Belirli gün ve haftalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Belirli gün ve haftalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sakatlar Haftası

10-16 Mayıs arası Sakatlar Haftasıdır. Sakatlık insanlığın ortak sorunudur. Bu yüzden Sakatlar Haftası yalnız ülkemizde değil Birleşmiş Milletlere üye 156 ülkede aynı zamanda değerlendirilir.

Sakatlar Haftası boyunca; sakatlık sorunu, sakatlığın önlenmesi ve sakatların eğitimi konusu üstünde durulur. Radyo ve televizyonda konu ile ilgili programlar yayınlanır. Okullarda her gün ayrı bir sakatlık konusu işlenir. Sakatları Koruma Millî Koordinasyonu Kurulu haftanın değerlendirilmesi için aşağıdaki programın uygulanmasını kararlaştırmıştır.
10 Mayıs - Sakatlar Haftasının Açılışı
11 Mayıs - Görme Engelliler Günü
12 Mayıs - İşitme ve Konuşma Engellileri Günü
13 Mayıs - Ortopedik Engelliler Günü
14 Mayıs - Zeka ve Ruhsal Özürlüler Günü
15 Mayıs - Güçsüz Yaşlılar ve Korunmaya Muhtaç Çocuklar Günü
16 Mayıs - Sakatlar Haftasına Genel Bakış

SAKATLIĞIN BELLİ BAŞLI NEDENLERİ
Sakatlarla, sakatlıklarla ilgili çeşitli sorunlar vardır. Sakatlığı doğuran nedenler, sakatların eğitimi bunların başlıcalarıdır.
Sakatlığın Nedenleri:
Sakatlıklar akraba evliliği, gebelik öncesi tedbirsizlik, aşıların zamanında yapılmaması, kazalar gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır..

a) Akraba evliliği:
Doğuştan sakatlıkların önemli bir bölümü akra­ba evliliklerinden ortaya çıkar. Yakın akrabaların teyze, hala, amca, dayı çocuklarının evliliği sonunda çok sayıda kör, sağır, dilsiz ve geri zekalı çocuk doğmaktadır.
Ankara ilinde yapılan bir araştırma sonucunda 100 sakat çocuktan 30'unun yakın akraba evliliğinden doğan çocuklar olduğu görülmüştür.

b) Gebelik öncesi tedbirsizlikler:
Bebek bekleyen annelerin sık sık röntgen filmi çektirmesi, doktora gitmeden ilaç alması çok sık sigara ve alkollü içki içmesi doğan çocuğun sakat olmasına neden olur.
 
c) Aşıların zamanında yapılmaması:
Doğumdan sonraki ilk yılda verem, çocuk felci aşılarının zamanında yaptırılması gerekir. Aşılar zamanında yaptırılmazsa türlü sakatlıklar ortaya çıkar. Trahom, çocuk felci, romatizma, kalp ve damar hastalıklarının koruyucu, iyileştirici ilaç ve aşıları vardır. Bu aşı ve ilaçların doktor denetiminde verilmesine özen gösterilmelidir.
 
d) Kazalar:
İş kazaları, tarım kazaları, trafik kazaları, yangınlar, ateşli silahlar belli başlı sakatlık nedenleridir. Trafik kurallarına uyulmama sonucu her yıl ülkemizde çok sayıda trafik kazaları oluyor. Bu kazalarda çok sayıda yurttaşımız ölüyor. Yukarda sayılan her tür kazadan korunmak, ve sakat kalmamak için dikkatli olalım. Kurallara uyalım. Uymayanları uyaralım.
SAKATLARIN İYİLEŞTİRİLMESİ VE EĞİTİMİ
Sakatların iyileştirilmesi: Sakatlık yapan hastalık ve kazalardan sonra hemen önlem alınmalıdır. Özellikle trafik kazalarında ilk yardım çok önemlidir. Kazalardaki ölümlerin yarıdan çoğu ilk yarım saat içinde olur. Kaza sonrası hiç zaman geçirmeden yaralıyı en yakın hastaneye ya da doktora ulaştırmalıdır. Hastanelerde Acil Yardım Servisleri vardır. Bu bölümde günün her saatinde doktor bulunur. Kazaya uğrayanlara ilk tedavileri burada yapılır.

Sakatların Eğitimi: Sakatların eğitimi denilince daha çok özürlü (sakat) çocuklar akla gelir. Yurdumuzda; görmeyen, işitmeyen, hareket edemeyen, zihinsel, ruhsal dengesi bozuk 4.500.000 yurttaşımız var. Bu sayının 1.400.000 kadarı çocuktur. Sakat çocuklarımızdan; görmeyenler için 7, işitmeyenler için 21, ortopedik özürlüler için l okul açılmıştır. Zihinsel ve ruhsal özürlüler ise belirli okullarda özel dershanelerde öğrenim görmektedir.
Sakatlar da yaşamlarını sürdürmek için çalışmak ve gelir sağlamak zorundadır. Çalışmak, severek çalışmak yaşamı güzelleştirir, insanı mutlu eder.
Sakatlara acımak, onlara bakarak duygulanmak soruna çözüm getirmez. Sakatların da yapabileceği işler vardır. Sakatlara çalışabilecekleri alanlarda iş vermek gerekir. Yasalarımız her yüz işçi çalıştıran işyerinin iki sakat işçi çalıştırması zorunluluğunu getirmiştir.
Bütün ülkelerde olduğu gibi yurdumuzda da sakatlar korunur. Örneğin ülkemizde çalışan sakatlar gelir vergisini indirimli öderler. Hareketlerini kolaylaştırmak için yurt dışından getirilen araç ve gereçlere gümrük vergisi ödemezler. Çalışan sakatlar isterlerse erken emekli olabilirler.
Okulda, sokakta gördüğümüz sakatlarla alay etmeyelim, gülmeyelim. Hiç bir sakatlığın isteyerek olmadığını bilelim. Sakatlara yolda, geçitlerde, taşıt araçlarında yardımcı olalım. Onları üzmemeye, kırmamaya özen gösterelim.

Sağlık Haftası

Sağlık, insanın en önemli sorunudur. Yaşamak, öğrenmek, iş yapabilmek için sağlıklı olmak gerekir. Sağlığı bozuk olan, hasta olan kişi görevlerini tam olarak yapamaz. Bunun sonucu olarak da, kendine, ailesine, çevresine, topluma yararlı olamaz.


Sağlıklı kişi mutlu, canlı, hareketli olur. insanların sağlık kurallarını öğrenmesi ve sağlıklı yaşama bilincine kavuşması için Birleşmiş Milletler Örgütü 7-13 Nisan tarihleri arasını Sağlık Haftası olarak kabul etti. Her yıl Sağlık Haftası Birleşmiş Milletler'e üye ülkelerde aynı zamanda değerlendirilir. Sağlık Haftası’nın amacı, sağlık bilgisinin ve yardımının geniş halk kitlelerine ulaşmasıdır. Hafta boyunca insan sağlığı konusunda radyolarda konuşmalar yapılır. Televizyonda sağlıkla ilgili programlar sunulur. Gazete ve dergilerde insan sağlığı ile ilgili yazılar yayınlanır.
Bu hafta içinde okullarımızda beden sağlığı, beslenme konusunda bilgiler verilir. Sağlığın önemi anlatılır. Sağlıklı olmanın kuralları öğretilir. Birleşmiş Milletler Örgütü, her yıl bir sağlık konusu seçer. O yıl üye ülkelerde konu üzerinde durulur. Seçilen konu bir hastalık ise bu hastalığın tanımı, belirtileri, iyileştirme yöntemleri anlatılır.
İnsanlar çok eski çağlardan beri sağlığın önemini kavramışlardır. ilkçağlarda insan sağlığının bozulması, doğa dışı güçlerin etkisine bağlanıyordu. Hastalığın iyileştirilmesi için büyücüye başvuruyorlardı. Uygarlığın gelişmesi ile tıp bilimi ilerledi. Hastalıkların nedenleri bulundu, iyileşme yöntemleri gelişti. Bugün büyücülük ilkel toplumlarda kalmıştır. Tıp bilimi her gün yeni buluşlarla insanlığa büyük yararlar sağlıyor.

Tıp bilimi yalnız hastalıklarla, hasta olan insanlarla ilgilenmez, însan sağlığının sürekliliği, insanların hasta olmadan yaşamlarını sürdürmeleri için araştırmalar yapar. Yeni yöntemler geliştirir.
İnsanların sağlıklı yaşamaları için şu konulara dikkat etmeleri gerekir:
 
1. Sağlıklı olmak için temizliğe önem vermeliyiz.
Temizlik sağlığımız açısından çok önemlidir. Bedenimizin temizliği, kullandığımız eşyaların temizliği yaşadığımız yerin temizliği gibi ayrıntılarla bir bütün oluşturur.
Yalnız bedenimizin temizliği ya da yalnızca eşyalarımızın temizliği bir anlam taşımaz. Biz ne kadar temiz olursak olalım, eşyalarımız, giysilerimiz kirli olursa biz de kirli sayılırız. Bu durumda bit, pire, ve benzeri mikrop taşıyan canlılar, kolayca bizi bulur, biz de hasta oluruz.
 
2. Sağlığı bozan etkenlerden sakınmalıyız.
  • Yanlış beslenme, gerekli besinleri almama gibi durumlar, beslenme bozukluğu sonucunu yaratır, bu da sağlığımızı bozar.
  • Alkollü içki, uyuşturucu madde kullanmak da sağlığı bozar.
  • Zehirli böcek ve bazı hayvanların sokması, ısırması zehirlenmemize neden olur.
  • Sağlığın en büyük düşmanı mikroplardır. Çeşitli hayvanlarla, yiyecek ve içeceklerle, solunum yolu ile geçen mikroplara karşı uyanık olmalıyız.
3. Çevremizi temiz tutmalıyız.
Kişiler kendi sağlıklarını korumada dikkatli oldukları gibi çevre sağlığını korumada da dikkatli olmalıdırlar. Bunun için çevremizi temiz tutmalıyız. Yerlere çöp atmamalıyız. Çevrede sinek, sivrisinek gibi zararlı böceklerin üremesini kolaylaştıracak ortam yaratmamalıyız.
Çevre sağlığını, çevre temizliğini korumak her yurttaşın önemli görevlerinden biridir.

4. Sağlık öğütlerini tutalım:
Mevsim özelliklerine göre giyinelim. terli iken su içmeyelim. Havasız yerlerde oturmayalım. Spor yapalım.
Yukarda açıklanan kurallara uyalım. Gerektiğinde sağlık kurumlarına başvuralım. Hastaneler, sağlık ocakları dispanserler, başlıca sağlık kurumlarıdır. Bu kurumlar çalışmaları sırasında birbirine yardımcı olurlar.
Sağlığımızla ilgili bir sorunumuz olduğunda hemen doktora gidelim. Doktorların verdikleri ilaçları tarifelere uygun olarak kullanalım. Kısacası doktorların sağlık konusundaki tüm uyarılarına uyalım.

Polis Haftası

İLK POLİS TEŞKİLATININ KURULUŞU (10 Nisan 1845)
1845 tarihi, Türk Emniyet Teşkilatı açısından önemli bir noktadır. Çünkü bu tarihe kadar zabıta olarak nitelenen teşkilat; 10 Nisan 1845 (12 Rebiü’l Evvel 1261)’den itibaren polis adı altında hayata geçmiş ve Emniyet Teşkilatının kuruluş günü olarak kabul edilmiştir.
Yeniçerinin ortadan kaldırılmasından sonra, başkentte ve eyaletlerde zabıta hizmetleri eskisiyle kıyaslanmayacak derecede gelişmesine rağmen; bu hizmetler karışık ve ayrı ayrı kurumlara bağlı olarak yürütülmekteydi. Teşkilat ve yürütme alanındaki bu karışıklığı ortadan kaldırmak amacıyla ilk defa 10 Nisan 1845’te İstanbul’da ilk polis teşkilatı kurulmuş, görevleri de yine aynı tarihte yayımlanan Polis Nizamnamesinde belirtilmiş ve bu durum yabancı elçiliklere de bir yazı ile bildirilmiştir.

Bu nizamnamede polis teşkilatının kuruluş amacı, belde güvenliğini sağlamak olarak belirtilmiştir.

Bu çalışmalara rağmen, karışıklık devam etmiş, İstanbul’da polis hizmeti; Yeniçeri Ağası yerine geçen Serasker, İhtisap Ağası ve Polis adını taşıyan teşkilatlar tarafından yürütülmüştür. Taşrada ise güvenlik hizmetleri, Sipahilerden oluşan zaptiyelerle ve Asakir-i Mansure alaylarıyla yürütülmüştür.

POLİS
Polis terimi, kökeni Yunanca ve Latince olan bir kelimedir. Yunanca politika, Latince politika kelimelerinden türemiştir. Eski Yunanlılar kendi şehir devletlerine polis ismini vermişlerdir.
Polis kelimesi ıstılah! Olarak, kuruluşu bulunduğu yerde kamu düzen ve güvenliğini koruyan, yasaların adil ve eşit bir şekilde uygulanmasını sağlayan teşkilat, kolluk, zabıta, şehirde güvenliği sağlamakla yükümlü kişiler anlamında kullanılmıştır. Polis kelimesinin yerine emniyet deyiminin kullanıldığı da olur.
Polis görevi itibariyle; asayişi, amme, şahıs tasarruf emniyetini ve mesken masuniyetini koruyan, halkın ırz can ve malını muhafaza ve ammenin istirahatını temin eden, yardım isteyenlere, yardıma muhtaç olan çocuk, alil ve acizlere muavenet eden, kanun ve nizamnamelerin kendisine verdiği vazifeleri yapan silahlı icra ve inzibat kuvvetidir.

Genel olarak polis, bir ülkenin sükûn, güvenlik ve düzenini sağlamak ve korumakla görevlidir. Bunu yerine getirirken önceden belirlenmiş müeyyidelere uymakla yükümlü ve hükümet tarafından alınan ve yerine getirilmesi istenen kararların icrasını sağlamakla görevlidir.

