Belirli gün ve haftalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Belirli gün ve haftalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Veremle Savaş Haftası

İnsanların sağlığı için en tehlikeli hastalıklardan biri de veremdir. Verem hastalığına halk arasındaince hastalık, tıp dilinde tüberküloz denir. Bulaşıcı bir hastalık olan verem mikrobunu Robert Koch adında bir Alman doktoru bulmuştur. Onun için verem mikrobuna Koch Basili denir.
Bu mikrop insan vücuduna solunum ve sindirim yoluyla girer. Çabuk fark edilip önlem alınmazsa vücudu kemirir, zayıflatır. Ölüme neden olur.

Mikroplar hangi organa yerleşirse hastalık o organın adı ile anılır. Akciğer veremi, kemik veremi, gırtlak veremi, deri veremi, ilik veremi.. gibi.
Verem, insandan insana, hayvandan insana geçer. En yaygın olanı akciğer veremidir. Tıp bilimi ilerledikçe verem mikrobunu yok edici ilaçlar yapıldı. İnsanları bu hastalıktan korumak için aşılar bulundu. Verem aşısına B.C.G. aşısı denir.

Verem aşısı ülkemizde ilk kez 22 Aralık 1952 tarihinde yapılmaya başlanmıştır. Bu aşıyı sağlık kuruluşlarında bütün insanlar ücretsiz olarak yaptırabilir. Zaman zaman kent, kasaba ve köylerde B.C.G. aşı kampanyaları açılır, aşı yapılır. Bu aşı okullarda öğrencilere de uygulanır.
B.C.G. aşısı yapıldığında verem mikropları vücudumuza girse de bizi hasta etmezler. Son yıllarda verem hastalığı ile yapılan savaş başarıya ulaşmış, hastalık önemli ölçüde azalmıştır.
Yurdumuzda veremle savaşmak, kişilerin vereme yakalanmasını önlemek, hasta olanları sağlığa kavuşturmak amacı ile Verem Savaş Dernekleri kurulmuştur..verem Savaş Dernekleri; halkı verem tehlikesine karşı uyarır. Onları bu konuda aydınlatır. Hastalanmamak içi neler yapılması, nelerin yapılmaması konusunda bilgi verir.
Veremli hastaların sanatoryum denilen verem hastanelerinde iyileştirilmelerini sağlar. Ayrıca zayıf yapılı, kolaylıkla vereme yakalanabilir kişilerin prevantoryum denilen dinlenme yerlerinde bakımlarına yardımcı olur.

VEREMDEN KORUNMAK İÇİN ALINACAK ÖNLEMLER
  1. Havasız yerlerde kalmamalıyız.
  2. Dengeli beslenmeliyiz.
  3. B.C.G. verem aşısını yaptırmalıyız.
  4. Veremli hastaların eşyalarını kullanmamalıyız.
  5. Veremli hastanın tabağından yemek yememeli, bardağından su içmemeli, kaşık ve çatallarını kullanmamalıyız.
  6. Öksüren, hapşıran insanlardan uzak durmalıyız.
  7. Açık ve temiz havada dolaşmalıyız.

VEREM HASTALIĞININ BELİRTİLERİ
  1. Geceleri terleme ve hafif ateşlenme,
  2. Kesik kesik öksürükler,
  3. Halsizlik ve devamlı yorgunluk hali.
  4. İsteksizlik
  5. İnsan vücudunda zayıflama belirir. Zayıflama ilk iki ay içerisinde yavaş, sonraki aylarda daha hızlı görülür.

