Taif’ Te Ölüm

Kitabın Adı Taif’ Te Ölüm
Kitabın Yazarı Hıfzı TOPUZ
Yayınevi ve Adresi Remzi Kitap Evi, İstanbul
Basım Yılı 2000
KİTABIN ÖZETİ
Mehmet Efendinin 1822 yılında İstanbul’ da bir oğlu olur, adını Ahmet Şefik koyarlar. Çocuk her şeyden önce Kurân’ ı ezberler ve on yaşında hâfız olur. Birkaç yıl sonra da, on üç yaşında Divan-ı Hümayun, yani Başbakanlık kaleminde memuriyete başlar. Orada adını Mithat Efendi yaparlar. Mithat, Divan-ı Hümayundaki görevinin yanı sıra Fatih camiinde ünlü hoca efendilerin derslerini izler; Arapça, Farsça, mantık ve İslâm hukuku öğrenir, yani, tam bir dinsel eğitimden geçer. Mithat Efendi çalışkanlığı ile göz doldurur, 18 yaşında Başbakanlık yazı işlerinde üst düzeyde bir göreve getirilir. İki yıl sonra daha önemli bir görev için Şam’ a gönderilir. Oradan Konya’ya sonra Kastamonu’ya daha sonra da İstanbul’a tekrar döner. Taşra ve Rumeli kentlerinde değişik görevler alır. 25 yaşında Naima Hanım ile evlenir. Naima Hanım iyi eğitim görmüş güzel bir kızdır. Bu evlilikten bir yıl sonra Memduha adlı kızları doğar. Başka çocukları olmaz. Mithat Efendi Kırım Savaşı olurken İstanbul’dadır. İstanbul, Fransız askerleriyle doludur. Azınlıklar, Fransızların arkasından gitmekte ve onlarla dostluk kurmaya çalışmaktadır. Üst düzeydeki Fransızlar , Bâbıâlî’ye gelirler, biraz dil bilen memurlar ve çevirmenler onlara yaklaşarak konuşurlar.
Mithat Efendi dil bilmemenin ve batı kültürünün dışında kalmış olmanın kompleksiyle ezilir. Mithat Paşa, önceden tanıdığı Sadrazam Ali Paşa’ ya Avrupa’- ya dil öğrenmek için gitmek istediğini söyler.
Ali Paşa, Mithat Paşa’yı Avrupa’ ya gönderir. Önce Fransa sonra İngiltere’- de dil öğrenir; bilgi ve görgüsünü artırır. Avrupa kültürünü yaşayarak öğrenir, batı medeniyetini tanır. Batıda gördüğü yeniliklerin Osmanlı’da da olmasını arzular. Bunlardan en önemlisi “Kuvvetler ayrılığı” ilkesidir. Yani yönetimin, yargının ve yasamanın birbirinden ayrı tutulmasıdır. Mithat Paşa, tüm yaşamı boyunca bunu uygulamaya çalışır. Padişah’ın devlet yönetimine, yargı organlarına ve meclise karışmamasını savunur. Bir anayasanın oluşturulması için çok çalışır. Fransız ihtilâlinden sonra yayılan eşitlik ve adalet ilkelerinin en büyük savunucusu olur. Mithat Paşa, bütün siyasal yaşamına yön veren ilkeleri Fransa da öğrenir. Mithat Paşa, Fransa da Danıştay’ ı öğrenir. Danıştay’ın Osmanlı’da da olması için çok çalışır. Mithat Paşa 1958 yılında engin birikime sahip olduğuna inandığından Abdülmecit’in huzuruna çıkıp düşüncelerini arz etmek ister; ancak bu olanağı bulamaz. Tek konuşabileceği kişi Ali Paşa dır. Önerilerini Ali Paşa’ ya yapar, Paşa çok olumlu karşılar. Mithat Paşa’yı üst düzey memuriyetlere getirir, vezir yapar. Sonra Niş ve Tuna valisi yapar. Mithat Paşa her gittiği yerde çalışma ve başarıları ile büyük üne kavuşur. Bir süre sonra Mithat Paşa görüşmelerde bulunmak için İstanbul’ a çağrılır. Görüşmelerde danıştay fikri üzerinde durulur. Osmanlı’da olan Meclis-î Vâla’nın, Şûray-ı Devlet’e dönüştürülmesi fikri benimsenir. Fakat Padişah bu fikre sıcak bakmaz. Fakat, daha önceden Gülhane Hattı Hümayunu’nda batılılara bunun yapılacağı sözü verilmiştir. Abdülaziz ikna olur. Fakat şûraya azınlıkların da alınması fikri padişahı rahatsız eder. Buna rağmen 1868 yılında Şûray-ı Devlet kurulur. Mithat Paşa, Şûra’nın başkanlığına getirilir.
