş sayıldık.
Savaş sonunda Mondros Silah Bırakışması imzalandı.
Buna göre Fransızlar Adana ve Hatay'a; İngilizler Urfa, Mardin ve Merzifon'a; İtalyanlar Antalya'ya yerleştiler. 15 Mayıs 1919 günü Yunanlılar İzmir’e girdi. Böylece yurdumuz paylaşıldı. Ordularımız dağıtıldı, İstanbul Boğazı düşman gemileri ile doldu.
Trablusgarp'da Birinci Dünya Savaşı'nda Anafartalar'da düşman güçlerini yenen Mustafa Kemal bu kez yurdumuzu kurtarmak için Anadolu'ya geçmeye karar verdi. 16 Mayıs günü İstanbul’dan Bandırma Vapuru'na bindi. Bu yolculuğu General Hikmet Gerçekçi şöyle anlatıyor:
« Karargah üstlerinin hemen hepsini deniz tutmuştu. Kimse kamarasından dışarı çıkamıyordu. Samsun'a az bir yolumuz kalmıştı. Herhangi bir terslik çıkmazsa, çok değil yarın sabah orada olacağımızı ümit ediyorduk, bu düşünceler içinde güvertede ellerimle küpeşte demirini tuta tuta yürümeye çalışırken O'nun kamarasından çıktığını gördüm. Sert bakışlarıyla ufka bir göz gezdirdikten sonra kaptan köşküne çıktılar. Bandırma vapurunda hemen herkesi deniz tutmuştu, oysa Mustafa Kemal dipdiriydi ve çok sağlıklıydı. Kıyı bir ana baba günü halini aldı. Gemimiz demir atınca coşkun gösteriler yükseldi. Hemen ardından geminin etrafını  kayıklar aldı. Halkın bu coşkun gösterisini görünce boğazıma bir şey tıkandı, gözlerim yaşardı. Vapur 19 Mayıs sabahı Samsun Limanına yanaştı. Kemal Paşa ve arkadaşları Samsun'da sevinç gösterileri ile karşılandı.»
Burada bir hafta kalan Mustafa Kemal Paşa, 27 Mayıs günü Havza'ya geldi. Çalışmalarını burada da sürdürdü.
Mustafa Kemal, Amasya'da yayınladığı genelge ile ulusu, ülkenin bütünlüğünü, bağımsızlığınıkurtarmak için birlikte çalışmaya çağırdı. İstanbul Hükümeti Mustafa Kemal Paşa'nın buçalışmalarından hoşnut değildi. Harbiye Bakanı Mustafa Kemal Paşa'yı İstanbul’a çağırdı.
Bunun üzerine M. Kemal Paşa padişaha telgraf çekerek askerlikten çekildiğini bildirdi. MustafaKemal Paşa bundan böyle çalışmalarına sade bir yurttaş olarak devam etti.  4 Eylül günü Sivas’a gitti. Sivas Kongresi'nde «Ya bağımsızlık, Ya ölüm» ilkesi kabul edilerek yurt düşmandan kurtarılıncaya dek savaşmaya and içildi.
Mustafa Kemal Paşa Sivas'tan sonra Ankara'ya geldi 23 Nisan 1920 günü Büyük Millet Meclisi'ni topladı. Meclis başkanlığına seçilen Mustafa Kemal Paşa düzenli ordular kurdu.