VEREM AŞISINI BULAN (Robert Koch)
Robert Koch 1843 Aralığında Orta Almanya’nın bir köyünde doğdu. Bu dağ köyünde çocuklar oyun oynamak için kalabalık gruplar meydana getirirlerdi. Bir madencinin oğlu olan Koch da bunlarda biriydi, fakat bu çocuk bütün arkadaşları gibi gruplar içinde oynamanın yanı sıra sık sık yalnız başına kalıp çevresini incelemekten çok hoşlanırdı. Robert Koch çiçeklerin, böceklerin adlarını öğreniyor, kelebekleri inceliyor ve bu hayvanları hareket ettiren gücü araştırıyordu. Bir hamam böceği nefes alıp verebiliyor muydu ? Yüreği var mıydı ? Küçük Koch gelecekte bunları öğrenmeyi kafasına koymuştu.
İlk, orta öğrenimini başarıyla tamamladıktan sonra Tıp Fakültesine yazıldı. Ciddiliği ve çalışmasıyla dikkati çekiyor, eğlenceye hiç zaman ayırmayarak durmadan okuyor ve sistemli bir şekilde araştırıyordu. 1862’de Tıp Fakültesini başarıyla bitirerek Hamburg Hastanesi doktor yardımcılıklarından birine atandı.
Sabırlı, çalışkan bir kişi olan Doktor Koch, çevresindeki insanların kendisine üstün bir değer verdiklerini görüyor ve bu saygıyı kötüye kullanmayarak tükenmez bir çabayla araştırmalarına devam ediyordu. İnsanların hastalıkların pençesine düşmelerinden, birden bire sararıp solarak mum gibi eriyip gitmelerinden hayrete düşüyor, bunun nedenlerini öğrenmek istiyordu.
Bu soruların cevaplarının laboratuarındaki mikroskopta gizli olduğunu biliyordu. 1880 yılında Berlin Sağlık Kurulu’na atandı. Bu atama onun araştırmalarını genişletmesine yaradı. Gerçekten de işe başladıktan iki yıl sonra verem hastalığıyla ilgili ilk önemli araştırması yayınlandı.
1882 yılında bir gece hasta bir akciğer parçacığının dokuları içinde boyama usulüyle kahverengine boyanmış bir çok canlının kıpırdadığını gördü. İşte bunlar insanların bela olan verem hastalığının mikrobuydu.
Bu önemli buluş bütün dünya bili alanında büyük bir ilgiyle karşılandı ve büyük yankılar uyandırdı. Bu arada bir çok bilgin ve doktorla birlikte Hindistan, Afrika ve Japonya’ya geziye çıkan Koch, uyku hastalığı, malarya, tifüs gibi hastalıklar üzerinde incelemeler yaptı. Kolera hastalığını meydana getiren vibrion basilini buldu. Bütün bu keşiflerinden ötürü de 1905 Nobel ödülünü kazandı.
Yaşadığı sürece tıp konusundaki araştırmalarıyla insanlığa hizmet eden, bir çok eser yayımlayan Dr. Koch, 67 yaşındayken 1910 yılında kalp yetersizliğinden öldü.

Vakıflar Haftası

AÇIKLAMA -1-
Bir hizmetin sürüp gidebilmesi için, kişilerin kendi istekleriyle bağışladıkları para ve mülklere “ Vakıf” denir. Bağışlanan mülklerin, eserlerin geleceğe sağlıklı kalabilmeleri korunmalarına bağlıdır. Geçmişin geleceğe taşınması ve yaşatılması vakıfların görevi arasındadır.
İnsanlar arasında sosyal dayanışmanın sağlanması, yardımlaşmak, birbirine destek olmak, acı ve mutlu günleri paylaşmak, sevgi ve saygı tohumlarını atabilmek için fertler arasındaki ilişkilerin iyi olması gerekir.
Vakfın tarihçesi çok eskilere dayanır. Dinimiz yardımlaşmayı ve ihtiyacı olanlara destek olmayı dini temeli saymıştır. Vakıflar Osmanlılar zamanında daha da yaygınlaşmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da etkinliğini aynı ölçüde sürdürmüştür. 5 Haziran 1935’te çıkan bir kanunla “Vakıflar Genel Müdürlüğü” kuruldu. Ülkemizdeki vakıfların hepsinin yönetimi, bu teşkilata verildi.
Vakıflar eğitime, öğretime, belediyelere, sağlık işlerine, yoksullara hizmet ederler. Vakıf tarafından yardım alan kişilerin adları, kurum tarafından açıklanmaz.
Ülkemizin sosyal, ekonomik, kültürel ve yurt savunmasında vakıfların yardımlar büyüktür. Bu kadar güzel bir hizmetin sürekliliğini sağlamak hepimizin görevidir. Vakıflara yardım ederek gelirlerini çoğaltmak ve çalışmalarını desteklememiz gerekir.
Vakıfların toplumsal yaşamımızdaki hizmetlerini şöyle sıralayabiliriz:
  1. Dini hizmetler
  2. Sağlık hizmetleri
  3. Eğitim ve öğretim hizmetleri
  4. Aş evi hizmetleri
  5. Sosyal hizmetler
  6. Sanat ve kültür hizmetleri
  7. Para yardımı
  8. Milli savunma hizmetleri
  9. İktisadi hizmetler
  10. Ulaştırma hizmeti
  11. Spor hizmetleri
İnsanlardaki yardım duygusunu geliştirmek, dayanışmanın önemini anlatmak ve insanların gönül zenginliğine ulaşmasına yardımcı olmak amacı ile her yıl Mayıs Ayının 2. Pazartesi günüyle başlayan hafta “Vakıf Haftası” kutlanmaktadır.