Ali Paşa ve Mithat Paşa, birlikte Padişahın yapacağı açılış konuşmasını hazırlarlar. Bu konuşmada padişah hiç istemeyerek şunları söyler:
“Eski zamanlarda düzenlenen kanunlardan yaralanmak artık mümkün değildir. Eğer o kanunlar ve nizamlar bugünün ihtiyaçlarına cevap verselerdi şimdi Avrupa’nın en uygun ve iyi yönetilen hükümetleri arasında bulunurduk.
Şimdi yeni kurduğumuz düzenle icra kuvvetini adlî, dinî ve kanunî kuvvetlerden ayırıyoruz”
Hangi mezhepten olurlarsa olsun bütün tebam, aynı vatanın evlâtlarıdır. Herkes dinî inancında serbesttir. Mezhep anlaşmazlıkları Osmanlı vatandaşlarını birbirinden ayıramaz…”
Devlet Şûrasının açılışı özellikle İstanbul’da olmak üzere bütün yurtta Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar tarafından coşku içinde kutlanılır. Beyoğlu o akşam bir bayram havası yaşar. Mithat Paşa Şûra-yı Devletin başkanı olarak çok mutludur. Bir yıllık görevi döneminde İstanbul’da Saray Mektebi’ni ve Emniyet Sandığı’nı kurar.
Ancak daha sonra Mithat Paşa, Ali Paşa ile ters düşer ve Şûra-yı Devlet başkanlığından alınır. Bağdat’a vali yapılır. Burada ikinci kez evlenir. Bağdat valiliğinde de çok başarılı olur. Bir süre sonra görevinden alınarak İstanbul’a çağrılır.
Bağdat valiliği sırasında Mithat Paşa hakkında bir çok dedikodu çıkar. Mithat Paşa padişahla görüşerek meselenin aslını arz etmek ister. Huzura kabul edilir. Mithat Paşa, Osmanlının çöküşünün durdurulması için vatandaşlar arasında hiçbir din, dil, ırk ayırımı gözetilmeksizin herkesin Osmanlı sayılması gerektiğine inanmaktadır. Tüm vatandaşların eşitliğinden yanadır. Çok uluslu bir yönetim kurulmasını savunur. Gülhane Hattı Hümayunundaki maddeler uygulanırsa Müslümanlarla gayri müslimler eşit haklara sahip olacaklar; böylece müslüman olmayan vatandaşlarında Osmanlıyı savunacaklarına inanır. Batı da uygulanan hak, adalet eşitlik ilkelerinin bizde de uygulanması gerektiğini Sultan Abdülaziz’ e arz eder. Bu görüşler Padişah’a uygun gelir. Padişah Mithat Paşa’yı Sadrazamlığa tayin eder. Mithat Paşa yaptığı incelemelerinin sonucunda Sarayın harcamalarında usulsüzlük yapıldığını fark eder. Böylece sarayla Mithat Paşa arasında ilişkiler sertleşmeye başlar, bir süre sonra da Sultan Abdülaziz tahttan indirilir. Sultan Murat tahta çıkarılır. Olaylar, Mithat Paşa’nın isteği doğrultusunda gelişir. Yeni Padişah darbecilerin her isteğine boyun eğer, devleti Mithat Paşa ve ekibi yönetir. Bu arada Sultan Abdülaziz intihar eder. Sultan Murat tahttan indirilir ve yerine Sultan Abdülhamit geçirilir. Abdülhamit’in tahta çıkması bütün yurtta