Bu ordular düşmanlarla çarpışmaya başladı. Birinci İnönü, ikinci İnönü, Sakarya ve Başkomutanlık Meydan Savaşı sonunda yurdumuz düşmanlardan kurtarıldı.
19 Mayıs 1919 Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başladığı gündür. Bugün aynı zamanda Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı'mızdır. Spor beden eğitimidir. Spor bedeni geliştirir. Sağlıklı olmamızı sağlar. Spor yapanlar hayatta daha başarılı olurlar. İyi bir sporcu sağlam bedenli, becerikli ve başarılı bir insandır, içki, sigara kumar gibi alışkanlıkları yoktur. Spor kötü alışkanlıkların edinilmesine fırsat vermez.
İlk, orta, lise ve dengi okullarımızda izci örgütleri vardır. İlk okullardaki bu örgüte küçük izci denir, izcilik, öğrencileri yaşamın güçlüklerine alıştırır. İzcilerin özel giysileri, çantaları, mataraları, ipleri ve çakıları vardır. Beden eğitimi öğretmenleri izcilere yürüyüşler yaptırır. İzciler için yaz aylarında ormanda, yaylada, göl ve deniz kıyısında izci kampları kurulur. Bu kamplarda izciler yaşamın güçlüklerine alışırlar. 19 Mayıs'ta yurdumuzun her yerinde izciler, öğrenciler ve gençler spor gösterileri yaparlar.
19 Mayıs; 1981 yılından başlayarak «Atatürk'ü Anma Günü» olarak da kutlanmaya başlandı. Atatürk bir söyleşi sırasında: «Ben 19 Mayıs'ta doğdum» demiştir. 19 Mayıs bir yandan Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı öte yandan ülkemizin kurtarıcısı, devletimizin kurucusu Atatürk'ün doğum yıldönümü olarak törenlerle kutlanır.

Girişimcilik Haftası

Girişimcilik Haftası Mart ayının ilk haftası kutlanır. Girişimcilik Haftasının amacı; İş Dünyası ve işadamlarını topluma daha yakından tanıtmak ve özellikle gençleri girişimciliğe özendirmek ve ülkemizin ihtiyacı olan sürdürülebilir bir ekonomik büyüme sürecinde iş kurma kabiliyetine sahip girişimcilere her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğunun farkında olarak, girişimciliğin yenilikçilik – yaratıcılık performansını daha çok öne çıkarmak ve bu sürece katkıda bulunmaktır. 

Yapılan bir araştırmaya göre Avrupalıların yarısı, Amerikalıların ise yüzde 60’ı kendi işine sahip olmayı yeğliyor. AB toplumlarında herkes Avrupalıların daha girişimci bir yapıyı özümsemesi konusunda hemfikir. Buna karşın Avrupalıların çoğu kendi işlerine sahip olmayı fazla riskli görüyor. Oysa Avrupalıların riskleri almaya istekli olmaya ve yükselen iş fırsatlarını değerlendirmeye fazlasıyla ihtiyacı var. 

Avrupalı eksperlerin görüşüne göre bu soruna çözüm girişimciliği ilköğretimden itibaren gençlere yavaş yavaş aşılamaktan geçiyor. 

Gerçekten ilköğretim ve ortaöğretim öğrencileri ticari bir girişimi başlatabilir ve başarılı olabilirler mi? AB ülkelerinde okullarda giderek uygulamaya konulan çok sayıda programın ortaya koyduğu sonuçlara göre bu sorunun cevabı “evet” çıkıyor.

İLK VE ORTA ÖĞRETİMDE GİRİŞİMCİLİK DEĞERLERİ

Avrupalıların daha fazla girişimciliğe nasıl özendirileceği giderek tartışılan ve üzerinde programlar üretilen bir konu haline geliyor. Bürokrasinin azaltılmasından, firma kuruluş masraflarının düşürülmesinden, düzenleyici yüklerin azaltılmasından ve yeni girişimcilerin yaptığı mali hataların hoş görülmesine kadar bir dizi fikir tartışılıyor. Bütün bu fikirlerin odaklandığı noktayı ise, “girişimciliği erken kavrayan ve benimseyen yeni bir nesil yaratmak” şeklinde özetlemek mümkün.