AÇIKLAMA -2-
Bir hizmetin gelecekte de hizmet olarak devamını sağlamak amacıyla kendi istekleri ile resmi yollarla bağışlanan mülk ve paralara vakıf denir. Türk toplumunda vakıfların çok eski bir geçmişi vardır. Eskiden bağışlanan hanlar, hamamlar, yapılan köprüler, çeşmeler, okullar ve camiler buna örnek olarak verilebilir. Bağışlanan bu eserlerin geleceğe sağlıklı kalabilmeleri korunmalarına bağlıdır. Geçmişin gelecekte yaşatılması da vakıfların görevleri arasındadır.
Bu eserlerin korunması ve verilen hizmetin devamını sağlamak için Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Bütün bu eserler, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarılır, kiraya verilir, gelirleri toplanır. Toplanan bu gelirler eserlerin korunması, kimsesizlere yardım ve çalışanların maaş alacakları olarak harcanır. Türkiye’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün malı olan bir çok dükkan ve iş yeri bulunmaktadır.
Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağlı vakıf eserleri sayısı 7500 civarındadır. Vakıflar Genel Müdürlüğü bu gelirler dışında devlet tarafından da desteklenmektedir. Bunun için her yıl bütçeden belirli bir miktarda ödenek ayrılmaktadır.
Vakıflara bağlı öğrenci yurtlarında öğrencilerin barınma, yiyecek ve giyecek ihtiyaçları karşılık beklemeden sağlanır. Düşkümler ve yoksullar için aş evleri açıp onların daha sağlıklı yaşamalarına katkıda bulunulur. Sağlık hizmetleri veren vakıflar da aynı hizmetleri insanlara sunarlar. Vakıflar Genel Müdürlüğü ve vakıfların hizmetlerini anlatmak amacıyla her yıl 3 – 9 Aralık tarihleri arasında Vakıflar Haftası kutlanır. Hafta boyunca vakıfların çalışmaları hakkında bilgi verilir. Radyo ve televizyonlarda, okullarda konu ile ilgili konuşmalar yapılır. Okullarda vakıf eserlerini tanıtıcı duvar gazeteleri düzenlenir. Gidilebilecek vakıflar ve vakıf eserlerine geziler düzenlenir.
Tarihin izlerinin yaşandığı bu eserlere sahip çıkalım. Yaşamaları için yardım edelim. Vakıf eserlerini korumak için yardımcı olalım. Hayırlı iş yapmanın en emin yolu vakıflara yapılan bağışlardır.
Mehmetçik Vakfı, Milli Eğitim Vakfı, Kalp Vakfı gibi vakıflar kendi alanları ile ilgili hizmet vermektedirler.

Tutum Yatırım Haftası

İnsanların parasını, malını eşyalarını, zamanını ve sağlığını gerektirdiği gibi korumak ve kullanmasına tutumlu olmak denir. Tutumluluk hiçbir zaman cimrilik demek değildir.
Tutumlu insan eşyasını, malını düzenli ve temiz kullanır. Zamanını boşuna harcamaz. Kendisine ve çevresine yararlı işlerle geçirir gününü. Böylece kötü alışkanlıklardan da kurtulur. Mutlu ve güvenli olur.