Öğretmenler Günü

AÇIKLAMA -1-
Öğretmen; öğretme işini görev edinen kişiye denir. Öğretmenlik bir meslektir. Kişinin öğretmen olabilmesi için öğretmen yetiştiren bir okulu bitirmesi gerekir. İlkokullarda öğretmen Sınıf Öğretmenidir. Sınıfın bütün derslerini aynı öğretmen okutur. Ortaokul ve Liselerde ders öğretmenliği vardır. Meslek okullarında dersler özel şekilde yetiştirilmiş meslek öğretmenleri tarafından işlenir.
Eskiden öğretmene "Muallim", öğretmen yetiştiren okula da "Muallim Mektebi" denirdi. Ülkemizde öğretmen okulu ilk kez 16 Mart 1848'de açıldı.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde eğitime ve öğretime önem verilmiyordu. Az sayıda okul vardı cumhuriyetin ilanıyla birlikte yurdumuzun her yanına yeni yeni okullar açıldı. Okul çağında olanlar bu okullarda okumaya başladı.
Atatürk, eğitimin, öğretimin yayılmasından, yaygınlaşmasından yanaydı. 1928 yılında Arap harflerinin kaldırılıp yerine bugün kullanmakta olduğumuz Türk harflerinin kabulü tüm yurtta sevinç yarattı. Halkın yeni harfleri kısa sürede öğrenip daha çok yurttaşın okur - yazar olmasını sağlamak amacıyla yoğun bir çalışma başladı. Okuma - yazmayı yaygınlaştırmak için okul çağı dışındaki yurttaşlara okuma - yazma öğreten okullar açıldı. Bunlara Millet Mektepleri adı verildi.
Atatürk, Ulus Okulları dediğimiz Millet Mektepleri'nde yazı tahtasının başına geçerek dersler verdi. Bakanlar kurulu 11.11.1928 günü yaptığı toplantıda Ata'ya Ulus Okullar Başöğretmenliği sanını verdi. 24 Kasım Atatürk'ün Millet Mektepleri Başöğretmenliğini kabul ettiği gündür.
Öğrencileri, öğretmenleri, okulu çok seven Atatürk yurt gezilerinde okullara uğrardı. Sınıflara girer, sıralara oturur, ders dinlerdi. Öğrencilere sorular sorardı. Öğretmenlerle konuşur, her yerde öğretmenliğin üstün bir meslek olduğunu anlatırdı.
Atatürk, öğretmenlerin Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda nasıl canla başla çalıştıklarını yakından izlemiştir. Yurdumuzun düşman tarafından paylaşıldığı sırada öğretmenler Öğüt Kurulları oluşturarak halka ulusal bağımsızlık, Ulusal Kurtuluş Savaşı düşüncelerini yayıyordu. Öğüt Kurulları dışında öğretmenler 14 eğitim kuruluşu ile birlikte Milli Kongre Cephesini kurdular.Milli Kongre Cephesi, düşmanların İzmir'i işgal ettikleri günlerde Sultanahmet Mitingini hazırladı. Bu mitingin konuşmacılarından çoğu öğretmenlerdi.
Başöğretmen Atatürk, öğretmenlerin Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda gösterdikleri etkinliği hep övmüştür. Atatürk yeni Türkiye'nin yaratılmasında öğretmenlere büyük görevler düştüğü inancındaydı. Çağdaş bir ulus olmamız için eğitimin yaygınlaşması gereğine inanıyordu. Bu nedenle Atatürk "Ulusları kurtaracak olan yalnız ve ancak öğretmenlerdir." Sözleriyle öğretmene verdiği önemi ve duyduğu saygıyı en güzel biçimde belirtmiştir.
Atatürk'ün 100. Doğum yıldönümü 1981 yılında, 24 Kasımın her yıl Öğretmenler Günü olarak kutlanması kararlaştırıldı.
Öğretmenler Günü'nde öğretmenin toplum içindeki yeri, değeri belirtilir. Öğretmen sorunları dile getirilir. Öğretmenler Günü'nde; eğitime, öğretime hizmet etmiş, saygınlık kazanmış öğretmenler anılır. Gençlerin yetişmesindeki katkıları anlatılır. Mesleğe yeni giren öğretmenler 24 Kasımda Öğretmen Andı içerek göreve başlarlar.
Öğretmen; yapıcı ve yaratıcıdır. İnsan haklarına saygılıdır. Öğretmen özverili, çevreye güven ve inanç veren, içi insan sevgisiyle dolu bir kişidir. Atatürk; "Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır." demekle öğretmene yüklediği sorumluluğu ve değeri anlatmıştır.
Öğretmenler sevgi dağıtır. İçimizi aydınlatır. Bizi doğruya yöneltir. Bilgili kişiler olmamız için çaba gösterir. Dünyayı tanıtır. Öğretmen her alanda yeniliği, yenileşmeyi savunur. Gerçekleri anlatır. Beceri ve yeteneklerimizin gelişmesine yardımcı olur. Kısaca analar doğurur, öğretmenler yetiştirir.

AÇIKLAMA -2-
Bir milletin milli, ahlâki ve kültürel yönden güçlü ve medeniyet bakımından kalkınmış olması öğretmenlerinin üstün çalışmalarına bağlıdır. Milli birlik ve beraberliğimizin teminatı öğretmenlerdir.

Bizleri ham bir madde olarak ele alan öğretmenler, üzerimizde titiz, dikkatli ve sabırlı çalışmalar yaparak bizi şekillendirirler. Duygularımıza, ruhumuza, fikirlerimize ve hayata bakışımıza en güzel desenleri verirler.
Bize doğruyu, güzeli, iyiyi, mertliği, milli duyguları ve Atatürk ilkelerine bağlılığı öğreten öğretmenlerimizdir. Biz onların eseriyiz. Sıhhatini, nefesini, enerjisini, gençlik yıllarının hepsini bizim için harcar.

ÖĞRETMENİM
 "Öğrenci gözüyle öğretmen" adlı yarışmada birincilik ödülü alan yazı:  
Ben bir öğretmen çocuğuyum. İlk öğretmenim de annemdir. Öbür çocuklar gibi okula başlarken yabancılık çektiğimi söyleyemem. Yaşamım okulda başlamıştı. Ancak okula başlamamla yeni bir sorun önüme çıktı. Annemi öbür çocuklarla paylaşmak zorunda kalmıştım. Evde benim üzerime kanat geren, bana bir çiçek gibi özen gösteren annem, okulda ve özellikle sınıfımızda bambaşka biri oluyor, tüm çocuklar onunmuş gibi onlara da aynı sevgiyi gösteriyordu.
Dahası, onların sorunlarını eve de getiriyor ve hepsiyle ayrı ayrı ilgileniyordu. Bu benim kıskançlığımı arttırıyordu. Özellikle "Ümmü" ile çok ilgileniyordu. Bu siyah saçlı, siyah gözlü, tombul yanaklı köy çocuğu pek konuşkan değildi. Teneffüslerde oyunlara da katılmazdı. İçine kapanık, sessiz bir tipti. Annem teneffüslerde "Ümmü" ile oynardı. Ümmü'nün sorununa çözüm bulabilmek için ailesi ile sıkı bir ilişki kurmuştu. Bu çalışma kısa sürede meyvesini verdi.
Ümmü oyunlara bizim çağırmamızı beklemeden katılıyor, çalışmaları ile de kendini gösteriyordu. Annemin sevinci sonsuzdu. Bir ödül almışçasına "Ümmü'yü kazandım" diye seviniyordu. Fakat sevinci uzun sürmedi. Talihsiz bir olay Ümmü'nün yaşantısını alt üst etti.
Soğuk bir kış günü evde yalnız kalan Ümmü, sobayı yakmak istemiş fakat yakamamış. Bakmış ki olmuyor, kızgın odunların üzerine gaz dökmüş ve kibriti yakmış. İşte ne oldu ise o zaman olmuş, sobadan fırlayan alevler Ümmü'yü sarmış. Dumanları gören komşular eve koşmuşlar. Ümmü'yü yarı baygın halde kurtarmışlar, yangını da bastırmışlar.
Ev kurtuldu. Fakat Ümmü geçirdiği korku nedeniyle konuşamaz oldu. Gösterildiği doktorlar Ümmü'yü ancak bir şokun konuşturabileceğini söylemişler. Annem Ümmü'yü sıkıntılı günlerinde yalnız bırakmadı. Sınıfa getiriyor, onunla yine ilgileniyordu.
Aradan iki ay geçti. Annem kalp çarpıntısı geçirerek derste rahatsızlandı. Rengi sararıyor, nefes almakta güçlük çekiyordu. Babam bir taksi getirdi, annemi bir battaniye içinde sarsmadan arabaya yerleştiriyorlardı ki; kekeleyen bir ses işitildi. "Öğretmenim ne olur iyi ol, seni çok seviyorum." Hepimizden önce annem tanıdı sesin sahibini. Ümmü'ydü bu.
Annem kapalı gözlerinin ardından sızan yaşlarla, "Ah ne güzel Tanrım. Ümmü de konuştu." dedi.
Ben de Başöğretmen Atatürk'ümün eğitim ordusunda öğretmen olacağım. Ben de bilgisizliğin karanlığına ışık tutacağım. Yurdumun çocuklarına bilgiden taç öreceğim. Öğrencilerimin gönüllerinde yaşayacağım.
Özlem ÖZTUĞ

Orman Haftası

Orman; hayvanların barındığı, çeşitli bitkilerin bulunduğu sık ağaç topluluklarıdır. Ormanda büyük ağaçlar, ağaççıklar, mantarlar, otlar, yüzlerce, binlerce bitki bir arada bulunur. Çam, sedir, köknar, ladin, ardıç, meşe, dişbudak, kayın, gürgen belli başlı orman ağaçlarıdır.
Ağaçlar ya kendiliğinden yetişir, ya da insanların ormana diktiği fidanlardan oluşur. Ormanın küçüğüne, ağaçların seyrek olduğu yerlere koru denir.

Eskiden yeryüzünün büyük bir bölümü ormanlarla kaplıydı. insanların bilgisizlikleri nedeniyle yok edilen ormanların yerini bozkırlar, çoraklaşan topraklar, çöller aldı.
İnsanlar her zaman ağaca ve ağaçtan yapılan çeşitli araç ve gereçlere gereksinme duymuşlardır. Ormanlar, ağaçlar, toprağın nemli kalmasını sağlar. Toprak kaymasını (erozyonu) önler, selleri durdurur. Ormanlar yörenin iklimim etkiler, yağmur yağmasını sağlar. Çok sıcakları, şiddetli soğukları önler. Ormanlar aynı zamanda av hayvanlarının barınağıdır.

Ormanlar bir ülkenin doğal güzellik ve zenginlik kaynağıdır. Öte yandan kullandığımız araç ve gereçlerin çoğu ağaçlardan yapılır. Evimiz, önümüzdeki masa, oturduğumuz sandalye, elimizdeki kalem, defterimiz, yaktığımız odun hep ağaç ürünleridir. Ayrıca ağaçlar endüstrinin birçok kollarında, boya sanayiinde, ilaç yapımında kullanılır.
Bize bu kadar yarar sağlayan, ülke ekonomisinde önemli yeri olan ormanları korumalıyız. Ağaç dikip, yeni ormanlar yetiştirilmesine yardımcı olmalıyız.

Ormanlara en büyük zarar insanlardan gelir, insanlar orman işletmelerinden izin almadan, çıra yapmak, reçine çıkarmak için ağaçları yaralarlar. Tarla açmak, yerleşim yeri kurmak, hayvanlara otlak yeri açmak için ormanları yok ederler.


Ateşin söndürülmeden bırakılması sigaranın söndürülmeden atılması, koskoca bir orman alanının yanıp kül olmasına neden olur. Yanan ormanın yerine yenisinin yetiştirilmesine bir insanın ömrü yetmez.
Zararlı böcekler, kemirici hayvanlar, özellikle keçiler, ağacın yeni süren dal ve yapraklarını yiyerek ormanlara zarar verirler. Ormanlara zarar vermek, ceza yasalarımıza göre suçtur. Orman suçları bağışlanmaz suçlardandır.

Ülkemizde ormanların korunması, ağaçlandırma işleri cumhuriyet yönetiminin ilanından sonra ele alındı. Tarım ve Orman Bakanlığı kuruldu. Her ilde valiler başkanlığında orman yetiştirilmesi için bir kurul vardır. Bu kurul yörede ormanların korunması ve yeni ormanlar yetiştirilmesi için kararlar alır ve uygular. Her yıl Mart ayı içinde bir haftayı Orman Haftasıolarak duyurur. Haftanın bir günü Ağaç Bayramı olarak kutlanır. Uygun alanlar ağaçlandırılır. Yeni ormanların yetiştirilmesi için çalışmalar yapılır.

Ormanların korunması, çevremizin ağaçlandırılması hem yurdumuzun, hem de dünyamızın önemli bir sorunudur. Bu nedenle 21 Mart Dünya Orman Günü olarak her yıl kutlanmaktadır.
Bizler de çevremizdeki ağaçların dallarım kırmayanın, fidanları sarsmayalım. Ağaçları zararlı hayvanlardan koruyalım. Yeni fidanlar dikelim. Bu etkinliklerimizi yaşam boyu sürdürelim.

Okuma Bayramı

BİZİM BAYRAMIMIZ
Doğrusu hepimiz çok sevinçliyiz. Okumayı öğrendik. Eskiden ancak resimlerine baktığımız şu kitapları artık okuyoruz. Kitaplardaki, dergilerdeki öyküleri, şiirleri, masalları hepsini, her şeyi okuyoruz.
Sınıfımız sanki bir bayram yeri gibi. Dershanemizde bir bayram havası var. Bugünlerde okuma bayramını kutlayacağız. Okuma bayramı için şiirler ezberledik. Arkadaşlarımız birbirinden güzel masallar, öyküler fıkralar öğrendiler.
Öğretmenimiz bize okuma - yazma öğretmek için çok çalıştı. Arkadaşlarımızın hepsinin okuma - yazma öğrenmesi öğretmenimizi. çok mutlu etti.