büyük törenlerle kutlanır. Sultan Abdülhamit Meşrutiyet’i ilan sözü ile tahta geçmiştir, ama asıl niyeti başkadır. Giderek artan baskıcı bir yönetimle bütün ipleri eline almaya ve kendine karşı çıkan sesleri surturmada kararlıdır. Mitat Paşa ise Batı’daki aydınlanma düşüncesi, Fransız Devrimi ve Özgürlük mücadelesinden etkilenmiş bir grup aydınla birlikte, beşyüz yıllık bir İmparatorluğun yapısını değiştirmeyi ve çağdaş bir yönetim anlayışı getirmeyi amaçlamaktadır. Yeni padişah Sadrazam Rüştü Paşa ile Mithat Paşa’ yı görevlerinde tutmak zorundadır. Çünkü kendilerine minnet borcu vardır. Mithat Paşa, sultanı hiç bir zaman sevmez. Sultan ise kendisinden büyük ve devlet yönetiminde tecrübeli olan Mithat Paşa’ ya çok saygılı davranır. Zaman içinde Padişah Sultan Abdülhamit ile Mithat Paşa ters düşerler. Mithat Paşa azınlıkların kendi askeri birliklerini kurmasını ister, Padişah buna karşı çıkar. Mithat Paşa Avrupa’da öğrendiklerini uygulamak ister, bunun için koşulları zorlar. Mithat Paşa sürgün edilir, önce Girit, sonra Suriye valiliği görevlerinde bulunur. Suriye valisiyken İstanbul’ a davet edilir. Önce İzmir’e gelir. İzmir’de Saray kendisine suikast düzenletir. Mithat Paşa Fransız konsolosluğuna sığınır. Mithat Paşa, Fransa ile Osmanlı arasındaki ilişkinin gerilmesine neden olur. Tunus, Fransa ya bırakılırsa Mithat Paşa’ nın Osmanlıya iadesinin söz konusu olabileceği bildirilir. Osmanlı bu isteği kabul etmez. Yapılan pazarlıkta sonuç alamayan Fransız elçiliği de Mithat Paşanın konsolosluktan çıkarılmasını ister. Mithat Paşa teslim olur. Paşa, İstanbul’ a getirilir, yargılanır, idama mahkum olur. Ölüm cezası kaldırılarak Taif’e gönderilir. Artık cezasını burada çekecektir, fakat Taif’te birçok işkenceye maruz kalır ve bir süre sonra da sarayın görevlendirdiği kişiler tarafından boğularak öldürülür.

Türk Aynştaynı “Oktay Sinanoğlu Kitabı”

Kitabın Yazarı Emine BAYKARA
Yayınevi ve Adresi Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul
Basım Yılı 2001
KİTABIN ÖZETİ
Kitap, gazeteci-yazar, Emine ÇAYCI’nın Oktay Sinanoğlu ile yaptığı 435 sayfalık, uzun bir söyleşiden oluşmuştur. Ancak söyleşi bölümünün ardından Sinanoğlu’nun hayat hikayesi tarih sırasına göre verilmiştir. Ayrıca Sinanoğlunun yayınlanmış yüzlerce kitap, makale v.b. yayınlarının bibliyografyası kitaba eklenmiştir. Kitabın son bölümü, Sinanoğlu’nun hayatının çeşitli dönemlerine ait çekilmiş fotoğraflardan bir albüm ve yine Sinanoğlu hakkında yerli ve yabancı basında çıkmış haber küpürleri ve ona verilmiş ödüllerin belgelerinden oluşmaktadır.