İnsanlara insan oldukları için sahip olmaları gereken bir takım hakların bulunduğu fikri ilk kez İngiltere’den ortaya atıldı.19. Yüzyılda Amerika ve diğer bir çok ülkelere yayılan bu fikir akımından sonra 1789 Fransız İhtilali Avrupa’da insan haklarının kabul edilmesini ve uygulanmasını sağlamıştır.
Amerikan Cumhurbaşkanı Roosvelt ile İngiliz Başkanı Churcill tarafından imzalanıp duyurulan Atlantik Beyannamesinde insan hakları genişletildi. Bu beyannamede insanlara millet, inanç, ırk ayırımı gözetmeksizin herkes için eşit haklar konmuş ve yasaların korumasına verilmiştir.
Yalnızca kendimize ait olanı değil, elektriği, suyu, yiyecekleri, okulda kullanılan eşyaları, bize ait olmayan eşyaları kendimizinmiş gibi özenle korumalıyız. Topluma ve arkadaşlarımıza ait olan eşyalara zarar vermemeliyiz.
Tutum ve yatırım, ülkeler için de önemli bir konudur. Çünkü devletler de gelirleriyle giderlerini dengelemek zorundadır. Bir devlet eğer gelir ve giderlerini iyi ayarlarsa; gelir kaynaklarını iyi yatırımlarda kullanırsa kalkınır, zenginleşir ve hiçbir devlete bağımlı kalmaz.
Yurdumuz cumhuriyet döneminde yeni savaştan çıkmış bir ülke idi. Yurdumuzun her köşesi çok büyük zararlar görmüştü. Ellerinde bir şeyleri kalmayan halk yoksulluk içerisinde kıvranıyordu. Atatürk bu duruma çok üzülüyor ve bu durumdaki halka bir şeyler vermek istiyordu.
Atatürk 1923 yılında İzmir İktisat Kongresini topladı. Bu kongrede yurdun bağımsızlığının korunması, yerli mallar üretilmesi ve kullanılması kararlaştırıldı. Dönemin başbakanı İsmet İnönü 12 Aralık 1929 tarihinde T.B.M.M.’de bir konuşma yaptı. Konuşmasında ulusal ekonomi, yerli malı ve tutumlu olma konularını anlattı.
12 Aralığı kapsayan hafta “Tutum Yatırım ve Türk Malları Haftası” olarak kutlanmaktadır. Cumhuriyet döneminde temelleri atılan kendi kendine yeter bir toplum olmadaki ilk adım bugün de devam etmektedir.
Tutum ve yatırım alışkanlığı küçük yaşlarda kazanılır. Ders araçlarını, giysilerini, harçlığını tutumlu kullanan çocuk bu güzel alışkanlığı büyüyünce de devam ettirir. Küçükken boşa akan su musluğu, gereksiz yanan lambayı kapatan çocuk bu güzel alışkanlığı büyüyünce de devam ettirir. Okul çağlarında zamanı iyi değerlendirme alışkanlığı kazanan insan bu huyundan vazgeçmez. O nedenle çocukları küçük yaşlarda tutumlu olmaya özendirmeliyiz.
Tasarruf yapmak, milli kaynakların işletilmesi, yerli fabrikalar kurulması, paranın dış ülkelere gitmesini önlemek, temel tüketim maddelerini öz kaynaklardan karşılamak, ekonomimizi geliştirmek bu haftanın belli başlı amaçları içindedir.
Okullarımızda 12 – 18 Aralık tarihleri arasında kutlanan bu haftada tutum, yatırım ve Türk malları hakkında bilgi verilir. Şiirler okunur, konuşmalar yapılır, skeçler ve oyunlar oynanır. Yerli mallarımız tanıtılmaya çalışılır.

Türk Standartları Haftası

Türk Standartlar Enstitüsünün 19.8.1993 tarihli teklifi üzerine. Millî Eğitim Bakanlığınca her yıl ekim ayının üçüncü haftası. Standartlar Haftası olarak kutlanması kabul edilmiştir.
Bu hafta da;
Türk Standartlar Enstitüsünün kuruluş amaçları ve görevleri, 
Standardın ne olduğu ve yararları, 
Tüketicinin korunması ve sağladığı yararları, 
TSE ve kalite konuları hakkında öğrencilere bilgi verilir 
Radyo ve televizyonlarda Türk Standartları Enstitüsü hakkında halk bilgilendirilir. 
Hatalı ve bozuk mal alındığında ne yapılması gerektiği açıklanır. 
Aldatıcı ve haksız reklâmların zararları anlatılır. 
TSE damgası ve garanti belgesinin önemi açıklanır

TÜKETİCİYİ KORUMA HAFTASI

Belirli bir hizmetin, ihtiyaçları karşılayacak üretimin, ekonomiye ve teknik amaçlara uygun ölçüde üretmek için; özelliklerini belirleme ve tek biçime sokma işlemine "Standardizasyon" denir.