Okuma bayramında sınıfımızı süsledik. Annelerimizi - babalarımızı çağırdık. Öğretmenimiz bayramın açış konuşmasını yaptı. Şiirler okuduk. Öykü kitaplarımızı toplayarak bunlardan bir sınıf kitaplığı kurduk. Ana ve babalarımız başarımızı görüp kim bilir ne çok seviniyorlar.
Okumak ne güzel, insan bilmediklerini okuyarak öğreniyor. Okuyarak dinleniyor. Okuyarak haberleşiyor. Okuma bayramı, okuma - yazma öğrenen çocukların bayramıdır.

Nevruz Bayramı

AVRASYA’NIN ORTAK BAYRAMI NEVRUZ

Tabiat ile iç içe, kucak kucağa yaşayan, toprağı "ana" olarak vasıflandıran Türk'ün düşünce sisteminde "baharın gelişi" elbette önemli bir yere sahip olacaktı.

Nevruz, Türk dünyasının kuzeyinden güneyine, batısından doğusuna kadar uzanan engin coğrafyada yaşayan toplulukların pek çoğu tarafından yaygın olarak kutlanan bahar bayramıdır. Bütün bayramların dinî ve millî bir inanıştan, o toplumu ilgilendiren ortak bir hatıradan, geleneklerden, duygulardan ve tabiatın insanlara tesir eden bir olayından doğduğuna inanılır.

Tabiat ile iç içe, kucak kucağa yaşayan, toprağı "ana" olarak vasıflandıran Türk'ün düşünce sisteminde "baharın gelişi" elbette önemli bir yere sahip olacaktı. Çünkü insan vücudu, baharda uyarıldığı kadar kışta uyarılmaz. İç karartıcı, yeknesak günlerin ardından doğan hareketli, pırıl pırıl güneşli, kuş ve hayvan sesleriyle kurulmuş ilâhî orkestranın musikisi insan hayatını canlandırır. Ayrıca ortaya çıkan rengârenk tablo kıştan bahara geçişi ne de güzel tasvir eder: "Bir yanda her tarafı kaplayan soluk, mat ve daha çok beyazın hakim olduğu renkler, diğer yanda yeşilin değişik tonları arasında baş veren bin bir renk cümbüşü... Birisi hareketsiz, şekilsiz; diğeri kıpır kıpır, şekil şekil, çiçek çiçek... Kış, sağır ve dilsiz; ilkyaz duygulu, coşkulu, kulaklara fısıldadığı nağmelerle cazibeli... Birinde tabiat hayat dolu, diğerinde donmuş, yeniden doğmak üzere uyuşmuş kalmış...

Genellikle Nevruz, yani Farsça "Yeni Gün" adını taşıyan bahar bayramı, insan ruhunun tabiattaki uyanışıyla birlikte kutladığı bir bayramdır. Böyle bir bayramın, yani mevsimlerin değişikliğinden doğan özel günlerin, başka başka adlar altında birçok milletin sosyal hayatında yer aldığı da bilinmektedir. Mesela, Hıristiyan âleminin dinî muhteva ile şekillendirerek ve Noel Baba sembolü ile karlar ülkesinden geyiklerin çektiği kızaklarla neşe ve ümitleri taşıdığı "Noel Bayramı" bunun farklı bir örneğini teşkil eder. Bu kutlamalarda yine bahara duyulan özlem "çam ağacı" motifi etrafında şekillendiriliyor. Aynı zamanda bir takvim değişikliğini de ifade eden bu kutlamalara baktığımızda Türk' ün kutladığı "bahar bayramı"nın da bir takvim değişikliğini yansıttığı görülüyor. Burada dikkati çeken husus "baharın başladığı zaman"dır. Türk, bu takvim değişikliğini "toprağın uyandığı gün" ile özdeşleştirmiştir. Kışın ortasında baharı kutlamaz. Türklerde bir tabiat, varoluş, diriliş bayramı niteliğinde olan Nevruz'un ruhî atmosferini ve eskiliğini anlayabilmek için kültürümüzün yıpranmış, tozlu ve pek okunmayan eski sayfalarına bir göz atmamız gerekiyor. Bu coşkuyu Türk kamları dualarında, niyazlarında şöyle ifade ediyorlar:

"... Yüce Göktanrı'nın ilk defa gürlediği, yağız yer, altmış türlü çiçeklerle ilk defa bezendiği, altmış türlü hayvan sürülerinin ilk defa kişnediği ve melediği zaman sen (Türk'ün Atası) yaradıldın!" 

Bu sözler Türk'ün yaratılış felsefesinin, inancının, hayat tarzının ifadesidir. Bütün bayramların dinî ve millî bir inanıştan, o toplumu ilgilendiren ortak bir hatıradan, geleneklerden, duygulardan ve tabiattan doğduğundan bahsetmiştik. İşte millî bir bayram olan Nevruz da Müslüman olan ya da olmayan çeşitli Türk toplulukları arasında kamların dua ettikleri asırlar öncesinden günümüze kadar farklı farklı şekillerde, ama aynı ruhla hâlâ kutlanmakta. Bu bayram İslâmiyet'i kabul etmiş olan ilk Müslüman konargöçer Türk topluluklarında; sürgün avı, toy, şölen, yuğ vb. gibi İslâmiyet'le çatışmayan âdetlerden biri olarak devam edegelmiştir. Böylece bu ananeler günümüz Türk dünyasına ortak kültür mirası olarak intikal etmişlerdir. Gelenekler, tarihini kesinlikle tespit edemediğimiz dönemlerden kalmadır. Neden, niçin, nasıl gibi sorular sorulmadan atadan oğula kalmıştır. Gelenekler bu özelliğiyle millet bağını güçlendiren en önemli unsurlardan biridir. Baharın gelişinin kutlandığı bugün de böyle bir gelenektir.

Nevruz, çeşitli kültür çevrelerinde, farklı etnik gruplarda farklı bir muhtevaya ve anlama sahip olmuştur. Kültürler arasındaki iletişim sonucunda çeşitli kültürlere girmiş ve benimsenmiştir. Eldeki tarihi kaynaklardan hareketle en eski Türk adetlerinden, bayramlarından biri olduğu kesinleşmiştir. Yeni yılın başlangıcı, yenilik, coşku, canlanma gibi nitelikler hiç değişmeden günümüze kadar yaşadığı uçsuz bucaksız coğrafyalarda görülmektedir.

Çin kaynaklarından Kutadgu Bilig'e, Kaşgarlı Mahmud'dan Bîrûnî'ye, Nizâmü'ı Mülk'ün Siyasetname’sinden Melikşah'ın takvimine kadar, Akkoyunlu Uzun Hasan Bey'in kanunlarına kadar gelen bir çizgide Nevruz ile ilgili kayıtlar eldedir. Diğer taraftan Sivas hükümdarı Kadı Burhaneddin Ahmed, Safevi Türkmen Devletinin kurucusu Şah İsmail (Hataî), Osmanlılarda Sultan I. Ahmed ve Sultan Dördüncü Murad gibi hükümdarların, Mustafa Kemal Atatürk'ün; din adamlarımızdan Kazasker Bâki Efendi ve Şeyhülislam Yahya Efendilerin, şairlerimizden Kuloğlu, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal, Şükrü Baba, Hüsnü Baba, Fuzulî, Nev'î Efendi, Nef'î, Nedim, Hüseyin Suad ve Namık Kemal gibi şairlerimizin Fatih devri vezirlerinden Ahmed Paşa'nın; büyük Azeri şairi Şehriyar'ın ve büyük Türkmen şairi Mahdumkulu'nun uzun bir tarih boyunca Nevruz bayramının gelişini "Nevruziye" veya "Bahariye" denilen şiirlerle kutladıklarını da biliyoruz.

Ayrıca Nevruz'un Türk musikisinin en eski mürekkep makamlarından biri olarak da kültürümüzde yedi yüzyıldan fazla bir maziye sahip olduğunu da biliyoruz. Bu makam ilk defa Urmiyeli Safıyûddîn Abdulmü'mîn Urmevî (1224–1294) tarafından kullanılmıştır. Bu şekilde elimizde yirminin üzerinde makam bulunmaktadır.

Nevruz geleneği ne Sünnilikle, ne Alevilikle, ne Bektaşilikle doğrudan doğuş bağlantısı olmayan, İslâmiyetten çok öncelere giden bir gelenektir. Yani bir dinin veya mezhebin bayramı değildir. Bu yüzden de herhangi bir şekilde bir mezhep adına, bir din adına, bir etnik menşe adına bağlı gösterilmesi, istismar edilmesi bir ayrılık unsuru olarak takdim edilmeye çalışılması yanlıştır. Tarihin ve kültürün bütün gerçeklerine aykırıdır.

1990 yılında bağımsızlıklarını ilan eden Türk Cumhuriyetleri'nde Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Azerbaycan ile Rusya Federasyonu bünyesindeki Tataristan 21 Mart Ergenekon/Nevruz Bayramı'nı "Milli Bayram" olarak ilan etmişlerdir. Bu günün coşkuyla kutlanmasına büyük önem vermektedirler. Türk kültüründen kaynaklanan Ergenekon/Nevruz bayramı, her yönüyle Türk gelenek ve görenekleriyle zenginleşmiş ananevi ve temeli beş bin yıllık Türk tarihine dayalı milli bir bayramdır. Türkiye'de de 1991 yılında Türk Dünyası ile birlikte ortak bir gün olarak resmi tatil olmaksızın bayram ilan edilmiştir.

Nevruz; Türk insanını birbirine kenetleyen, bağlayan, Ergenekon'dan demir dağları eriterek dirilen atalarının ruhlarıyla yanan bir ateştir. Bu ateş, hiç sönmeden binlerce yıl yandı ve gelecekte de kıvılcımlarından binlerce gönlü tutuşturarak "ortak kültür ocağı"nda binlerce ruhu ısıtacaktır. Avrasya’nın, Türk âleminin Nevruz toyu kutlu olsun, Nevruz gülleri geleceğe umutlar taşısın.


Kaynak: Hatice Emel AŞA, Yeni Avrasya Dergisi, Mart-Nisan 2000

Nato Günü

NATO
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü anlamına gelen North Athlantic Traty Organization olarak yazılan İngilizce aslındaki sözcüklerin kısaltılmış şeklidir. Uluslararasında sık kullanılan bu kısaltılmış biçim artık bir kısaltma olmaktan çıkmış, kendine özgün anlamı olan bir sözcük gibi kullanılmaya başlanmıştır.
Uluslararası bir kuruluştur. Birleşmiş Milletler Örgütü'ne üye bazı uluslar 1949 yılında kendi aralarında yeni bir birleşme ve dayanışma örgütü kurdular. Bu örgütü Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Fransa, İngiltere, İzlanda, Hollanda, Belçika, İtalya, Danimarka, Norveç ve Portekiz kurdu. Daha sonra NATO'ya 1952 yılında Türkiye, 1954 yılında Yunanistan, 1982 yılında da Batı Almanya ve ispanya katıldı. Bugün NATO'ya üye 16 ülke vardır.
Üye ülkeler tarafından savunma amacı ile kurulmuş olan bir örgüttür. Üye devletlerin birinin saldırıya uğraması durumunda öbürleri saldırgan ülkeye karşı işbirliği içinde savaşmayı kabul etmişlerdir. Üye devletler birbirlerini korur ve kollarlar. Bu amaçla işbirliği yaparlar. NATO'nun amacı; barış düzenini uluslararası güvenliği, sosyal gelişmeyi, üye ulusların özgürlüğünü korumak olarak özetlenebilir. NATO amacına ulaşmak için çalışmalarını belli bir düzen içinde yürütür.
NATO'nun çalışma organları ve görevleri şunlardır:
  • NATO Konseyi:  Üye ülkelerin sürekli temsilcilerinden ya da dışişleri bakanlarından oluşur. NATO Genel Sekreterinin başkanlık ettiği bu toplantılarda ekonomik, askeri, siyasal, kültürel konular görüşülür.
     
  • Sekreterya: Genel Sekreter ve yardımcılarından oluşur. Görevi NATO'nun günlük işlerini yürütmektir.
     
  • Askeri Komite: NATO'ya üye ülkelerin genel kurmay başkanlarından oluşur. Askeri Komite NATO Konseyine bağlıdır. Askeri bakımdan en yüksek kuruldur. Bu kurulda savunma sorunları görüşülür. Komite içinde Daimi Grup adı ile anılan üçlü bir grup vardır. Bu grup yürütme organı işlevini görür. Görevi NATO Komutanlarına gerektiğinde emir vermektir.
NATO'nun dört büyük komutanlığı vardır. Bunlar:
  1. Avrupa Yüksek Komutanlığı,
  2. Atlantik Yüksek Komutanlığı,
  3. Manş Komitesi Komutanlığı,
  4. Amerika, Kanada Bölgesi Komutanlığıdır.
Her yıl 4 Nisan, NATO Günü olarak üye ülkelerde kutlanır. NATO Gününde, NATO'nun kuruluşu, organları, amacı ve çalışmaları anlatılır.

Müzeler Haftası

18-24 Mayıs tarihleri arası Müzeler Haftası’dır. Müzeler Haftası'nda ülkemizin kültür varlıkları tanıtılır. Eski eserlerin korunması, gereği anlatılır. Müzelerimiz gezilerek milli kültür ve tarih bilgimiz zenginleştirilir. Hafta içinde açık oturumlar düzenlenir. Uzmanların konferans vermeleri sağlanır. Okullarda Tabiat Varlıkları ve Müzeler köşesi hazırlanır, bu köşede müzecilikle ilgili basında çıkan yazılar sergilenir.
Öğrencilerin müzecilikle ilgili yazıları burada değerlendirilir. Çevrede bulunan eski eser niteliğindeki belge ve kalıntılar bu köşede sergilenir.
Müze; sanat, bilim, tarih, kültürle ilgili eserlerin halka gösterilmek için toplanıp sergilendiği yerlerdir.
Eski eser; belge, anıt ve kalıntılardır. Eski eserler, bize, geçmiş yıllarda insanların düşünüş, inanç, yaşayış ve yetenekleri hakkında bilgi verirler. Geçmişi öğrenerek bugünü anlamamıza yardımcı olurlar.