Oktay Sinanoğlu, söyleşi boyunca kendisi, ailesi, mesleği, hayatı, gezileri, büyük projeleri, bilimsel ve sosyal konulardaki tespit, görüş ve yorumlarını aktarır.
Oktay Sinanoğlu, bir Türk bilimadamı olarak dünyada kendini kabul ettirmenin ötesinde, ürettiği teoriler, oluşturduğu kuramlarla kimya, fizik, biyoloji alanlarında çığır açmış bir insandır. Hayat hikayesi kısaca şöyledir: 1935 yılında Türkiye Eğitim Derneği, Yenişehir Lisesinde burslu olarak okudu ve okulu birincilikle bitirdi. Okulun bursuyla kimya mühendisliği eğitimi almak üzere ABD’ye gitti. Kaliforniya’da Berkeley Üniversitesinin Kimya Mühendisliğini1956′da birincilikle bitirdi. 1957 yılında dünyaca meşhur bilimadamlarının yetiştiği MIT’de (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) Yüksek Kimya Mühendisi oldu. Yine Berkeley’de iki yılda Kimya Doktorasını tamamladı. Yale Üniversitesinde iken, 1963′te ABD’nin en genç profesörü oldu. Beraber çalışmaya başladığı ilk doktora öğrencilerinden yaşça daha küçüktü. Amerikada Yale, Harvard gibi iki üniversitenin iki kürsüsünde ders veriyor, ülkenin çeşitli şehirlerindeki üniversitelerine konferans ve seminerlere çağrılıyordu. Aynı anda dünyanın en tanınmış kimya, matematik ve fizik dergilerinde makaleleri yayınlanıyordu. Bir yandan da National Science Foundation, Ulusal Bilim Vakfı’nın araştırma projelerine katılıyordu.
Oktay Sinanoğlu kısa zamanda Kuantum Fiziği ve Kimyası, Moleküler Biyoloji ve Matematik alanlarında yüzlerce teorem geliştirdi. Dünya bilim literatürüne eşi benzeri az görülür biçimde katkılarda bulundu. ABD, Batı ve Doğu Almanya, Fransa , İsveç, Japonya, Hindistan, Rusya ve Meksika ve daha pek çok ülkeye bilimsel araştırmalar ve projeler için gitti. Üst düzeyde bilimsel ve devlet nişanları aldı. Devlet başkanlarının şeref konuğu oldu. Konferanslar verdi ve bilimsel toplantılara katıldı. Nobele aday gösterildi; öğrencisi Nobel ödülünü kazandı.
İstanbul’da 19 Ağustos – 5 Eylül 1964 tarihleri arasında sonradan Boğaziçi Üniversitesine dönüşecek olan Robert Koleji binasında ilk kez bir uluslar arası yaz okulu düzenledi. Kuantum ‘Nicem’ Kimyası üzerine yapılan bu yaz okulunda savaş sonrası ve soğuk savaş dolayısıyla birbirnden kopuk olan dünyanın dört bir yanındaki bilim adamlarını bir araya getirdi ve bu alandaki alışverişle bilimsel anlamda yeniliklere Türkiye’de adım atılmasını sağladı. Konferans bildirilerinden oluşan üç cilt çeşitli ülkelerde 30 yıl boyunca ders kitabı olarak okunmuş.1965′te İstanbul Yeşilyurt’ta Çınar Otel’inde Yüksek Enerji Fiziği üzerine, ikinci uluslar arası yaz okulunu düzenledi. 1969′da İzmir Urla’da ‘Atom Fiziğinde Yeni Yönler’ üzerine üçüncü uluslar arası yaz okulu düzenledi.
ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitelerinin kurucuları arasında yer aldı. 1968′de ODTÜ’de Kuramsal Kimya Bölümünü kurdu. 1973′de Boğaziçi Üniversitesi’nde danışman profesör olarak çalıştı. 1974′te Milli Eğitim Şurasına katıldı ve bilim ve teknoloji eğitiminin Türkçe olması gerektiği üzerine konuşmalar yaptı. 1994 -1995′ te Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Kimya Bölümünde profesör ve rektör danışmanı olarak görev yaptı. Halen aynı bölümde profesörlük görevini yürütmektedir.
Bilim dünyasında olduğu kadar özel hayatında da çok renkli bir kişiliğe sahip olan Sinanoğlu, yelkenlisi ile sık sık uzun okyanus gezileri yaptı, pilotluğu öğrenip uçuşlar yaptı.
Farklı zaman ve zeminlerde sürdürülen bu söyleşide Oktay Sinanoğlu bir çok konuda ilginç fikir ve düşüncelerini açıklamaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir: “Dünyada önemli bazı ülkeler, Türkiye’de kurulan bazı uluslar arası dernekler vasıtasıyla va bazı kişilerin özel çıkarları bu işe alet edilerek Türkiye’nin bilimsel gelişmesini önlenmeye ve baltalanmaya çalışılmaktadır. Türkçe’nin bilimsel araştırma dili olmaktan çıkarılması ve bunun yerine İngilizce yada bir başka yabancı dilin eğitim dili haline getirilmeye çalışılması ve hedefli bilimsel araştırmaların engellenmesi yada kösteklenmesi bu gayretlerin bir ürünüdür”.
Sinanoğlu’nun üzerinde durduğu konulardan bir tanesi de bilim adamlarının nasıl yetiştirileceği, bilimsel araştırma yöntemlerinin nasıl olması gerektiği hakkındadır. Bilimsel ürün ortaya koymanın ve bir eser meydana getirmenin yolunun, işin sonundaki maddi ödül ve gelirleri, bilimsel ünvan ve lakapları, tanınma ve ünlü olma gibi meyveleri düşünmeden çalışmak olduğunu anlatır.
Sinanoğlu’na göre “Bilimci; araştırıcı, sorgulayıcı ruhtaki insandır. Bilim ise, konserve kutusuna konmuş bilgilerin tümü demek değildir. Bilim canlı bir organizma gibidir; devamlı değişir, gelişir, yeni verileri tutmayan yerine yeni varsayımlar, kuramlar üretilir, onlar sürekli denenir, sınanır, sorgulanır, yeni verilerce çürütülmediği sürece yaşar. Hal böyle olunca gerçek bir bilimcinin kalıp kafalı, slogan kafalı, değişik düşüncelere kafası ve yeni olgulara gözü kapalı olması mümkün değildir. Araştırıcı, sorgulayıcı ruhla, bağnazlığın herhangi bir türlüsü bir arada bulunamaz”.
Sinanoğlu’nun yaşamı boyunca önemli bir özelliği de her zaman her platformda el üstünde tutulmasına ve ünlü olmasına rağmen, Türk milletinin kültürüne, diline tarihine ve değerlerine kendini sımsıkı bağlı hissetmiş ve bu bağlılığın bir gereği olarak yıllardır gözlemlediği, dış dünyayla karşılaştırarak, düşünerek vardığı sonuçları Türk halkının her kesimine, hiçbir ayırım yapmadan iletmeyi vicdan borcu olarak görmüştür. Türk milletinin değerlerini de dış dünyaya aynı heyecanla tanıtmaya çalışmıştır. Örneğin, Türk ve Japon kültürleriyle ilgili yaptığı karşılaştırma ve değerlendirmeler, Japonya’da büyük yankı uyandırmış ve iki kez Japonya’ya davet edilmiş ve Türk resmi heyetine başkanlık yapmıştır. Bu sırada yapılan görüşmelerin sonucu olarak İpek Yolu dizisi projesi ortaya atılmış ve Japonya’dan Türkiye’ye kadar sadece Japonca ve Türkçe konuşularak tarihi İpek Yolu güzergahı üzerindeki milletlerle iletişim kurulabileceğine Japonları ikna etmiş ve buralardaki ortak kültürün filme çekilerek sergilenmesini önermiştir. Japonlar bu projeye hayran kalmış ve gerçekleştirmişlerdir.