Standardizasyon çalışmaları sonucu ortaya çıkan; belge, doküman veya esere "Standard" adı verilmektedir.

Ülkemizde standardizasyon çalışmaları 1930 yılında başlamış, 1936'da "Standardizasyon dairesi", 1954'de de "Türk Standartları Enstitüsü" kurulmuştur. 18 Aralık 1960 yılında yürürlüğe giren bir yasa ile TSE yeniden oluşturulur ve 16 Mayıs 1985 tarihli 3205 sayılı yasa ile TSE Kurumu bugünkü yapışma kavuşturulur. TSE'nin görevi; her türlü standardizasyonu hazırlamak ya da hazırlatarak, uygun bulduklarım Türk Standartları olarak kabul etmektir.

Standardizasyonun amaçları:

1. Üretimde ve malların değişiminde işgücü, malzeme, güç kaynağı vb. faktörlerde en yüksek düzeyde tasarruf sağlamak.
2. Tatmin edici mal ve hizmet üretimini sağlayarak tüketici çıkarlarım gözetmek.
3. İnsan yaşamının sağlık ve güvenliğini korumak.
4. İlgili grupların, birbirleriyle olan bilgi alışverişini ve anlaşmalarım kolaylaştırmak.

İyi bir tüketici satın aldığı ürünün. TSE veya TSEK markalı yani, Türk Standartlar Enstitüsü Kurumu işareti olmasına dikkat etmelidir.

Ülkemizi gelecekte yönetecek olan çocuklarımızın ve gençlerimizin kalite ve standardizasyon bilinç ve kültürünün oluşması için; Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu'nun aldığı kararla; ilköğretim, lise ve dengi okullarda "Tüketicinin Korunması Kolunun” her yılın "Ekim ayının 3. haftasının "Standartlar Haftası" olarak kutlanmasını, orta öğretim kurumlarının öğretim programlarına "Standardizasyon ve Kalite -1" dersinin seçmeli ders olarak alınması uygun görülmüştür.

Tüketicileri korumak için, Dernek ve Vakıf şeklinde sivil toplum örgütle-ri kurulmuştur. Bu kuruluşlar alışverişlerinde insanları aydınlatmakta ve tüketici haklarım korumaktadırlar.

Türk Dil Bayramı

İstanbul’da Dolmabahçe Sarayında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayının açılış günü olan 26 Eylül, Dil Bayramı olarak kutlanmaktadır.

Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli kültür kurumlarından biri olan Türk Dil Kurumu 69 yıl önce, 12 Temmuz 1932’de kurulmuştu. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde dil ve tarih, Atatürk’ün en çok önem verdiği olgulardı. Önce 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kuruldu. Uluslaşmanın en önemli temellerinden bir diğeri de dil idi. Bunun bilincinde olan ulu önder Atatürk, 11 Temmuz 1932 gecesi sofrasında bulunanlara “Dil işlerini düşünmek zamanı gelmiştir. Ne dersiniz?” diye sorar. Oradakilerin bu düşünceye katılması üzerine “Öyle ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş bir dil cemiyeti kuralım. Adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun.” diyerek Türk Dil Kurumunun temellerini atar. Ertesi gün Samih Rifat, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri İçişleri Bakanlığına başvururlar. Sonradan adı Türk Dil Kurumuna çevrilecek olan Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulur. 

Cemiyetin kuruluşuyla birlikte başlayan çalışmalar sürerken, Türk Dil Kurultayının hazırlıkları da başlamıştır. Bu coşku ve heyecan içerisinde Türk Dil Kurultayı toplanır. Kurultaya çok sayıda bilim adamı, gazeteci, yazar, devlet adamı ve sanatçı katılır. Atatürk, Kurultayı baştan sona kadar izlemiştir. Türkçenin gelişmesi, özleşmesi, zenginleşmesi yolunda Türk Dil Kurultaylarının çok önemli yeri vardır.