Bu ortamın ilk yeşertilmesi gereken platformların ise okullar olduğu gerçeği uzmanlarca Avrupalıların önüne konuluyor. Eğer girişimcilik değerleri okullarda öğretilebilir ise Avrupa, derece derece girişimciliği ön plana alan ve bunun mükemmel bir iş olduğunu kavrayan yeni bir nesil yaratabilir. Gerçekten bu mümkün müdür? Yirmi yıl önce okullar için bu tür fikirlerin tartışılma şansı yoktu ; “ticareti okullara sokmanın çok tehlikeli olduğu” savunuluyordu.. Geleneksel olarak okullar iş dünyasına karşı ihtiyatlı yaklaşıyor ve ticari değerlerin faaliyetleri içine alınmasını isteksiz davranıyordu. Küreselleşmenin önlenemez yükselişi, fikirlerin hızla değişmesine neden oldu. Artık Avrupa’da okulların çoğu yerel iş dünyası ile iyi ilişkiler geliştirmenin yollarını araştırıyor.

JA-YE ve EUPOPEN ORGANİZASYONLARI

Avrupa Komisyonu son yıllarda okullarda girişimcilik eğitimi ve deneyimi için dizayn edilen çok sayıda projeye sponsor oldu. Bu projeler, okullarda girişimcilik öğretisinin değerini vurguluyor ve öğrenciler tarafından yönetilen küçük şirketlerin kurulmasını öngörüyor, Programlar eğitim sisteminin kendisi tarafından değil daha ziyade okul dışı organizasyonlar tarafından yürütülmekte. Bu organizasyonlardan ikisi ön plana çıkıyor; Junior Achievement Young Enterprise ( JA-YE) ve EUROPEN. JA-YE, 5 ila 22 yaş grupları arasındaki öğrencilere yönelik şirketleşme, ekonomik terimler ve girişimcilik üzerine faaliyet gösteren bir Avrupa organizasyon ağı. 2005’de JA-YE’ ye 24 ülkenin ortaöğretim kurumlarından yeni katılımlar oldu. JA-YE’nin 25 ülkede 10 bin öğrenci üzerinde yaptığı bir incelemeye göre katılanların yüzde 63’ü hayatının bir döneminde kendi işini kurma eğiliminde. Bu oran JA-YE’nin programlarını izledikten sonra yüzde 84’e yükseliyor.
EUROPEN ise 42 ülkenin üye olduğu 5000 firma tarafından desteklenen dünya çapında bir ağ. Avrupa Sosyal Fonu’nun 1990’dan beri desteğine sahip. EUROPEN üyelerine, yaratıcı eğitim araçları sağlıyor, pratik firma konsepti sunuyor, üyelerini hükümetler ve özel kuruluşlar nezdinde temsil ediyor. Bunun dışında üyelerine yazılım geliştirme, uluslar arası ödemeleri kolaylaştırma, fuarlar- seminerler düzenleme, iş mektupları hazırlama ve ürün fiyatlandırma gibi alanlarda hizmet veriyor.

GELECEKTE GİRİŞİMCİLİK EĞİTİMİ NASIL GELİŞECEK?

Girişimcilik eğitimleri giderek AB’nin temel politika gündeminin merkezine yerleşiyor. Bu eğilim halen ulusal, bölgesel ve yerel düzeylerdeki Avrupa kurumlarına hızla yayılıyor. Hiç kuşku yok ki girişimcilik kültürel bir unsur ve genç insanlardan ve okullardan başlatılması gereken bir olgu. Bu nedenle okulların ve öğretmenlerin motive edilmeye ve eğitimden sorumlu kurumların yakın desteğinin alınmasına ihtiyaç bulunuyor. Bundan sonraki etapta, bu yaklaşımın yararlarını artırmak üzere toplumun her düzeyinde; politikacılar, kamu görevlileri, okul yöneticileri, öğretmenler, veliler ve öğrencileri içine alan geniş bir kulvarda tutarlı ve sistematik bir çaba göstermek gerekiyor.

TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK POTANSİYEL GÜCÜ

Eğer ülkemiz, en değerli hazinesi olan gençliğini beş yaş grubundan itibaren önümüzdeki 10-15 yıl boyunca girişimcilik ve yaratıcılık (inovasyon) odaklı olarak eğitme başarısını gösterebilirse, AB’ye onurlu şekilde üye olmaktan da öteye dünyanın değer vereceği saygın bir ülke konumuna yükselir. Bu da her Türk vatandaşını mutlu etmekten öteye gururlandırır ve motive eder. Bütün mesele önümüzdeki 10-15 yılda gençliğimizi nasıl eğiteceğimizde düğümlenmektedir.

Gaziler Günü

Türk tarihinde İslam öncesi ve sonrası şehitlik ve gazilik orunu vardır. Her Türk de bu orunlara kavuşmak için vatanı, milleti, bayrağı, milli marşı, soydaşları ve kutsal değerleri için savaşır. Çünkü milli hasletimizde olan bu duyguların, Türk ulusu ve her bireyi için vazgeçilmez bir anlamı ve önemi vardır. 

Türk Milleti bunun en güzel örneğini Atatürk’ün önderliğinde verilen "Kurtuluş Savaşı"nda yaşamıştır. "Ya istiklal, ya ölüm!" demiştir. Türk tarihi böylesine "kahramanlık günleri" ile doludur. Kahramanlık günlerini şehit ve gazilerimize borçluyuz. Destanlar yaratan şehit ve gaziler tek tek birer onur abidemizdir. 


Vatanı uğruna ölümü göze almış kahraman Türk Ordusu, daha sonra dünya barışını korumak için görev almıştır.

1950–1953 yılları arasında barış için Kore’de savaşmıştır. 1974 yılında soydaşlarımızı yok olmaktan kurtarmak için, "Kıbrıs Barış Harekâtı’nı gerçekleştirmiştir. Yine Mehmetçik barışı korumak için, Bosna-Hersek, Somali ve Kosova’ya barış gücü olarak Birleşmiş Milletler kararıyla gitmiştir.

l. Dünya Savaşı’nda, Kurtuluş Savaşı’nda Kore Savaşı’nda ve Kıbrıs Barış Harekatı’nda birçok askerimiz şehit oldu, bir kısmı da gazi olarak geri döndü. Devletimiz bir yasa ile şehit yakınlarına "Övünç Madalyası" vererek şehitlik maaşı bağlar. Yine gazilere de madalya ile aylık maaş verir ve tedavi, ulaşım gibi hizmetlerde ücretsiz olanaklar tanır. Türk ulusu için, "şehitler nurlanmış" ve "gaziler onurlanmış" şahıslar demektir. Bunların en başında da; Başkomutan, Gazi, Mareşal ve Ulusal önder Mustafa Kemal Atatürk gelmektedir.


Türkiye gazileri 19 Eylül 1983 tarihinde "Türkiye Muharip Gazileri Derneği" altında bütünleşmişlerdir.19 Eylül aynı zamanda Atatürk’e 1921 yılında Mareşallik rütbesi ile gazilik unvanının verildiği gündür. Bu nedenle, yurdumuzda her yıl 19 Eylül "Gaziler Günü" olarak kutlanmaktadır. 

Aynı gün diğer bir deyimle "Kahramanlık Günü" olarak da kutlanmaktadır. Yerel kurtuluş günleri de gazilerimiz ve kahramanlarımız için birer anma günüdür. Şehitlerimizin ruhlarını huzurlu kılmamız için, savaş arkadaşları gazilerimizi hak ettikleri değeri vererek, onları her yerde ve her zaman onurlandırmalıyız.

Gazeteciler Günü

1961 yılında gazetecilerin çalışma haklarında önemli iyileştirmeler getiren 212 sayılı Yasa'nın yürürlüğe girmesi üzerine, 9 gazete sahibi, yasayı protesto etmek için 3 gün boyunca gazeteleri yayımlamama kararı aldılar. Bu gelişme karşısında, gazeteciler 10 Ocak 1961 günü haklarına ve basın özgürlüğüne sahip çıkmak amacıyla Sendika binası önünde toplanarak Vilayet'e kadar bir yürüyüş yaptılar. Gazeteciler, patronların boykot kararı karşısında ise Sendika'nın öncülüğünde, BASIN adıyla kendi gazetelerini 11–12–13 Ocak 1961 tarihlerinde yayımladılar. 