Sinanoğlu’nun değindiği ilginç konulardan bir tanesi de Avrupa ve ABD’de, zannedilenin tersine, kendi şahsi tecrübelerini anlatarak söz ettiği bilim hırsızlığının yaygın olduğudur. Bilim adamlarının üçüncü dünya ülkelerinden gelen genç, zeki ve dinamik ya da yalnız sahipsiz bilim adamlarının bilimsel ürünlerinin ve çalışmalarının gasp edildiğini ve bu alanda bilimsel mafya ve çetelerin oluşmuş olduğunu ileri sürmektedir.
Söyleşi boyunca Sinanoğlu’nun vurguladığı ana temalardan bir tanesi de Batı Dünyasının Türkiye üzerinde korkunç oyunlar oynadığıdır. Nedeni ise Türkiye’nin konumu, tarihi mirası, kültür mirası ve üstlenebileceği ekonomik ve siyasi rolün muazzam potansiyelin, batı dünyasını korkuttuğu gerçeğidir ve Türkiye’nin, toparlanıp en az Japonya gibi bir ülke olması korkusudur. Sinanaoğlu’na göre “Batı, Türkiye’yi karşısında bir daha büyük güç olarak görmek istemiyor. Dolayısıyla en yoğun yıkıcı etkinlikleri Türk milletinin köküne, kültürüne, diline ve geçmişine makas atılması üzerinedir. Üniversitelerimizde ve hatta orta öğretim kurumlarımızda İngilizce ile eğitim yapmanın sürekli empoze edilmesi (yabancı dil öğretimi değil) Türkiye üzerine oynanan oyunların en tehlikelisidir. Bu ancak sömürge ülkelerde görülebilecek bir durumdur; Ülkeyi içten fethetmenin en etkili yoludur.”
Kitap baştan sona heyecan dolu bir hayat hikayesini aktarmaktadır. Oktay Sinanoğlu akıcı konuşmasıyla okuyucuyu kendine bağlamaktadır. Okuyucu Türkiye ve dünyanın son elli yıllık panoramasını film izler gibi kitabı elinden bırakmadan okuyabilir.

Türk Dış Politikasında 1950′li Yıllar

Kitabın Adı Türk Dış Politikasında 1950′li Yıllar
Kitabın Yazarı Prof. Dr. Hüseyin BAĞCI
Yayınevi ve Adresi Metu Press İnönü Bulvarı, Odtü Yerleşkesi ANKARA
Basım Yılı 2001
KİTABIN ÖZETİ
Demokrat Parti Dönemi Türk Dış Politikasının incelendiği bu kitap için, yazar hem yurt içi hem de yurt dışında çeşitli inceleme ve araştırmalar yaptığını belirtmiştir. Bu inceleme ve araştırmalarda özellikle Washington ve Londra’daki Public Record Office, British Library, Institute for International Strategic Studies, Library of London School of Economics, National Archives of the United States, Library of Congress, Institute of Turkish Studies gibi kurum ve kuruluşlardan yararlanılmıştır. Yazar ayrıca çalışması için hem Türk hem de yabancı çok sayıda kişi ile bizzat görüştüğünü ifade etmektedir.
Kitabın birinci bölümünde; Türkiye’nin Batı İttifakına Girişi, ikinci bölümünde Menderes Hükümetinin Öncülüğünde Türkiye’nin Ortadoğu Politikasındaki “Yeni Yönelişi”, üçüncü bölümde ise “Kıbrıs Sorununun” Ortaya Çıkışı ve Menderes Hükümetinin Kıbrıs Politikası ve Sonuç anlatılmaktadır.