Türk Büyükleri Günü

Sinan, Türk mimarlık sanatının en büyük ustalarından biridir. Yurdumuz onun ölümsüz yapıtları ile doludur. Sinan'ın eserleri bugün bile görenleri hayran bırakmaktadır. Eserlerinde incelik, sağlamlık ve güzellik göze çarpar.
 

Sinan'ın eserleri gün görmüş, hoş görülü bilge kişiler gibidir. Yüzyıllar ötesinden sabırlı, ağırbaşlı, eşsiz güzellikle­ri ile bize bakarlar. Yeryüzünde bu duyguyu veren az sayıda sanat yapıtı vardır. Dünyanın öbür köşelerinden Sinan'ın eserlerini yakından görmek için her yıl yurdumuza binlerce turist gelir. Beğeni, şaşkınlık, güzel bir sanat yapıtı karşısında duyulan coşku ile izlenen yapıtları övünç kaynağımızdır.
Sanat anlayışında meydana gelen değişikliklere rağmen O'nun eseri, değerini korumaktadır. Kötü doğa koşulları, yağmurlar, rüzgarlar, seller, depremler bu eserlerin güzelliğini, sağlamlığını, inceliğini bozamamıştır. Sinan'ın büyüklüğü, yapılarının ölmezliği, buradan gelmektedir.
Türkler güzel sanatların, mimari, süslemecilik, oymacılık ve yazı (hat) dallarında eşsiz eserler ortaya koymuştur. Bütün dünyanın beğenisini kazanan bu yapıtlar müzelerimizin en değerli hazinesidir.

Mimarlık alanındaki yapıtlarıyla kendini dünyaya kabul ettiren Mimar Sinan bazı kaynaklara göre 29 Mayıs 1490 günü Kayseri'nin Kesi bucağına bağlı Ağırnas köyünde doğmuş. Çocukluğunda arkadaşları bilinen oyunları oynarken O; bahçelere, bağlara su yolları, köprüler, topraktan kaleler, evler yapardı.

Yaşadığı devirde Anadolu'nun genç ve sağlıklı çocukları köylerinden, yurtlarından devşirilir, saraya getirilirdi. Eğitimlerine özen gösterilen bu çocuklar, sonradan yeniçeri olarak veya devletin öteki işlerinde görevlendirilirdi.
Sinan, Yavuz Sultan Selim zamanında devşirilerek İstanbul'a getirildi. Sarayda acemi oğlanlar okuluna verildi. Bu okulda okuma yazmanın yanı sıra uygulamalı sanatlar da öğretiliyordu. Sinan marangozluğu seçti. Ünlü ustaların yanında cami, han, çeşme ve hamamların yapımında çırak olarak çalıştı. Sonra askeri mimar olarak görev yaptı. 1535'te Osmanlı ordusunun İran seferi sırasında Van'ı almaya giden askerler arasında Sinan'da vardı. Van Gölü kıyısında askerlerin karşıya geçmesi için gemi yapılması gerekti. Bu iş Sinan tarafından gerçekleştirildi. Barbaros Hayrettin Paşa ile İtalya sahillerini dolaştı, bu arada Bağdat seferine katıldı. Savaşta köprüler yaparak orduya zafer yollarını açtı.