O tarihten sonra 10 Ocak, "Çalışan Gazeteciler Bayramı" olarak kutlandı. 1971 yılındaki 12 Mart müdahalesinden sonra ise çalışanların hakları ve basın özgürlüğüne getirilen kısıtlamalara tepki olarak 10 Ocak, "Bayram" olmaktan çıkarıldı ve "Çalışan Gazeteciler Günü" olarak anılmaya başladı.

Basın deyince, gazeteler, televizyonlar, radyolar, dergiler ve yazılı haber bültenleri aklımıza gelir değil mi? organları olmasaydı Edirne'deki veya Kars'taki bir olaydan nasıl haberimiz olabilirdi? Hatta "Dünya Kupası" maçlarını anında izleyebilir miydik? Peki, ülkemizden binlerce kilometre uzakta olan Avustralya'daki veya Almanya'daki bir olaydan hiç haberdar olabilir miydik? 

Dünya'da ve ülkemizde yaşanan olaylardan basın-yayın organları aracılığıyla çok kısa bir süre sonra haberdar oluruz. 

Gazeteciler Günüyle, basın organlarının yayın yapma ve halka bağımsızca haber verme özelliğine dikkat çekilmesi amaçlanmaktadır.

Etik Günü

Etik nedir?
Etik, pratik felsefenin bir konusudur. Pratik, çünkü insanların ne şekilde davranmaları gerektiğiyle ilgili somut ve kanıtsal bilgiler sunar. İyi ve kötü davranış nedir? İyi veya kötü nedir? Bu sorular kulağa biraz teorik gelebilir ama sık sık karar vermek zorunda kaldığımız durumlarla karşılaşırız, değil mi? Yolda bulduğumuz bir cüzdan bizde kalabilir mi, yoksa kayıp bürosu veya karakola mı bırakmalıyız? İzin almadan arkadaşımızın kalemini kullanabilir miyiz?

Etik ve ahlak arasındaki fark nedir?
Ahlak, içinde yaşadığımız topluma göre değişir ve genelde çoğunluk tarafından herhangi bir gerekçe gösterilemeden doğru kabul edilen değerlerin ve düşüncelerin toplamıdır. "Doğru" olduğu hissedilenler ahlaka uygun olarak kabul edilir. Ve bu durum toplumdan topluma farklılık gösterir. Buna karşılık etik, kuralları mantıklı olarak yorumlamaya çalışır. Etiği, ahlakın üzerinde yeniden düşünme olarak tanımlamak da mümkün. Bilimde ve hukuk sisteminde sadece mantıklı açıklamalar bulunduğu için de biyoahlak değil sadece biyoetik vardır. 

Biyoetik terimini anlamak zordur. Fakat tedavisi bulunmayan bir hastalığa yakalananlar biyoetikle karşı karşıya gelebilirler. Doktorlar, iyileşme sağlayabilecek bir yöntemi denemeliler mi? Ya da yaşı ilerlemiş bir kadın yapay döllenmeyle çocuk sahibi olmalı mı? Ve insan, bitkileri ve hayvanları genetiğin yardımıyla ekonomik ihtiyaçlarına göre ne kadar değiştirmeli ya da değiştirmeli mi?

Yasaları hazırlayanlar uygun kuralları koyabilmek için konuyu enine boyuna tartışmak zorundalar. Kurallar çok katı olursa bilim adamları araştırmalarını sürdürmekte zorluk çekebilirler. Mesela ülkemizde kısa bir süre önce embriyonik kök hücreleriyle araştırmanın yasak olduğu açıklandı. 