Kitap, Demokrat Partinin 14 Mayıs 1950′de seçimleri kazanıp iktidarı Cumhuriyet Halk Partisinden devralması ile başlamaktadır. İncelenen dönem 27 Mayıs 1960′ta, Menderes hükümetinin iktidardan düşürülmesine kadar geçen dönemdir. Kitapta İkinci Dünya Savaşından sonra Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren olaylar ve kararlar da ayrıntılı olarak değerlendirilmektedir.Kitabın ana teması, yazarın “Menderes Dönemi” olarak tanımladığı bu on yıllık süre içerisindeki Türk Dış Politikasının temelleri, gelişmesi ve uygulanmasıdır. Bu haliyle kitap Türkiye’de dış politika üzerine yapılan ilk “dönem çalışmalarından” biridir.
Birinci bölümde Türkiye’nin NATO’ya katılması incelenmektedir. Özellikle, o dönemde Türk-Amerikan ilişkileri ve Menderes Hükümetinin Kore’ye asker gönderme kararı anlatılmaktadır. Yazar Türkiye’nin NATO ittifakı içine alınmasını, Menderes Hükümetinin en büyük başarısı olarak değerlendirmektedir. Bu bölümde ayrıntılı olarak anlatılan bir diğer konu da ABD’nin Ankara Büyükelçisi Mc Ghee’nin, Türkiye’nin NATO’ya dahil edilmesi sürecinde Avrupa ülkelerinin yoğun tepkilerine karşı gösterdiği çabalardır.
İkinci bölümde Menderes Hükümetinin Orta Doğu ve Balkan Politikaları incelenmektedir. Yazar özellikle Menderes Hükümetinin Orta Doğu politikalarındaki “Yeni Yöneliş” ve onu ortaya çıkaran faktörler üzerinde durmaktadır. Orta Doğu’da “aktif politika” istemleri ve “Büyük Birader” politikası arayışları ve Bağdat Paktının kurulmasına varan gelişmeler değişik açılardan değerlendirilmektedir. Balkan Paktının kuruluşu ve bu paktın Menderes Hükümetinin Orta Doğu politikası için olan önemi de ayrıntılı olarak bu bölümde anlatılmaktadır.
Bandung Konferansı ve Menderes Hükümetinin o dönem bağımsızlığını yeni kazanan eski sömürge ülkeler arasında moda olan ‘tarafsızlık’ politikasına niçin sıcak bakmadığı da ikinci bölümde yer almaktadır. Yazara göre bunun temel nedeni Türkiye’nin o dönemdeki ulusal güvenlik anlayışıdır. Bu çerçevede Orta Doğu’daki krizli yıllar (1957-58) ayrıntılı olarak ortaya konulmuştur. Benzeri şekilde, Eisenhower Doktrini çerçevesinde ve 1956 yılında yaşanan Süveyş Bunalımı ile 1957 Türkiye-Suriye krizi esnasında, Türk ve Amerikan çıkarlarının ne dereceye kadar örtüştüğü de değerlendirilmektedir.
Üçüncü bölümde ise Menderes Hükümetinin Kıbrıs politikası irdelenmektedir. Yazara göre, Menderes Hükümetinin diplomatik ve hukuki önlemler alma gereğini duyması, Fatin Rüştü Zorlu vasıtasıyla, ancak Kıbrıs Sorununun Yunanistan tarafından Birleşmiş Milletlere getirilip uluslar arası bir boyut almasından sonra olmuştur. Dışişleri Bakanı Zorlu tarafından kurulan Kıbrıs Komisyonunun adadaki Türk güvenlik çıkarlarını dünya kamuoyuna nasıl anlatmaya çalıştığı yine bu bölümde yer alan konular arasındadır. Yazar ayrıca İstanbul’da 6-7 Eylül 1955′te meydana gelen Yunan karşıtı olayların aynı komisyon tarafından dünya kamuoyuna nasıl anlatılmaya çalışıldığını, bu olayların Menderes Hükümetinin iç ve dış politikalarında nasıl bir dönüm noktası haline geldiğini anlatmaktadır. Bu olaylar Menderes Hükümeti için gerek iç gerekse dış politikada önemli sorunlar yaratan ve prestij kaybına neden olan neticeleri de beraberinde getirmiştir. Öyle ki, ilk defa bu olaylardan sonra Başbakan Menderes’in popülerliğini yitirmeye başladığı görülmüştür.