Eski eserlerin derlenip toplanması önce İngiltere’de başlamıştır. imparatorluğun değişik yerlerinden toplanan belgeler, kalıntılar, heykeller başkente getirilerek bugünkü müzenin ilk biçimi oluşturulmuştur. Daha sonra Avrupa'nın öteki ülkelerinde de benzer çabaların gösterildiğini görüyoruz.
Müzeler başlangıçta halka açık değildi. Müzelerden devlet yöneticileri ile bilginler yararlanıyordu. 1850 yılından sonra müzelerdeki eski eserler sergilenerek halkın ilgisine ve bilgisine sunuldu.
Yurdumuzda müze çalışmaları 1846 yılında Ahmet Fethi Paşa tarafından başlatıldı. İlk müze İstanbul’da Aya İrini Kilisesi'nde kuruldu. Daha sonra Osman Hamdi Bey zamanında yurdun çeşitli bölgelerinde özellikle Nemrut Dağı'nda eski Sayda kentinde yapılan arkeolojik kazılardan çıkan eserler İstanbul’a getirildi. Bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzesi kuruldu. Osman Hamdi Beyin ölümünden sonra bu göreve Halit Eldem atandı. Onun zamanında Türk İslam eserlerini içine alan «İslam Müzesi» kuruldu.
1924 yılında Topkapı Sarayı müze olarak hizmete açıldı. 1928 yılında Etnografya Müzesi tamamlanarak hizmete girdi. 1934 yılında Ayasofya müze olarak hizmete sunuldu. Bu arada Konya, Bursa, Manisa, İzmir, Kayseri, Afyon, Antalya, Edirne, Adana illerimizde müzeler açıldı. Açılan müzeler geliştirildi. Eski müzeler onarıldı.
Cumhuriyet döneminde bir yandan müzeler açılırken öte yandan da arkeolojik kazılar yapıldı. Roma Hamamı, Ahlatlıbel, Alacahöyük, Alişar, Boğazlıyan kazıları ilk milli arkeolojik kazılardır. Bu kazılardan çıkan eserler Ankara'da Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ndedir.
Ülkemiz toprakları üstünde birçok uygarlıklar yaşanmıştır. Bu uygarlıkların kalıntıları, anıtları belgeleri müzelerimizde sergileniyor. Yurdumuzda bugün yüz yirmi yedi müzemiz vardır, bu müzelerde toplam iki milyonu aşan eski eser sergilenmektedir.
Yurdumuza gelen turistlerin büyük bir çoğunluğu bu müzelerimizi gezmektedir. Müzelerimizi zenginleştirmek için bulduğumuz eski eserleri müze yöneticilerine teslim etmeliyiz. Çevremizde izinsiz kazı yapılıyorsa durumu ilgili makamlara bildirmek bir yurttaşlık görevidir.

Yurdumuzun tarihi değerlerine eski eserleri koruyarak sahip çıkmalıyız. Bu onurlu bir yurttaşlık görevidir.


MÜZELERİMİZ
Aşağıda okuyacağınız yazıda müzeciliğimizin dünü ve bugünü özet olarak değerlendiriliyor.

Yüzyıldan fazla bir geçmişi olan Türk müzeciliği ilk zamanlar yalnız İstanbul’da ve belirli bir kesime seslenirken sonradan yurt düzeyine yayıl­mıştır. Bugün çağdaş batılı müzelerle boy ölçüşecek düzeye erişmiştir. Uzun bir süre camilerde, medreselerde, yıkık binalarda çeşitli zorluklarla müzeciliğimizi sürdüren Anadolu'nun müzecilerine bugün çok şey borçlu olduğu-muzu belirtmeliyiz.
Eski ve yıpranmış müzelerimizin yerine kültür birikiminin zengin olduğu il ve ilçelerde yapılan yeni modern müzelerimiz o kadar çoğalmıştır ki ülkemizi ziyaret eden yabancı turistler bile bu gelişmeyi şaşkınlıkla karşılamaktadırlar. Bu çoğalma Türkiye'de turizmin gelişmesine bağlanabilir.. Ya da kalkınma harekelerinin normal sonucu olarak kabul edilebilir.
Devletin bunca katkı ve ilgisine rağmen halkımızın müzelere olan ilgisi üzülerek belirtelim ki aynı oranda olmamıştır. Özellikle büyük müzelerimizde yerli ziyaretçi sayısı yabancılardan çok az olmuştur. Bunun nedenleri arasında on beş, yirmi yıl öncesine kadar özellikle Anadolu müzelerinin elverişsiz yapılarda ve tamamen bir depo görünümünde olmaları ve bu duru­mun insan üzerinde yarattığı kötü iz olabilir. Durum şimdi öyle değildir.

Müzeler artık geçmişle aramızda kültür köprüsü kurulan eğitim yerleri olmuştur. Günümüzden yüzlerce yıl önce yaşamış insanların kültürleri, yaşa­yış biçimleri hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamaktadır. Müzeler yalnız geçmişteki kültür varlıklarının sergilendiği yer değil, aynı zamanda Etnografya, fen, doğa ve folklor müzelerinde yakın geçmişin sanat ve zeka ürünlerinin ortaya konduğu yerlerdir.
Müzelerimizin görevlerinden biri kültürel varlıkları korumak ise diğeri eğitimdir.
Polonya’daki bir müzenin önündeki şu yazı müzenin önemini çok güzel açıklıyor «Geçmiş, gelecek içindir»
Sabahattin TÜRKOĞLU

23 NİSAN MİLLİ EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI

23 Nisan 1920 Büyük Millet Meclisi'nin açılış günüdür. Her 23 Nisan günü Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı birlikte kutlarız.
Egemenlik yönetme yetkisidir. Ulusal egemenlik; yönetme yetkisinin ulusta olmasıdır. Osmanlı imparatorluğu döneminde egemenlik padişahta idi. Padişah ülkeyi dilediği gibi yönetirdi. İmparatorluğun son yıllarında padişahlar rahatlarını düşündüler. Yurt bakımsız kaldı.

Ülke sorunları yüzüstü bırakıldı. Bu sırada Birinci Dünya Savaşı başladı. Savaş 4 yıl sürdü. Bizimle birlikte olanlar savaşta yenildi. Savaş kurallarına göre biz de yenilmiş sayıldık. Yurdumuz İngilizler, Fransızlar, Yunanlılar, İtalyanlar tarafından paylaşıldı. Padişah ve yandaşları ülkenin paylaştırılmasına ses çıkarmadılar.
Mustafa Kemal Paşa Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için İstanbul’dan Samsun'a 19 Mayıs 1919 günü geldi.Samsun'dan Amasya'ya, oradan Erzurum'a ve Sivas’a gitti. Sivas ve Erzurum'da kongreler topladı. Mustafa Kemal Paşa egemenliğin ulusta olduğuna inanıyordu. Bu inançla «Ulusu yine ulusun gücü kurtaracaktır. Tek bir egemenlik vardır, o da ulusal egemenliktir» diyordu. Yurdun dört bir yanından seçilip gelen temsilciler - milletvekilleri - Ankara'da 23 Nisan 1920 günü toplandılar.
İlk Büyük Millet Meclisi'nin toplandığı yapı Ankara'da Ulus Alan'ından istasyona giden caddenin başındadır. Bugün Kurtuluş Savaşı Müzesi olan bu yapı tek katlıdır. O yıllar ülkemiz yokluk yoksulluk içindeydi. Milletvekillerinin oturduğu sıralar bir okuldan getirildi. Meclis gaz lambası ile aydınlanıyor, soba ile ısınıyordu. Top seslerinin Ankara'da duyulduğu zamanlarda bile meclis düzenli toplandı.
Ulusal Kurtuluş Savaşımızla ilgili bütün kararlar bu mecliste alındı. Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde ulusumuz dünyaya Ulusal Kurtuluş Savaşı dersi verdi. Ezilen uluslara kurtuluş yolunu açtı. Bağımsızlık savaşının öncüsü olan kurtuluş savaşımız yeryüzünün öteki uluslarına örnek oldu.
23 Nisan 1920 ilk Büyük Millet Meclisi'mizin toplandığı gündür. 23 Nisan, ulusun yönetme yetkisini kullanmaya başladığı gündür. Bu gün Milli Egemenlik Bayramı'mızdır.
23 Nisan dünyada kutlanan ilk çocuk bayramıdır. Atatürk'ün Türk çocuklarına armağan ettiği bu bayram şenliklerine son yıllarda yabancı ulusların çocukları da katılmaya başlamıştır. Atatürk çocuklara çok değer verir, gezilerinde okullara uğrar, ders dinler, sorular sorardı. «Bugünün küçükleri yarının büyükleridir.» diyen Atatürk, yönetimin bayram süresince öğrencilere bırakılması geleneğini başlattı. 23 Nisan'da yönetim birimleri seçimle gelen kurullar bir süre çocuklara bırakılır. Bu güzel gelenek her yıl yinelenir. Her 23 Nisan'da yurdumuz bir bayram alanı olur. Çocuklar törenlerde konuşmalar yaparlar, şiirler okurlar. Gece fener alayları düzenlenir.
23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı egemenliğin ulusta olduğu düşüncesinin kabul edildiği gündür. Çocuk bayramımızdır. Yarının büyükleri olan çocukların bayramıdır.

Mevlana Haftası

Mevlana Celaleddin-i Rumi
İnsan düşüncesine yepyeni bir mesaj veren ve İslam düşünürlerinin fikir sistemlerini, inanç akidelerini ruh, akıl ve sevgi üçgeni içinde sunan, insanlığa ahlak, din, ilim ve akıl yolunda heyecan katarak yeni ufuklar açan Mevlana Celaleddin-i Rumi, müstesna yüce bir varlık, ilahi bir ışık, manevi bir güneş, Muhammed Ali'nin bendesidir.
Bugüne kadar gönüller tutuşturan ve bundan sonra da insanı etkilemeye devam edecek olan Veli, kutup, pir, insan-ı kâmil, büyük şair gibi sıfatlarla isimlendirilen bu büyük insan hepimize ışıktır.
Gönüller sultanı Hz. Mevlana aşkın kemalidir; ama yalnız aşkın mı? Hayır, O tüm güzelliklerin kemalidir, ilmin de hikmetin de, aklın da...
O'nun insan düşüncesine verdiği en büyük mesaj Aşk, Sevgi ve Birliktir.
O, bir veli hüviyetiyle gönüller coşturmuş, bir pir, bir mürşit olarak insan kalbini saflaştırmış, bir bilgi kaynağı olarak insan aklını nur ile yıkamış, akıl ve gönülleri kirden kurtarmış, gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin temsilcisi olmuştur.

Onun içindir ki hangi âlim Mevlana'yı tanısa yücelmektedir. O'nun yoluna gönül koyan herkes kemale, sevgiye, insanlığa, bilgeliğe, hoşgörü ve yüksek ahlaka ulaşmaktadır.
O, hiç bir şeyi inkâr etmez ama her şeyi birler, bütünleştirir ve sevdirir. O, kimseyi ayrı görmez. Çünkü O, her şeyin Allah'ın zuhuru ve tecellisi olduğunu bilir ve bunu insan gönlüne ve insana hal olarak yansıtır.

Mevlana aziz ve yüce bir üstad'dır. Tek başına bir sistemdir, bir hayat ve bir düzendir. Ahlakı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, idraki, davranışları ve he rşeyi ile yüceliği öğreten bir HAL ABİDESİ'dir. Peygamber-i zişan'ın gerçek temsilcisi, aşkın ve aklın en yüksek öğesi ve gerçeğidir.

"İnsan yaratılmışların en şereflisidir" düsturuyla her dilden, her dinden, her renkten insanı kucaklayan Hz. Mevlana sevginin, barışın, kardeşliğin, hoşgörünün sembolüdür.
HZ. MEVLANA'YA GÖRE İNSAN 
Hz. Mevlana'da insan, ölümlü ile ölümsüzü, iyi ile kötüyü, ilahi ile beşeri benliğinde toplayan bir birleştiricidir. İnsan ölümsüzlüğün, ölümlü beden içinde tekamül seyrini yaşamak için bu alemdeki görünümüdür. İnsan varlık ağacının meyvesidir. Bir rubaisinde şöyle seslenir:
"Suret suretsizlikten meydana geldi. Varlık peteğini ören arıdır. Arıyı vücuda getiren, mum ve petek değildir. Arı biziz, şekil ve çokluk sadece bizim imal ettiğimiz mumdur. Şekil ve cisim bizden vücuda geldi. Biz onlardan değil; şarap bizden sarhoş oldu, biz şaraptan değil."
Hz. Mevlana varlığın özü, yani yaratıcı kudretle insanın özünü birleştirmiştir. İnsanın şeref ve yükümlülüğü, zevki ve çilesi işte bu birlikten kaynaklanmaktadır. Bu birlik insanı varlığın gayesi yapmıştır. Varlık, anlamını insanla kazanır. Yaratıcı eserini insanla seyreder, zira insan hakkın gözü ve aynasıdır.

Hz. Mevlana şöyle seslenir:
"Sen cihanın hazinesisin, cihan bir yarım arpaya değmez. Sen cihanın temelisin, cihan senin yüzünden taptazedir. Diyelim ki âlemi meşale ve ışık kaplamış; çakmaksız ve taşsız olduktan sonra o, iğreti bir rüzgârdan başka nedir?"
Yüce Hüdavendigar "Mümin müminin aynasıdır" hadisini açıklarken şöyle konuşur:
"Tanrı'nın adlarından biri de el-mümin'dir. İman eden kula da mümin denir. Mümin müminin aynasıdır demek, Tanrı onda, o aynada tecelli etti demektir." O halde Hakk'ı insanda görmek gerekir. Bunu yapmayan, görmesini bilmiyor demektir.