Fakat İngiltere’de örneğin belli kurallara uyulduğu müddetçe buna izin var. Aynı yasakla karşı karşıya kalan diğer bazı ülkelerin bilim adamları, araştırmalarına son mu veriyorlar? Hayır, bu uygulamanın serbest olduğu ülkelere giderek araştırmalarını oralarda sürdürüyorlar. 

Tabii kuralları çok fazla gevşek tutmak da pek doğru olmasa gerek. Örneğin kopyalama tekniğinin uzun vadede ne gibi olumsuzlukları beraberinde getireceği henüz kesinleşmemişken insan embriyosu kopyalamak elbette ki sakıncalıdır. Ya da insan ömrünün ortalama olarak yetmiş yıl olduğu bir dünyada 60 yaşında bir kadının yapay döllenmeyle anne olması doğru mu? 

Neyin doğru veya yanlış olduğuna kim karar veriyor?
İnsanlar eskiden toplumsal değerler ve doğru davranışlarla ilgili soruları yanıtlamak için genelde din kitaplarına başvuruyorlardı. Fakat özellikle de Batı ülkelerinde Immanuel Kant ve aydınlanma devrinden sonra insan bu tür soruları aklı ve zekasıyla yanıtlamaya başladı. Fakat insanların ilgi alanları ve fikirler farklı olduğu için herkesin kabul ettiği değerler aynı değildir. 

Bu konuda ekonomik, bilimsel veya kişisel çıkarlar önemli bir rol oynar. İşte biyoetik konusu bu nedenle günümüzde filozoflar ve bilim insanları tarafından hararetle tartışılmakta. Tabii biyoetik hakkında kararlar vermek çok zordur. 

Toplumsal değerlerin ve fikirlerin temeli genelde dine uzanmaktadır ve bunların birçoğu modern tekniğin olanaklarına ters düşmekte. Sonuçta insan, genetik sayesinde ilk kez yaşamın temelini değiştirebilecek duruma gelmiştir. Ve bu durumda da biyoetik yasaların herkesi memnun etmesi zor olacaktır. 


Etik Günü Niçin Kutlanıyor? 
25 Mayıs tarihi bütün dünyada etik günü olarak kutlanmaktadır. Bizim kültürümüze kavram ve çerçeve olarak farklı olan bu terim son yıllarda ülkemizde de önem kazanmış bulunmaktadır. Bu günün ne anlama geldiğini ve niçin kutlandığını bilmek için öncelikle kısa bir sözlük çalışması yapmak yararlı olacaktır. 

Kelime anlamıyla ‘etik’ Yunanca ethos yani "töre" sözcüğünden türemiştir, özgün Yunanca kullanımı ‘Etika’dır, tıpkı politika (siyaset bilimi), poetika (şiir kuramı), gibi. Felsefenin dört ana dalından biridir. Yanlışı doğrudan ayırt edebilmek amacıyla ahlâk kavramının doğasını anlamaya çalışmaktadır. Bu yönüyle, kendine ait kuralları olsa da, halen de tartışılarak gelişen bir daldır. 

Farklı kelimelerle ifade edilen değişik kültürlerde etik kavramı elbette mevcuttur. Nitekim Eski Yunanda olduğu kadar Çin Uygarlığında da Etik tartışılan bir konudur. Bizim kültürümüzde ise daha çok ‘ahlak’ kavramı merkezli bir etik alanı vardır. Ancak Yunan Felsefesi Etik alanını kelime ve düşünce olarak kuramsallaştıran Felsefe olarak bilinmektedir. Nitekim Etik kavramının bütün dünyada kabul edilen ortak bir kavram olması da bunu göstermektedir. 

Ancak tarihsel süreçte uygulama bakımından sistematik etik uygulamalarının Selçuklu Medeniyetinin unsurlarından olan Ahilik örgütünde görüldüğünü belirtmek gerekir. Bilindiği gibi Ahilik, 13. yüzyılda Anadolu'da yaşayan Türklerin, esnaf ve sanatkârlarının birliğini, çalışma ilkeleri ve usullerini oluşturan, çok yönlü bir sosyo-ekonomik Türk kurumudur. Ahi Örgütüne üye olan esnaf ve sanatkarların uymaları gereken bir dizi ahlak ve iş kuralları vardı. Uyulmaması durumunda ağır cezalar da öngörülmüştü. 