Sefer dönüşü Sinan tümüyle mimarlık mesleğine girdi. Mimar Hasekisi sanını aldı. 1538'de saraya mimarbaşı oldu.
O yıllarda Osmanlılar; dünyanın büyük bir bölümüne egemendi. Sinan İstanbul'da Bizans mimari eserlerini inceledi. Yavuz Selim'in doğu seferlerine, Kanunî Sultan Süleyman'ın batı seferlerine katıldı. Dünyanın ünlü mimarî yapıtlarını yakından gördü, onları incelemek fırsatını buldu. Hiç bir zaman gördüklerini taklit etmedi.
Sinan'ın bilinen 315 eseri vardır, bunun 73'ü cami, 49'u mescit, 50'si medrese, 7'si kitaplık, 17'si imaret, 6'sı hastane, 7'si su kemeri, 7'si köprü, 18'i kervansaray, 5'i buğday deposu, 31'i hamam, 18'i türbedir.
İlk eseri Kanunî Sultan Süleyman'ın oğlu Şehzade Mehmet adına 1543 yılında yaptığı Şehzade Camii'dir. Cami 1548 yılında bitti.
Sinan'ın yapıtlarında, durmadan kendini aşma, daha iyiye, daha güzele varma çabası görülür. En büyük amacı «işte bu yaptığım eser en iyisi» diyebilmekti. Fakat arka arkaya yarattığı eserlerden sonra en görkemlisi olan Edirne'deki Selimiye Camii için bile «İşte en iyisi» diyemedi. En iyiye, en güzele ulaşmak için hep çalıştı. Bütün yapıtları birbirini aşan birer sanat anıtıdır. Kendi anlatımına göre, sanat yaşamını üç bölüme ayırır. Buna göre Sinan; Şehzade Camisini çıraklık, Süleymaniye Camiini kalfalık, Selimiye Camiini de ustalık devrinin eserleri olarak nitelendirir.

O devirde saray baş mimarinin görevleri oldukça yüklü idi. İstanbul'un imarı, caddeleri, kaldırımları, su yolları, kentin alt yapı işleri, evlerin yapımında belli kuralların uygulanması, kale yapımlarının denetimi hep baş mimarın görevleri arasında idi.

Mimar Sinan İstanbul'un su yolları ile uğraşırken 1550 - 1560 yılları arasında Süleymaniye Camiinin yapımını tamamladı. Anlatılanlara göre «Sinan, Süleymaniye Camiini yapmak için iki yıl İstanbul'da yer arar. Caminin şimdi bulunduğu yere temel kazdırır. Toprağın kayıp kaymadığını, temelin sağlam olup olmadığını denemek için temelin üstüne cam döktürür ve dört yıl bekler. Bu arada Sinan'ı çekemeyenler Kanunî'ye şikayet ederler, «Dört yıldır yapıya başlamadı» derler. Sinan temelin sağlam olduğunu anladıktan sonra caminin yapımını hızla sürdürür. Kubbenin yapımı bittikten sonra ses yansımasını ayarlamak için, geceleri yapıya gelir. Kubbenin altında nargile içer. Su sesinin duvarlara yansımasını dinler, caminin iç bölümlerini ona göre yapar.

Süleymaniye Camiinin yapımı tamamlandıktan sonra Sinan caminin anahtarlarını Kanunî Sultan Süleyman'a verdiği zaman çok mutlu idi. Padişah Sinan'a

-Yapımını gerçekleştirdiğin bu Tanrı evini dua ederek açmak sana düşer. Dedi.

Mimar Sinan'ın yapıtlarının bir özelliği de kimin için yapılmışsa o kişiyi çeşitli yönleri ile yansıtmasıdır. Örneğin Kanunî Sultan Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultan adına yaptığı Edirnekapıdaki Mihrimah Sultan Camii ince ve zarif görünümüyle bir kadını, Süleymaniye Kanunî Sultan Süleyman'ın görkemini yansıtmasıyla ün kazanmıştır. Edirne'deki Selimiye de ikinci Selim'in şair ruhunu anlatan incecik zarif minareler vardır. Her minarede bulunan üç şerefeye üç ayrı merdivenden çıkılması, dünya mimarisinde o güne kadar uygulanmamış bir işlemdi.
Mimar Sinan yapıtlarında hiç bir planı ikinci defa kullanmamıştır. Her yeni yapıtına yeni buluşlarını eklerdi.
Mimar Sinan'ın evi İstanbul'un Süleymaniye semtinde idi; adına bir okul ve bir sebili vardı. Öldükten sonra Süleymaniye Camiinin bahçesindeki türbesine gömüldü.

Sinan, paraya önem vermeyen bir kişiydi. Osmanlı İmparatorluğu'nun en zengin yıllarında yaşadı. Ünü dünyanın her yönüne yayılmış olan bu büyük mimar hiç zengin olmadı. Yanında çalışanların emeklerinin karşılığını tam olarak verdi. Kendisi yüz yıllık yaşantısında hep para sıkıntısı çekti. Dünya mimarlık tarihine adını altın harflerle yazdıran Koca Sinan'ın ruhu gibi, esin kaynağı ve gönlü de zengindi.