Yine Mevlana şöyle seslenir:
"Murat sensin. Neden oraya buraya koşuyorsun? O, sen demektir. Ama sen, sakın ben deme, hep sen diye söyle. Göz dürüst görürse, sen O olursun. O da sen olur."
"Ey Tanrı kitabının örneği insanoğlu! Ey şahlık güzelliğinin aynası mutlu varlık. Her şey sensin. Âlemde ne varsa senden dışarı değil. Sen ne ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende."
İnsanın bu şerefi bedava değildir. Bu şerefin beraberinde getirdiği sorumluluk ve ıstırap da büyüktür. İnsanın şerefi gibi, sorumluluğu ve ıstırabı da varlığın en büyük sorumluluk ve ıstırabıdır. Mevlana'nın kavgası eşyaya boyun eğen insanı, eşyayı boyun eğdiren bir yaratıcı benlik haline getirmek içindir.

İnsan, ne olduğunu anlamak için nereden geldiğini anlamak zorundadır. Mevlana'ya göre böyle bir anlayış Yaratıcı kudretten koptuğunun bilincinde olan insanın nasibidir.
"Tanrı, ululuk sırlarını insanda belirtmiştir. İnsanın önünde canla, gönülle, bedenle gerçekten bir secde ettin mi ne yana dönersen orası gönlüne Kabe olur."
Mevlana yine bir beytinde:
"Bedenin her zerresinden bir feryat duy, bir inilti işit; çünkü sen büyük bir şehirsin; belki de bir şehir değil, binlerce şehirsin sen. Her şey sensin; her şeyden öte ne varsa o da sensin; O da senden ibaret."
İnsan geçirdiği bu kadar maceraya rağmen kendi değerinin henüz farkında değildir. Kendisini kuşatan dünyanın nice tufanına tanık olmasına rağmen kendi içinde sakladığı tufanların henüz idrakine varamamıştır.

"Âdemoğlu dediğin, dünya sandığına konmuş bir aslandır. Sandık kapanmış, kilitlenmiştir. O da kendisini yorgun ve bitkin göstermektedir. Ama günün birinde bir coştu, bir kükredi de sandığı kırıp parçaladı mı nelere gücü yettiğini, ne işler edeceğini o vakit görürsün."
“İnsanların taş yüreklerinde öylesine bir ateş vardır ki perdeyi kökünden yakar. Perde yandı mı, insan Hızır hikâyelerini de tamamen anlar. O eski aşktan gönlün içinde yeniden şekiller meydana gelir.” Ve yine şöyle seslenir yüce Mevlana:
“Sen ya Tanrı nurusun ya da Tanrısın; onun mazharısın. Şu dönen göğü Tanrı'ya layık görme, yıldızlarla ayda irade, bir özgürlük var sanma. Güneşlerin güneşi sensin. Şu gök kubbede dönüp duran güneş başı bağlı bir topal eşek gibidir.”

Din, dil, ırk ayırmayan, her şeyi ve herkesi Tanrı’nın bir parçası olarak gören yüce Mevlana’nın kadını bu düşüncenin dışında tutmadığını anlatmaya herhalde gerek yoktur. Her zerrenin Tanrı’nın birer parçası olduğunu belirten bu büyük insanın cinsiyet ayrımı yapabileceğini düşünmek ancak cahilliktir. O’na göre Tanrı katında cinsiyet yoktur. Dolayısıyla maddi âlemde de cinsiyet ayrımının getirdiği davranış farklılıkları olmamalıdır.
Hz. Mevlana aşkla, müzikle, sema ve şiirle beslenip gelişen bu dinler üstü yolda kadına da büyük bir önem vermiş, her konuda olduğu gibi bu konuda da çağın ötesinde düşünmüş ve uygulamıştır. Kadını hayatın diğer parçaları gibi, belki de daha fazla önemsemiştir. Onları hayatın içine çekmeye çalışmış ve devrin şartlarına aldırmadan, hiç çekinmeden insanlığın kadınla birlikte var olduğu mesajını tüm âleme vermiştir.

Mesnevisinde,
“Kadın bir Nur’dur sevgili değil, kadın yaratıcıdır yaratılmış değil...” sözleriyle kadına bakışını çok net olarak tanımlayan Hz. Mevlana, onu “yaratan kudret” mertebesine çıkarmış ve yaratıcılığın simgesi olarak göstermiştir. O her şeyden önce, kadının kapanmasının ve örtülmesinin aleyhindeydi. “Fi-hi Mafih” adlı eserindeki bir fasılda, karısını örten kapatıp kimseye göstermeyen erkeği 'koltuğunun altına bir somun ekmeği saklamaya çalışan insan'a benzeterek kınamıştır. Gizlenmenin ve örtünmenin karşısındaki insanın daha çok merakını arttıracağını ve görme duygusunu kamçılayacağını belirten Mevlana bunun sadece kötülüğü arttıracağını ifade etmiştir.

Kadının veya erkeğin değil, insanın iyisi ve zararlısı olduğunu söyleyen Mevlana, bu görüşlerini hayatında da uygulamıştır. O’nun bir çok kadın müritleri vardı ve onların davetlerine hep uyar, aralarına katılır onlarla şiirler okur ve onlarla sema derdi. Hz. Mevlana’yı seven kadınlar onun başına güller serperdi.
Hz. Mevlana tek kadınla yaşamış, cariye ve köle kullanmamıştır. Oğlu Sultan Veled‘e yazdığı bir mektupta zevcesini hoş tutmasını, ona saygı göstermezse kendisini de incitmiş olacağını belirtmiştir.

Hz. Mevlana öyle bir potadır ki oraya atılan her madde, orada yeteneğine göre en uygun gelişimini bulmuştur. Oraya düşen her zerre güneşlere ışık salan bir hal almış, padişahlara buyruk yürütmüş, tahtsız taçsız gönüller hakanı sayılmış, ya da yokluğa karışmış, addan sandan geçmiş, insanlığa bir iksir olmuş, soluk alanların ciğerlerine işlemiş, yeni bir arayış gücü vermiştir.

En güzel görüş Mevlana’nın nazarıyla beslenmiş, gelişmiş, en tatlı ses Mevlana’nın konservatuarında ahenkleşmiş, beste olmuş, en gerçek bilgi Mevlana enstitüsünde metodlaşmış, şaheser vermiş, en insani duygu Mevlana hareminde olgunlaşmış, kudret haline gelmiştir. Mevlana, kendisine gönül verenleri hem kendi asıllarına kavuşturan, hem içinde bulunduğu çağa göre, topluma göre en yararlı olacak şekilde
yetiştiren bir “İnsanlık üniversitesidir”.

M.E.B. Vakfı Kuruluş Günü

19 Şubat Milli Eğitim Bakanlığı Vakfı kuruluş günüdür. Her yıl bu gün okullarımızda, vakfın kuruluş amaçları anlatılır. Vakfın ülke, il, ilçe düzeyindeki çalışmaları sergilenir. Bu çalışmalardan örnekler sunulur.
Milli Eğitim Bakanlığı, anaokulundan üniversiteye kadar öğrenci ve yurttaşların her tür eğitimi ile görevlidir. Eğitim hizmetleri, diğer hizmetlere göre daha pahalı olduğundan bakanlık bütçesi bu konuda yetersiz kalmaktadır. Halkın ve öteki kuruluşların yardımlarını sağlamak amacı ile 19 Şubat 1981 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı Vakfı kurulmuştur.
Vakfın kurucuları gerçek kişilerle, Öğretmenler Bankası, İş Bankası, T.C.Ziraat Bankasıdır. Vakıf, kuruluşunu izleyen kısa sürede, il ve ilçe düzeyinde şubeler açmıştır. Eğitime katkıda bulunacak sosyal ve fiziki yapının geliştirilmesine yardımcı olur.
Milli Eğitim Bakanlığı Vakfı’nın amaçları şunlardır:
  1. Milli eğitimi geliştirici çalışmalar yapmak.
  2. Okulların araç, gereç, kitap gibi ihtiyaçlarının karşılanmasına katkıda bulunmak.
  3. Her çeşit eğitim kurumunun açılmasına, yapılanmasına, onarımına yardımcı olmak.
  4. Öğretmenlerin eğitim ve öğretim alanındaki etkinliklerini arttırıcı çalışmalarını ödüllendirmek.
  5. Eğitimin geliştirilmesi amacı ile öğrenci ve öğretmenler arasında yarışmalar düzenlemektir.
Vakıf, amacına ulaşabilmek için gerekli olan geliri aşağıda sayılan kaynaklardan sağlar.
  1. Yurttaşların arsa, bina, bağ, bahçe gibi taşınmaz bağışları,
  2. Kamu ve özel kuruluşlar ile kişilerin yaptığı yardımlar,
  3. Basılı eğitim araçları ve ders kitaplarından elde edilen gelirler.
  4. Eğitim kuruluşları ve okullarımızda yapılan bağışlar.

Milli Eğitim Vakfı kuruluşundan bu yana halkımız ve çeşitli kamu ve özel kuruluşlarından büyük ilgi ve yardım görmüştür. Vakıf, sağladığı gelirleri Milli Eğitimin amaçları doğrultusunda düzenli olarak değerlendirmektedir.

Kütüphane Haftası

Kitabın yararlarının anlaşılması ve sayılarının çoğalması sonucu kitaplıklar oluştu. Kitaplıkların gelişmesi ile kütüphaneler meydana geldi. Herkesin yararlanması okuması, başvurması için kurulan, içinde kitaplar bulunan binaya kütüphane denir.

Millî Eğitim Bakanlığı, Mart ayının son pazartesi günü başlayan hafta­nın Kütüphane Haftası olarak değerlendirilmesini kararlaştırmıştır. Hafta süresince kütüphanenin önemi anlatılır. Kütüphaneciliğin sorunları kamu oyuna duyurulur. Halk, kütüphanelerin gelişmesi için bilinçlendirilir. Okullarımızda kütüphanenin yararlarından söz edilir. Kütüphanelerde uyulması gerekli kurallar öğretilir.

Kütüphaneler eski çağlardan beri insanlığın hizmetindedir. Eldeki bilgilere göre ilk kütüphane, Asurlular zamanında kurulmuştur. Osmanlı imparatorluğu döneminde de kitaba ve kütüphaneye önem verilirdi. O dönemden zamanımıza kadar gelen büyük kütüphaneler vardır.
Yurdumuzun belli başlı büyük kütüphaneleri şunlardır : İstanbul’da Süleymaniye ve Beyazıt Devlet Kütüphaneleri. Ankara'da Millî Kütüphane, Millet Meclisi Kütüphanesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kütüphaneleridir.
Bunlardan Millî Kütüphane, 15 Nisan 1946 tarihinde kuruldu. Açılış tarihinde içinde iki kitap bulunan bu kütüphanemizde bugün 620 bin kitap vardır. Kütüphanelerimizdeki kitap sayısı yaklaşık 6 milyon kadardır.

Kütüphanelerde, kitapların korunması, kitapların sınıflandırılması ve okuyucuya kitap verilmesi için uzman memurlar bulunur. Bu memurlara kütüphaneci denir. Kütüphanecilik özel bir eğitimi ve öğretimi gerektiren bir meslektir. Bu amaçla üniversitelerimizde kütüphanecilik bölümleri açılmıştır. Bu bölümlerde öğrenimlerini tamamlayanlar kütüphanelerde görev yaparlar.
Yaşadığımız yüzyıl bilgi, ilerleme dönemidir. Kitaplar bilime giden yoldur. Çağımızın buluşlarını kitap, dergi gazete gibi yayın organlarından izleriz. Okuduğumuz kitaplar, dergiler, gazeteler bilgilerimizi artırır. Bizi dünyadaki gelişmelerden, değişmelerden haberdar eder. Kitaplar sevgili dostlarımızdır. Kitaplıklar, kütüphaneler kitapların bir arada bulunduğu yerlerdir.
Bulunduğumuz yerdeki kütüphanelerden yararlanalım. Kütüphanelerin zenginleşmesi için kitap armağan edelim. Kitapların korunduğu, yerleştirildiği kitaplığı, kütüphaneyi temiz tutalım. Okuma salonlarında kimseyi rahatsız etmeyelim.

KÜTÜPHANEDE UYULMASI GEREKEN KURALLAR
  1. Kütüphaneye ayakkabılar paspasa silinerek girilmelidir.
  2. Palto, pardösü, manto v. b. vestiyere bırakılmalıdır.
  3. Kimlik, ilgili memura istemeden teslim edilmelidir.
  4. Kütüphaneden alınacak kitabın nasıl aranacağı bilinmiyorsa ilgili memurlardan sorulmalıdır. Açıklamaları, dikkatle dinlemelidir.
  5. İstenen kitap için fış doldurulmalıdır.
  6. Yerimize oturup kitabın gelmesi beklenmelidir.
  7. Okuma salonunda kimse rahatsız edilmemelidir.
  8. Kitap sayfaları sessiz çevrilmelidir.
  9. Kütüphane salonunda sessiz yürünmelidir.
  10. Kitapların kapağı, sayfaları çizilmemeli, yırtılmamalıdır.
  11. Kütüphanenin okuma salonunda hiçbir şekilde sigara içilmemeli­dir, sakız çiğnenmemelidir.

OKUMA KİTAPLARIM
Bu yazıda ünlü ozanlarımızdan Z. Osman Saba kitapları hakkında duygu ve düşüncelerini anlatıyor.