Etik alanı öylesine geniş bir konudur ki, bazen ne olduğu veya ne anlama geldiği konusunda sağlıklı bir bütünlük de sağlanamayabilir. Günümüzde farklı etik alanlar bulunmaktadır: Kürtaj, yasal ve ahlaki meseleler, Hayvan hakları, Biyoetik, İş etiği, Kriminal adalet, Çevresel etik, Feminizm, İnsan hakları, Gazetecilik etiği, Tıbbi etik, Teknolojik etik, Faydacı etik, Faydacı biyoetik, vb. Bunların yanında, farklı açılardan ele alınan etik başlıkları da söz konusudur: meta etik, normatif etik ve uygulamalı etik (yukarıda sayılanlar uygulamalı etik’in alt başlıklarıdırlar. 

Yunan Felsefesinin Arapça tercümeleriyle birlikte Müslüman dünyasında da Yunan tarzı çalışmalar görülmektedir. Erdem etik’i denilen alan daha çok Müslüman dünyasında ilgi görmüş ve geliştirilmiştir. 
Yakın çağda bilim ve teknolojinin ilerlemesi, devlet kurumlarının aşırı güç kazanması vb. nedenler etik ilkelerinin oluşturulması ve benimsenmesini gerekli kılmıştır. İlk uygulamalı etik değerlerin tıp, genetik, vb. alanlarda konuşulmaya başlanması ilgi çekicidir. Çünkü diğer insanların üzerinde belirli bir etkileme gücüne sahip kişi veya meslek gruplarının endi iç denetimlerinin olması zorunlu hale gelmiştir. Aksi takdirde, diğer insanlara büyük zararlar verilmesi riski saptanmıştır. 
İlk önce Batı dünyasında bilgi ve gücü iç denetime kavuşturmak için etik kuralları oluşturulmaya başlanmıştır. Bu etik kuralları, bazen yasa gücünde bazen de bir meslek grubunun iç denetim ilkeleri olarak ortaya çıkmaktadır. Her iki durumda da, Etik Değerler/ kurallar bir başka insana ve topluma karşı iç sorumlulukları içermektedir. 

Ancak bu alanda tam bir başarı sağlandığını söyleyebilmek zordur. Zira insanoğlunun iyi ve kötü tarafının da gelişimi sonsuzdur. Etik değerlerin hatırlatılması, bir bilinç oluşturulması için de 25 Mayıs tarihi Etik Günü olarak kabul edilmiştir.

Halen Etik değerlerin çiğnenmesi durumunda – çoğunlukla bu değerler çiğnenmektedirler- öngörülen vicdani cezalar son derece yetersizdir. Hukuki cezalar ise son derece edilgen, karmaşık ve her zaman kamu vicdanını tam tamir edici değildir. Zaman içerisinde Etik Değerlerin, bir tür Etik Yasalar haline dönüştürülmesi de sanırım bundan kaynaklanmaktadır. Fakat bu durumda da Yasaları koyan ve uygulayanların ahlaki davranmaları ihtiyacı yok mudur? 

Bu gün dolayısıyla – veya alan uzmanlığı itibarıyla- araştırma yapanların Etik /İnsan ilişkisi ve Ahlak üzerinde de durmaları bu yüzden bir gerekliliktir. Zira Yunan Felsefesi ve Batı Uygarlığı, kuramsal ve hukuki açıdan çok gelişmiş olmakla birlikte, insan öğesine yeterli değeri verebilmiş değildir. Bizim kültürümüzdeki ve inancımızdaki ahlak anlayışı ise hala tarihin derinliklerinden tam olarak bugüne taşınabilmiş değildir.