Sevgili okuma kitaplarım. O kitaplar aylara bölünmüştü. Kış aylarına düşen parçalarda kış resimleri vardı. Sonra, o resimler gittikçe değişirdi. Dallar, yavaş yavaş tomurcuklanır, ağaçlar çiçek açardı. Paltolu çocuklar, paltolarını çıkarmaya başlardı. O resimler böylelikle, bizlere de tatilin yaklaşmakta olduğunu hatırlatırdı.
Bazen kitapların son sayfasını açardım. Orada bir kelebek veya çiçekli dala konmuş bir kuş resmine dalar giderdim. Bu sayfalara ne zaman geleceğiz? Bu sayfaları okuyacağımız günlere ne zaman kavuşacağız, diye düşünür dururdum. Oysa daha okulda yılın yarısına bile ulaşmamıştık. Sınıfımızın camlarını sert yağmurlu kış rüzgarları sarsıyordu. Böyleyken ben kitaplardaki o resimlere baktıkça yaz tatilinin hayallerine kapılmaktan kendimi alamazdım.
Neler düşünürdüm neler.. Sınavların başlayacağı günleri düşlerdim. Okuma dersinden hiç korkulur mu? Güzel bir Mayıs günü, sınav odasına girecektim. Öğretmenim beni güler yüzle karşılayacaktı. Önüme çıkan parçayı okuyacaktım. Ben okurken dışardan kuşlar ötüşecek yeni yapraklanmış ağaçların sallandıkları görünecekti.
Bahar yemişlerini satan satıcıların sesleri, çağrışmaları duyulacaktı. Öğretmenlerim okuduğum parça ile ilgili sorular soracaklar, ben hemen cevapları verecektim. Sonra «yeter» diyecekler, sınav odasından uçar gibi çıkacaktım. Okuma kitaplarındaki son parçalara baktıkça bunları düşünürdüm.
Dost okuma kitaplarım. Onlarda neler yoktu? Kısa pantolonları diz kapakları örtecek şekilde biraz geçen saçları düzgünce taranmış güler yüzlü çocuk resimleri vardı. O kitaplarda temiz giyimli köylüler, babalar, analar vardı. Bu insanların güzel resimleriyle doluydu, okuma kitaplarım. Bu resimlerdeki insanlar güzel bir dünyanın insanlarıydı. Kötülük bilmezlerdi, iyilikten başka bir şey düşünmezlerdi.
«Bizim gibi olun, iyilikten başka bir şey düşünmeyin» derdi.
Bu unutamadığım eski okuma kitaplarından bugün bir tanesi bile yok. Onların şimdi hayalimdeki yapraklarım çevirirken yine de onları eskitmemek istiyorum. Onlardan ezberimde kalan parçaları yer yer okuyorum. Bu yüzden yangında yanmış kitaplar gibi sayfaların çoğu eksik.
Sevgili dost okuma kitaplarım, sizleri zamanla bu kadar özleyeceğimi hiç bilmezdim. Böyle olacağını bilseydim, birkaçınızı olsun öbür kitaplarımın yanında saklamaz olur muydum?
Ziya Osman SABA

Kutlu Doğum Haftası

Mevlid Nedir?
Doğum zamanı demektir. Peygamberimizin doğumu ve bunu anlatan eser anlamında kullanılır.

1989 yılından beri kutlanmakta olan Kutlu Doğum Haftası fikri nasıl doğdu? 

Sizin de bildiğiniz gibi Peygamberimizin dünyayı teşrifleri olan Mevlid-i Nebevi, asırlardır milletimiz tarafından ‘Mevlid Kandili’ olarak kutlanmaktadır. Mevlid Kandili ilk defa 13. asırda Erbil Atabeği Muzafferüddin Gökbörü tarafından iki ay süreyle kutlanmaya başlandı. Mevlid Kandili münasebetiyle ilim adamları bir araya gelip ilmi, fikri sohbetler yapıyor, halk sokaklarda mevlidi bir bayram havasında kutluyordu.
Süleyman Çelebi’nin kaleme aldığı Vesiletü’n Necat isimli şiirin, Mevlid adıyla, yüzyıllardır sevinçte, tasada, doğumda, ölümde okuna gelmesi ve bu geleneğin bugün de canlı bir şekilde devam etmesi, Peygamber sevgisi etrafında teşekkül eden milli ruhun ifadesidir.
Yüce dinimiz, huzurlu ve mutlu dünyanın en büyük hayat kaynağıdır. Bu noktadan hareketle dini tefekkürü cami dışına taşırmak, değerli ilim adamlarımızın araştırmalarını ve düşüncelerini halka aktarabilmek için Mevlid kandilini hayırlı bir vesile telakki eden Türkiye Diyanet Vakfı, yüzyıllar önce bir ilim ve kültür bayramı şeklinde kutlanan Mevlid geleneğini canlandırmayı amaçlamıştır. Bu düşünce ile Peygamberimizin doğum gününü içine alan haftayı, "Kutlu Doğum Haftası" olarak ilan etmiştir.

Bir gelenek haline gelen Kutlu Doğum Haftasının gayesi nedir? 

Mevlidi, Türk kültürünün sağlam bir mesnedi, milletimizi birlik ve bütünlük içinde aydınlık geleceğe taşıyacak sağlam bir gelenektir. Hafta dolayısıyla hazırlanan programlar belirlenirken gözetilen gaye hep bu olmuştur.
Takip ettiğimiz geleneğin gücü ve bunun hâlâ milletimizin gönlünde dipdiri yaşaması, gelecek için bizleri umutlandırmaktadır. Yüzyıllardır görülmüştür ki Türk Milleti inançlıdır, hoş görülüdür, dinî inançlarını bir kavga konusu olarak değil, barış ve huzur kaynağı olarak görmektedir.
Mevlid’le ifadesini bulan kültür atmosferi, bu geleneğin devamıdır. 1989’dan beri icra ettiğimiz programlardan devşirdiğimiz fikir ve kültür iklimi, Türkiye Diyanet Vakfı’nın hayırlı bir yolda olduğunu göstermektedir. Unutulmamalıdır ki, insanlık için en güzel rehber; bütün güzellikleri bünyesinde toplayan ve güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen Hz. Peygamber, model ise Peygamberimizin insanlığa sunduğu modeldir. Çünkü O, tam bir anarşi ve kargaşa ortamında, insanlık için bir güneş olmuş, çirkinlikleri güzelliklere tebdil etmiştir. İnsanlık O’nun getirdiği yüce değerler ve prensipler doğrultusunda büyük medeniyetler kurmuş, kaybedilen haklarına kavuşmuş, fıtratında var olan yüce değerlerin farkına varmış, kadın erkek Allah’ın ve cemiyetin huzurunda eşit olmanın hazzını tatmıştır.
İslam medeniyeti Kur’an ve Hz. Peygamberin sünnetinden kaynaklanan, evrensel ahlak ilkeleri ve insan hakları ile ilmi anlayış üzerine bina edilmiştir. Zira İslam Medeniyetinin esası, İslam dininin hikmet ve adaleti üzerine kurulmuş olduğundan, ilmi ve irfanı öğretmiş, zulmü ve zoru yasaklayarak, haksızlıklara karşı koymayı hedef almıştır. Şurası bir gerçektir ki Cenab-ı Hak, insanın kendisi ile olan ilişkisini iman ve ibadete bağladığı halde, insanın diğer insanlar ve eşya ile ilişkilerini ahlak ve hukuk kurallarına bağlamıştır. Kamil bir insan, bu ilişkilerini yerli yerince ve dengeli bir biçimde yapan kişidir. İşte Hz. Muhammed, bunu sağlayan ve bize örnek olan insandır.
Biz de Türkiye Diyanet Vakfı olarak, örnek insan Hz. Muhammed’in evrensel prensiplerini ve insanlığa getirdiği yüce değerleri, günümüz şartlarını da dikkate alarak insanlığa ulaştırmak amacıyla Kutlu Doğum Haftası’nı ihdas ettik.

Bu hafta münasebetiyle gerçekleştirilen faaliyetlerden kısaca bahseder misiniz? 

—Öğrencilerin, Sosyal İlimler arasındaki bilgileri müfredat seviyesinde ve doğru olarak öğrenmesi, bu alandaki bilgilerin derinleştirilmesi; öğrencilerin ve velilerin "Kutlu Doğum
Haftası"na ilgilerinin sağlanması ve Hz. Peygamber sevgisinin yaygınlaştırılması amacıyla Milli Eğitim Bakanlığı ile organizeli olarak Türkiye genelinde Lise ve Meslek Liseleri arasında bilgi yarışması düzenlenmektedir. Bu yarışmaya gerek öğrencilerin, gerek velilerin ve gerekse okul idarelerinin bir hayli ilgi gösterdiği sevinçle müşahede edilmektedir.
— Yine aynı amaç doğrultusunda ilköğretim çağındaki yavrularımızın da bu haftaya iştirakini sağlamak amacıyla değişik yıllarda resim ve şiir yarışmaları düzenlenmiştir. Yarışmaya iştirakin fazla olması, bu haftanın özellikle ilköğretim çağındaki çocuklarımız arasında da ilgi uyandırdığını göstermiştir. Gelen şiir ve resimler çocuklarımızın kabiliyetlerini sergilemelerine imkân vermiştir.
—İmam-Hatip Lisesi öğrencilerine, araştırma yapıp düzgün bir şekilde yazma alışkanlığı kazandırmak; İslam ile aktüel kavramlar arasında irtibat kurup düşünmelerini temin etmek amacıyla Türkiye genelinde İmam-Hatip Liselerindeki öğrenciler arasında düzenlenen kompozisyon, hutbe metni hazırlama vb. yarışmalara da ilginin bir hayli fazla olduğu görülmüştür. Çocuklarımızın araştırma ve bir emek mahsulü neticesinde ortaya koydukları eserler bizleri memnun etmiştir.
— Bu faaliyetlerin önemli bir ayağını da yurtdışına yönelik olarak gerçekleştirdiğimiz yarışmalar oluşturmaktadır. Her yıl değişik konularda özellikle Türk cumhuriyetleri, Balkanlar ve Türk Topluluklarına yönelik Peygamber sevgisi, vatan ve millet sevgisi konularında düzenlenen şiir yarışmaları neticesinde edebiyatımıza yeni eserler kazandırılmıştır.
— İlim adamlarımızın bu haftaya iştirakini sağlamak üzere, ilmi inceleme ve araştırmayı teşvik etmek amacıyla 1995 yılından bu yana her yıl, İslam Dini ve kültürü alanında yapılan ilmi bir araştırmaya ödül verilmektedir. Bu amaçla açılan yarışma ilim çevrelerinde 4 yıldan beri büyük ilgi uyandırmıştır.
— Ayrıca dünyanın değişik ülkelerinden ilim adamlarının katılımıyla her yıl değişik bir konuda Uluslararası İlmi Sempozyum düzenlenmektedir. Çok önemli konuların ele alındığı bu sempozyumlarda sunulan tebliğler ve yapılan müzakereler Vakfımız tarafından kitap olarak bastırılmakta ve halkımızın istifadesine sunulmaktadır. Bu bağlamda bu sempozyuma kariyerinde uzmanlaşmış ilim adamları sempozyum konuları hakkında uzun araştırmalar yapmakta ve bu sempozyumda değerli tebliğlerini ilgililerin bilgisine sunmaktadır.
Kutlu Doğum Haftası çerçevesinde 1995 yılından itibaren "Bir Dal Gül Ver" kampanyası başlatılmıştı. Bu kampanyanın amacı neydi? 

—Bilindiği üzere gül; edebiyatımızda Peygamber Efendimizin rumuzu olarak kullanılmıştır.
Vakfımız; hem Peygamberimizi anmak, hem de O’nun rahmet ve sevgi peygamberi olduğundan hareketle, içinde bulunduğumuz zor günlerde insanları bir sevgi halesi etrafında toplamak amacıyla "Bir Dal Gül Ver" kampanyası başlatmıştır.
Dünyanın yeni yapılanma ve arayışlar içerisine girdiği; bunalımlardan kurtulmanın yollarını aradığı şu günlerde, sıkıntının, kaosun, huzursuzluğun panzehiri olan sevginin gönüllerde yeşertilmesi bir mecburiyettir. Dünya sevgi üzerine kurulmuştur. Sevgi ve hoşgörü bütün problemlerin yegâne çözüm kaynağıdır. Sevgi en güzel ifadesini Gül’de bulur. Bu manada, sevgisi bütün insanlığı kucaklayan Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in doğum yıldönümünde bütün vatandaşlarımızın sevdiklerine bir dal gül vermesinin, insanımızın birbirine daha sıcak bakmasına vesile olacağı ve güzel bir hoşgörü ortamı yaratacağı inancındayız.
—İlki 1996 yılında başlatılan "Kutlu Doğum Aşı", Türk kültürüne uygun bir şekilde icra edilmektedir. Misafir ağırlama bilindiği gibi Türk insanının vazgeçilmez bir özelliğidir. Bu düşünceden hareket eden Türkiye Diyanet Vakfı, hazırladığı 3500 kişilik etli pilav ve ayranı, Kocatepe Camii avlusunda misafirlerine ikram etmektedir.
— Yine bu hafta münasebetiyle kültür etkinlikleri çerçevesinde Türk Tasavvuf Musiki konserleri düzenlenmektedir. Büyük bir coşkuyla icra edilen konserlere halkımızın yoğun ilgi göstermesi bizleri sevindirmektedir.
Takdir edileceği üzere bütün faaliyetlerimizi burada anlatmak mümkün değildir. Bu saydığımız faaliyetler belli başlılarıdır. Bu faaliyetlerin tamamı ve benzerleri tüm yurt çapına yayılmış şubelerimiz tarafından da icra edilmektedir.
10 yıldan beri gerçekleştirilen bu etkinlikler amacına ulaşabildi mi? 

Elbette, Kutlu Doğum Haftası’nın toplumun bütün kesimleri tarafından kabul görmesi ve halkımızın faaliyetlere gösterdiği ilgi, 7’den 70’e herkesin ve her kesimin takip ettiği ve katıldığı bu etkinliğin amacına ulaştığını göstermektedir. Halkımızın, Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle gerçekleştirilen etkinliklere gösterdiği teveccüh bizleri heyecanlandırmış, ileriye dönük daha kapsamlı faaliyetler gerçekleştirmeye sevk etmiştir. Daha önce de belirttiğim gibi Kutlu Doğum Haftası, milletimizin arzusu ve tarihi geleneği üzerine canlandırılmıştır. İlk sene sadece Ankara’da başlayan kutlama programları, bugün artık bütün Türkiye’ye, Türk dünyasına, Balkanlar’a, Kıbrıs’a ve Batı Avrupa ülkelerine yayılmış durumdadır. Milletimizin geniş alakasına mazhar olan Kutlu Doğum Haftaları, bilim, bilgi, kültür, sanat faaliyetleriyle dolu birer şölen haline gelmiştir. Kutlu Doğum Haftası, halkımızın istekleri ve destekleri doğrultusunda, bugünkü merhaleye ulaşmıştır.
Toplumumuzda Peygamber sevgisinin ayrı bir yeri olduğunu söylemiştik. Halkımızda kökleşmiş olan bu Peygamber sevgisi, Peygamber’i, insanı kâmil olarak hayatında örnek almaya yöneltmiştir. Fakat bu örnekliğin bilimsel bir fikri temeli yok denecek kadar zayıftır. Çünkü ana kaynaklara dayanılarak kazanılmış doğru bilgilerden mahrumdur. İşte bu noksanı gidermek hususunda, Kutlu Doğum Haftası Kutlamaları, çok büyük katkılar sağlamıştır ve sağlamaya devam edecektir.
Bu hafta boyunca, binden fazla üniversite mensubu bilim adamı ve din görevlisi, sadece Türkiye hudutları içinde binlerce konuşma yapmaktadırlar. Böylece hem üniversite mensupları, hem halkımız, hem de din görevlilerimiz kaynaşma ve dayanışma imkânı içine girmektedir.
Unutulmamalıdır ki inançlardaki ortak payda, bin senedir bizi bir arada yaşatmaktadır. Böylelikle, farklı gruplara ve farklı kültürlere mensup insanların aynı ruh, aynı inanç, aynı kültür ve aynı değerler etrafında kaynaşmaları bu hafta münasebetiyle temin edilmektedir. Bu da sevindirici bir olaydır.
Bu kutlamaların yurtdışı boyutu da vardır herhalde. Varsa bu faaliyetlerin değerlendirmesini yapar mısınız?

Kutlu Doğum Haftası’nı idrak etmekteki gayemizin, Yüce Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirdiği yüce değerleri, evrensel prensipleri tüm insanlığa sunmak, bir barış ve hoşgörü ortamı oluşturmak olduğunu söylemiştik. Bu değerleri yalnızca Türk halkıyla paylaşmak elbette ki düşünülemezdi. Bu değerlerin dalga dalga tüm insanlığa yayılması, insanlığın kardeşlik duygularıyla bir sevgi etrafında toplanması, bir sevgi ve hoşgörü ortamının oluşturulması ana hedefimizdi. Bu amaçla faaliyetlerimizi kademeli bir şekilde ve imkânlarımız ölçüsünde yurtdışına taşımaya başladık. Örneğin geçen sene Almanya, Amerika, Avusturya, Azerbaycan, Belçika, Danimarka, İsveç, Kazakistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kırım, Makedonya, Nahçıvan ve Türkmenistan’da Kutlu Doğum Haftası kutlandı. Özellikle yıllarca esaret altında kalmış Türk cumhuriyetlerindeki soydaşlarımızın, Hz. Muhammed’in doğum gününü kutlarken duydukları sevinci gözlerinde görmek, o duyguyu onlarla paylaşmak bizleri heyecanlandırmış ve büyük bir mutluluk vermiştir.
Bu yıl da yurtdışındaki etkinliklerimiz yine ağırlıklı olarak devam edecektir. İmkânlarımız ölçüsünde bu yıl daha fazla ülkede bu Hafta’nın kutlanmasını plânlıyoruz:

Bu yılki Kutlu Doğum Haftası’nda ne gibi faaliyetler gerçekleştirilecektir? 

Bu yılki Kutlu Doğum Haftası programlarında yer alacak faaliyetleri başlıklar halinde şu şekilde sıralayabiliriz:
-"Üçüncü Bine Girerken Türkiye" konulu bir sempozyum yapılacaktır.
— Yine her yıl olduğu gibi bu yıl da "İslâmi Araştırmalar Ödülü" yarışması gerçekleştirilecektir.
— Türkiye genelinde "İslâm ve Çalışma" konusunda panel ve konferanslar düzenlenecektir.
— Yine bu yıl Üniversite gençliğinin katılacağı "Açık Oturum", lise gençliğinin katılacağı
"Münazara" ve bütün gençlerimizin katılabileceği "Şiir ve Müzik Şöleni" düzenlenecektir. Bu şölende gençlerin ilgi gösterdiği şairler şiir okuyacak, ses sanatçıları ve ozanlar da bestelerini
Seslendireceklerdir.
— Geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da Kutlu Doğum Haftası yurtdışında da çeşitli etkinliklerle kutlanacaktır. Bu sene Bakü, Osh ve Aşkabat’da mahallindeki ilahiyat fakültelerinin öğretim üyelerinden 3’er kişi, Üsküp, Bahçesaray, Kosova ve Kıbrıs’ta ise Türkiye’den gönderilecek 2’şer kişilik ekiplerce, Kazan’da ise Moskova Din Hizmetleri Müşaviri ve Türkiye’den gönderilecek bir temsilcinin katılımı ile panel ve konferanslar düzenlenecektir. Ayrıca Avrupa ülkelerinde Kutlu Doğum Haftası programları icra edilecektir.
— Çocuklara yönelik olarak, "Çocuk Şarkıları ve İlahileri Güfte Yarışması" başlattık. Bu yarışma gazete ilanlarıyla tüm yurda duyuruldu. Yarışma neticesinde çok güzel güftelerin
Çıkacağını ümit ediyoruz.
— Kur’an kurslarında eğitim gören öğrencileri araştırmaya teşvik etmek amacıyla "İslam ve Çalışma" konulu bir yazı yarışması düzenledik. Bu yarışma için Diyanet İşleri
Başkanlığımız ile işbirliği yapılarak Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Kur’an kurslarında eğitim gören öğrencilerin yarışmaya katılmaları teşvik edilecektir.
— İlköğretim çağındaki çocuklarımızın Kutlu Doğum Haftasına ilgilerinin çekilmesi ve çocuklarımızın dini duygularını şiirle ifade etmelerini temin amacıyla "İlköğretim Okulları Arası Dini Nitelikli Şiir Yarışması" düzenledik.
— Balkan, Kırım ve Kıbrıs Türkleri Arasında "Dini Muhtevalı Şiir" yarışması da bu yılki faaliyetlerimiz arasında yer almaktadır.
— Bu yılki sosyal faaliyetlerimiz arasında da Kutlu Doğum Aşı, Konserler ve Gül Günü’nü sayabiliriz.
Ben şimdiden tüm insanlığın Kutlu Doğum Haftası’nı tebrik ediyor, haftanın hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum. Bu vesileyle organizasyonda emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.
 

Kızılay Haftası

AÇIKLAMA -1-
Her yıl 29 Ekim - 4 Kasım tarihleri arasında Kızılay Haftası'nı kutlarız. Kızılay bir yardım kurumudur. Yardım insancıl bir duygudur. İnsanları yücelten bir düşüncedir. Bu düşüncenin yaygınlaşması, dünyamızı güzelleştirir. Barış içinde bir arada yaşamamızı sağlar. İnsanlar arasında birlik ve beraberlik duygularını geliştirir.
Kızılay Haftası'nda, Kızılay Derneğinin kuruluş amacı ve çalışmaları konusunda okulda, sınıfta konuşmalar yapılır, bilgiler verilir. Radyo ve televizyonda Kızılay ile ilgili programlar yayınlanır.
Felakete uğrayanlara din, dil, soy ayrımı yapmadan yardım edilmesi gerektiği görüşünü ilk olarak İsviçre'li bir yazar savundu. Tek tek yapılan yardımın yeterli olmadığı görüşünde birleşen Avrupalı devlet adamları İsviçre'nin Cenevre kentinde toplandılar. 1859 yılında İlk Yardım Derneği'ni kurdular. Bağımsız, yansız uluslararası bir kuruluş olan bu dernek daha sonra Kızılhaç adını aldı. Kızılhaç Derneği'nin kuruluşundan kısa bir süre sonra ülkemizde 1868 yılında Yaralı Askerlere Yardım Derneği kuruldu. Dernek bir süre sonra Hilal-i Ahmer adını aldı. Hilal ay, ahmer kırmızı demektir. Cumhuriyet döneminde derneğin adı bu anlamı açıklayıcı biçimde değiştirildi. Türkiye Kızılay Derneği oldu.


Kızılay; savaş, deprem, sel baskını, yangın, salgın hastalık gibi felakete uğrayanlara yardım eder. Depremden, selden, yangından zarar görenlerin yardımına koşar. Felakete uğrayanların barınmaları için çadır, battaniye yiyecek, giyecek dağıtır. Yaralananların iyileşmeleri için geçici hastaneler kurar. Savaşta yaralanan askerlerin iyileşmeleri için çaba gösterir. Onlara her tür yardımda bulunur.

Kızılay salgın hastalık durumlarında hastalara yardım eder. Aşevleri açar, aşevlerinde yoksul, kimsesiz, düşkün yurttaşlara yiyecek ve içecek verir.
Yurt içinde ya da yurt dışında deprem, sel baskını, savaş olur olmaz Kızılay depolarını açar, felaket bölgesine çadır, battaniye, giyecek, yiyecek, kan ve ilaç gönderir. Bu yardımların dağıtımını sağlar. Kızılay ülke içinde ve ülke dışında yaptığı bu yardımları ; üyelerin ödentileri, yardımseverlerin bağışları ve öğrencilerin satın aldıkları Kızılay pullarından elde ettiği gelirlerle karşılar.



Kızılay, hiç bir ayrım gözetmeksizin doğal yıkımlara uğrayanlara, savaş yaralılarına, düşkünlere, salgın hastalıklara yakalananlara, din, dil, ulus ayrımı yapmadan yardım elini uzatır. Kızılay gerektiğinde aynı amaçlı Kızılhaç, Kızılaslan, Güneş gibi yardım kuruluşları ile işbirliği yapar. Kızılay gençlik kampları, aşevleri, hastaneler, dispanserler, kan merkezleri gibi sağlık ve yardım kuruluşlarını çalıştırır.
Türkiye Kızılay Derneği'nin beyaz zemin üstünde kırmızı aydan oluşan bir bayrağı vardır. Kızılay bayrağındaki beyaz renk yaralı askerlerin gömleklerini, kırmızı ay ise kan izlerini simgelemektedir.

AÇIKLAMA -2-
Kızılay bir yardım kuruluşudur. Savaşta ve barışta halkın karagün dostudur. Savaşta yaralananlara, ölenlerin ailelerine yardıma koşar. Yaraları sarar. Her türlü yardımı yapar. Barışta yangın, sel, deprem felaketlerine uğrayanlara sıcak yardım elini uzatır. Fakirlere, düşkünlere, kimsesizlere yardım eder. Onlara yiyecek, giyecek, içecek, yakacak, çadır ve para yardımı yapar.


Kızılay'ın, halka yaptığı yardımlar, yine halkın bu kuruluşa yaptığı yardımlardan, bağışlardan oluşur. Durumu iyi olan her vatandaş, Kızılay'a yardım etmeli, bağışta bulunmalıdır. Hepimiz Kızılay'a yardım edelim. Kızılay pulu alalım. Kurban Bayramında kestiğimiz kurban derisini bu kuruluşa bağışlayalım. Kızılay'a yaptığımız yardım fakire, fukaraya, felakete uğrayanlara yapılmış sayılır. Biz de bir gün felakete uğrarsak, Kızılay bizim de yardımımıza koşar.

29 Ekim - 4 Kasım tarihleri arası Kızılay Haftası olarak kutlanır. Okullarda, radyo ve televizyonlarda, gazete ve dergilerde Kızılay'ın faydaları, amaçları anlatılır. Kızılay'la ilgili sergiler açılır. Çalışmalar halka gösterilir.
Kızılay'ın merkezi Ankara'dadır. Türkiye'nin her il ve ilçesinde şubesi vardır. Okullarda Kızılay Kolu kurulur ve çalışır. Öğrencilerin üye olduğu bu kol, Kızılay'a pul satarak yardım toplar.

KIZILAY'IN GÖREVLERİ VE ÇALIŞMALARI
  1. Doğa olaylarında zarar görenlere çadır, battaniye, giysi ve yiyecek yardımları yapar. Bunun için önceden bu maddeleri depo eder.
  2. Yoksul, kimsesiz ve düşkünler için aşevleri açar.
  3. Sağlık merkezleri kurar. Kurduğu kan bankası ile halkın yaptığı kan bağışlarını kabul eder, gereksinme duyanlara bu kanları verir.
  4. Hemşire yetiştirmek için okullar açar.
  5. Savaşta geçici sağlık merkezleri kurar.
  6. Gezici hastaneler kurar.

KIZILAY'IN GELİR KAYNAKLARI
  • Yardımsever yurttaşların bağışları,
  • Üyelerin ödentileri,
  • Kızılay pullarının satışından elde edilen gelirler,
  • Rozet dağıtımından sağlanan gelirler,
  • Devletin her yıl yaptığı yardımlar,
  • Gümrükte alıkonulan eşyaların satışından elde edilen gelirler,
  • Oyun kağıtlarının satışından elde edilen gelirler,
  • Kızılay aracılığı ile dışardan alınan ilaçların, röntgen filmlerinin satışından sağlanan gelirler,
  • Afyonkarahisar Maden Suyu'nun satışından sağlanan gelirler.

DEPREM VE KIZILAY
Depremin ne olduğunu biliyor musunuz ? Bilmiyorsanız sözlüğü açıp önce "D" harfini sonra deprem sözcüğünü bulur, karşısına yazılanları okursunuz.
Ayrıntılı bilgi edinmek istiyorsanız o zaman ansiklopediden deprem maddesini bulup okuyunuz. Ders kitaplarında da deprem ile ilgili geniş bilgiler vardır.
Sözlükler depremi ; yer kabuğunun derin katmanlarının kırılıp yer değiştirmesi ya da yanardağların püskürmesi yüzünden meydana gelen sarsıntıların yeryüzünden duyulması olayı olarak tanımlar.
Ben depremi kitaplardan, ansiklopedilerden önce, doğup büyüdüğüm Varto'da yaşayarak öğrendim.
Varto, Anadolumuzun doğusunda Muş ilinin küçük, şirin bir kasabasıdır. 1966 yılında sıcak bir ağustos günü arkadaşlarımla damlar üstünde oynuyordum. Büyükler tarlada, bahçede çalışıyorlardı. Kuşlar, meyve yüklü ağaç dallarında ötüşüyor, koyunlar, inekler düzlüklerde otluyordu. Her şey yerli yerinde ve çok güzeldi.
Nasıl oldu bilmiyorum. Birdenbire yer sarsılmaya başladı. Önce toprak çatladı. Sonra yarıldı. Evlerin çatıları çöktü. Ağaçlar birbirine yaklaşıp uzaklaşmaya başladı. Ortalığı toz duman kapladı. İnsanlar, hayvanlar ayakta duramıyor, yarılan toprak adeta onları yutuyordu. Toprak altında kalan, yıkılan evlerin duvarları arasına sıkışan insanların iniltileri geliyordu. Bütün canlılardan gelen çığlıklar yürekler acısıydı. Ben, artık bir taş yığını olmuş evimizin az ötesinde toprağa kapanmış acıyla, korkuyla, çevreme bakıyordum. Hiç unutamıyorum. Yirmi metre ötede bir adam çocuğunu kurtarmak için çırpınırken duvar altında kalarak öldü.
Bir anda Varto yerle bir oldu. Harabeye döndü. İnsanlar sevdiklerini yitirdiler, aç ve açıkta kaldılar. Az önce gülen, konuşan insanlar öldü. Depremden hemen sonra Türkiye radyoları yayınlarını kesti. Varto depremini bütün yurda duyurdu. İlk belirlemelere göre ölü sayısının yaklaşık üç bin olduğu bildirildi.
Çok geçmeden uzaktan ardı ardına kamyonlar görünmeye başladı. Taşıt araçlarında, beyaz üstünde kırmızı ay olan bayraklar vardı. Kızılay yardımı deprem bölgesine ulaşmıştı. Kızılay deprem bölgesine çadırlar, hastaneler kurdu. Yaralılar hastaneye yatırıldı. Doktorlar, hemşireler hastaların iyileşmesi için ellerinden geleni yapmaya başladılar. Açıkta kalan insanların barınmaları için çadırlar kuruldu. Battaniyeler dağıtıldı. Kurulan aş ocağından yemek verilmeye başlandı. Düzenli olarak yiyecek, giyecek dağıtımı yapılıyordu. Aç ve açıkta kalan bütün yurttaşların gereksinmeleri karşılandı. Yaralar sarıldı. İlaçlar verildi. Acılar bir ölçüde azaltıldı.
Depremden bu yana yıllar geçti..
Ne depremi, ne deprem bölgesinde Kızılay'ın çalışmalarını, ne de yardımlarını unutabildim.
Çiğdem ARDA

Kızılay Haftası

AÇIKLAMA -1-
Her yıl 29 Ekim - 4 Kasım tarihleri arasında Kızılay Haftası'nı kutlarız. Kızılay bir yardım kurumudur. Yardım insancıl bir duygudur. İnsanları yücelten bir düşüncedir. Bu düşüncenin yaygınlaşması, dünyamızı güzelleştirir. Barış içinde bir arada yaşamamızı sağlar. İnsanlar arasında birlik ve beraberlik duygularını geliştirir.
Kızılay Haftası'nda, Kızılay Derneğinin kuruluş amacı ve çalışmaları konusunda okulda, sınıfta konuşmalar yapılır, bilgiler verilir. Radyo ve televizyonda Kızılay ile ilgili programlar yayınlanır.
Felakete uğrayanlara din, dil, soy ayrımı yapmadan yardım edilmesi gerektiği görüşünü ilk olarak İsviçre'li bir yazar savundu. Tek tek yapılan yardımın yeterli olmadığı görüşünde birleşen Avrupalı devlet adamları İsviçre'nin Cenevre kentinde toplandılar. 1859 yılında İlk Yardım Derneği'ni kurdular. Bağımsız, yansız uluslararası bir kuruluş olan bu dernek daha sonra Kızılhaç adını aldı. Kızılhaç Derneği'nin kuruluşundan kısa bir süre sonra ülkemizde 1868 yılında Yaralı Askerlere Yardım Derneği kuruldu. Dernek bir süre sonra Hilal-i Ahmer adını aldı. Hilal ay, ahmer kırmızı demektir. Cumhuriyet döneminde derneğin adı bu anlamı açıklayıcı biçimde değiştirildi. Türkiye Kızılay Derneği oldu.

Kızılay; savaş, deprem, sel baskını, yangın, salgın hastalık gibi felakete uğrayanlara yardım eder. Depremden, selden, yangından zarar görenlerin yardımına koşar. Felakete uğrayanların barınmaları için çadır, battaniye yiyecek, giyecek dağıtır. Yaralananların iyileşmeleri için geçici hastaneler kurar. Savaşta yaralanan askerlerin iyileşmeleri için çaba gösterir. Onlara her tür yardımda bulunur.

Kızılay salgın hastalık durumlarında hastalara yardım eder. Aşevleri açar, aşevlerinde yoksul, kimsesiz, düşkün yurttaşlara yiyecek ve içecek verir.
Yurt içinde ya da yurt dışında deprem, sel baskını, savaş olur olmaz Kızılay depolarını açar, felaket bölgesine çadır, battaniye, giyecek, yiyecek, kan ve ilaç gönderir. Bu yardımların dağıtımını sağlar. Kızılay ülke içinde ve ülke dışında yaptığı bu yardımları ; üyelerin ödentileri, yardımseverlerin bağışları ve öğrencilerin satın aldıkları Kızılay pullarından elde ettiği gelirlerle karşılar.


Kızılay, hiç bir ayrım gözetmeksizin doğal yıkımlara uğrayanlara, savaş yaralılarına, düşkünlere, salgın hastalıklara yakalananlara, din, dil, ulus ayrımı yapmadan yardım elini uzatır. Kızılay gerektiğinde aynı amaçlı Kızılhaç, Kızılaslan, Güneş gibi yardım kuruluşları ile işbirliği yapar. Kızılay gençlik kampları, aşevleri, hastaneler, dispanserler, kan merkezleri gibi sağlık ve yardım kuruluşlarını çalıştırır.
Türkiye Kızılay Derneği'nin beyaz zemin üstünde kırmızı aydan oluşan bir bayrağı vardır. Kızılay bayrağındaki beyaz renk yaralı askerlerin gömleklerini, kırmızı ay ise kan izlerini simgelemektedir.

AÇIKLAMA -2-
Kızılay bir yardım kuruluşudur. Savaşta ve barışta halkın karagün dostudur. Savaşta yaralananlara, ölenlerin ailelerine yardıma koşar. Yaraları sarar. Her türlü yardımı yapar. Barışta yangın, sel, deprem felaketlerine uğrayanlara sıcak yardım elini uzatır. Fakirlere, düşkünlere, kimsesizlere yardım eder. Onlara yiyecek, giyecek, içecek, yakacak, çadır ve para yardımı yapar.

Kızılay'ın, halka yaptığı yardımlar, yine halkın bu kuruluşa yaptığı yardımlardan, bağışlardan oluşur. Durumu iyi olan her vatandaş, Kızılay'a yardım etmeli, bağışta bulunmalıdır. Hepimiz Kızılay'a yardım edelim. Kızılay pulu alalım. Kurban Bayramında kestiğimiz kurban derisini bu kuruluşa bağışlayalım. Kızılay'a yaptığımız yardım fakire, fukaraya, felakete uğrayanlara yapılmış sayılır. Biz de bir gün felakete uğrarsak, Kızılay bizim de yardımımıza koşar.

29 Ekim - 4 Kasım tarihleri arası Kızılay Haftası olarak kutlanır. Okullarda, radyo ve televizyonlarda, gazete ve dergilerde Kızılay'ın faydaları, amaçları anlatılır. Kızılay'la ilgili sergiler açılır. Çalışmalar halka gösterilir.
Kızılay'ın merkezi Ankara'dadır. Türkiye'nin her il ve ilçesinde şubesi vardır. Okullarda Kızılay Kolu kurulur ve çalışır. Öğrencilerin üye olduğu bu kol, Kızılay'a pul satarak yardım toplar.

KIZILAY'IN GÖREVLERİ VE ÇALIŞMALARI
  1. Doğa olaylarında zarar görenlere çadır, battaniye, giysi ve yiyecek yardımları yapar. Bunun için önceden bu maddeleri depo eder.
  2. Yoksul, kimsesiz ve düşkünler için aşevleri açar.
  3. Sağlık merkezleri kurar. Kurduğu kan bankası ile halkın yaptığı kan bağışlarını kabul eder, gereksinme duyanlara bu kanları verir.
  4. Hemşire yetiştirmek için okullar açar.
  5. Savaşta geçici sağlık merkezleri kurar.
  6. Gezici hastaneler kurar.

KIZILAY'IN GELİR KAYNAKLARI
  • Yardımsever yurttaşların bağışları,
  • Üyelerin ödentileri,
  • Kızılay pullarının satışından elde edilen gelirler,
  • Rozet dağıtımından sağlanan gelirler,
  • Devletin her yıl yaptığı yardımlar,
  • Gümrükte alıkonulan eşyaların satışından elde edilen gelirler,
  • Oyun kağıtlarının satışından elde edilen gelirler,
  • Kızılay aracılığı ile dışardan alınan ilaçların, röntgen filmlerinin satışından sağlanan gelirler,
  • Afyonkarahisar Maden Suyu'nun satışından sağlanan gelirler.

DEPREM VE KIZILAY
Depremin ne olduğunu biliyor musunuz ? Bilmiyorsanız sözlüğü açıp önce "D" harfini sonra deprem sözcüğünü bulur, karşısına yazılanları okursunuz.
Ayrıntılı bilgi edinmek istiyorsanız o zaman ansiklopediden deprem maddesini bulup okuyunuz. Ders kitaplarında da deprem ile ilgili geniş bilgiler vardır.
Sözlükler depremi ; yer kabuğunun derin katmanlarının kırılıp yer değiştirmesi ya da yanardağların püskürmesi yüzünden meydana gelen sarsıntıların yeryüzünden duyulması olayı olarak tanımlar.
Ben depremi kitaplardan, ansiklopedilerden önce, doğup büyüdüğüm Varto'da yaşayarak öğrendim.
Varto, Anadolumuzun doğusunda Muş ilinin küçük, şirin bir kasabasıdır. 1966 yılında sıcak bir ağustos günü arkadaşlarımla damlar üstünde oynuyordum. Büyükler tarlada, bahçede çalışıyorlardı. Kuşlar, meyve yüklü ağaç dallarında ötüşüyor, koyunlar, inekler düzlüklerde otluyordu. Her şey yerli yerinde ve çok güzeldi.
Nasıl oldu bilmiyorum. Birdenbire yer sarsılmaya başladı. Önce toprak çatladı. Sonra yarıldı. Evlerin çatıları çöktü. Ağaçlar birbirine yaklaşıp uzaklaşmaya başladı. Ortalığı toz duman kapladı. İnsanlar, hayvanlar ayakta duramıyor, yarılan toprak adeta onları yutuyordu. Toprak altında kalan, yıkılan evlerin duvarları arasına sıkışan insanların iniltileri geliyordu. Bütün canlılardan gelen çığlıklar yürekler acısıydı. Ben, artık bir taş yığını olmuş evimizin az ötesinde toprağa kapanmış acıyla, korkuyla, çevreme bakıyordum. Hiç unutamıyorum. Yirmi metre ötede bir adam çocuğunu kurtarmak için çırpınırken duvar altında kalarak öldü.
Bir anda Varto yerle bir oldu. Harabeye döndü. İnsanlar sevdiklerini yitirdiler, aç ve açıkta kaldılar. Az önce gülen, konuşan insanlar öldü. Depremden hemen sonra Türkiye radyoları yayınlarını kesti. Varto depremini bütün yurda duyurdu. İlk belirlemelere göre ölü sayısının yaklaşık üç bin olduğu bildirildi.
Çok geçmeden uzaktan ardı ardına kamyonlar görünmeye başladı. Taşıt araçlarında, beyaz üstünde kırmızı ay olan bayraklar vardı. Kızılay yardımı deprem bölgesine ulaşmıştı. Kızılay deprem bölgesine çadırlar, hastaneler kurdu. Yaralılar hastaneye yatırıldı. Doktorlar, hemşireler hastaların iyileşmesi için ellerinden geleni yapmaya başladılar. Açıkta kalan insanların barınmaları için çadırlar kuruldu. Battaniyeler dağıtıldı. Kurulan aş ocağından yemek verilmeye başlandı. Düzenli olarak yiyecek, giyecek dağıtımı yapılıyordu. Aç ve açıkta kalan bütün yurttaşların gereksinmeleri karşılandı. Yaralar sarıldı. İlaçlar verildi. Acılar bir ölçüde azaltıldı.
Depremden bu yana yıllar geçti..
Ne depremi, ne deprem bölgesinde Kızılay'ın çalışmalarını, ne de yardımlarını unutabildim.
Çiğdem ARDA