Sonuç bölümünde yazar incelediği konuların kısa bir değerlendirmesini yapmaktadır. Yazarın Menderes Hükümetinin Kıbrıs politikasıyla ilgili değerlendirmesi şöyledir: “Demokrat Partinin Kıbrıs Politikası, planlanışı, uygulanışı ve ulaştığı sonuç bakımından kendisinden sonra gelen hükümetlere siyasi, diplomatik ve hukuki temel teşkil edecek bir baz oluşturmuştur.”

Toplantı Sanatı

Kitabın Adı Toplantı Sanatı
Kitabın Yazarı Richard J. DUNSING
Yayınevi ve Adresi İlgi Yayın Evi İstanbul
Basım Yılı 1989
KİTABIN ÖZETİ
Kitapta, bir toplantıdan nasıl iyi bir verim elde edilebileceği, toplantılarda yapılan yanlışlar ve bunların nasıl düzeltilebileceği bölümler hâlinde anlatılmaktadır.
Birinci bölümde; toplantılarda insanı sıkıntıya sokan, toplantıyı sıkıcı hale getiren unsurlar anlatılmış, çeşitli örnekler verilmiş ve ardından da bunlardan kurtulmak için çözüm yolları gösterilmiştir. Toplantılardaki sıkıcılığı ortadan kaldırmak için, toplantıdaki her bireyin öncelikle, toplantının niçin yapıldığını, toplantının süreci içerisinde neler olduğunu ve toplantıya katılanların bu hususlardan nasıl etkilendiğini bilmesi; toplantının zamanında başlaması ve bitirilmesi gerektiği tavsiye edilmiştir. Ayrıca, enerjinin harcandığı, hedefin belirlenmediği ve karşılıklı atışmaların olduğu bir toplantıdan sonuç elde edilemeyeceği de özellikle vurgulanmıştır.
İkinci bölümde, iyi bir toplantıdan örnekler verilmiş, toplantılarda başarılı olabilmek için, her üyenin kendi stiline göre verimli olması gerektiği, toplantıya katılan herkesin dürüst ve açık olması, başkasını güç duruma düşürmeden doğruyu söylemesi gerektiği, ayrıca her üyenin uyumlu, sıkılmayan ve başkasını küçük düşürmeyen bir yaklaşımda olması hususları üzerinde durulmuştur.
Üçüncü bölümde, bir toplantının nasıl yönetileceği, bu yönetim esnasında karşılaşılan zorluklar ve bunları yenme yolları çeşitli örneklerle anlatılmıştır. İnsanları yönetmenin makineleri yönetmekten daha zor olduğu, yöneticinin insanları ne kadar iyi tanırsa onları o kadar iyi yönetebileceği, dolayısıyla toplantılarda insan duygusunun ön plana çıktığı ve bu duygu boyutunun toplantının verimli olması için çok iyi kontrol edilmesi ve yönetilmesi gerektiği, ayrıca her toplantıda duygu boyutu olsa da açık konuşulması, açık konuşurken de ne istenildiğinin açık olarak belirtilmesi yine bu bölümde vurgulanmıştır.
Dördüncü bölümde, bir toplantının hangi amaç için yapıldığı, bu amaca uygun bir çalışma yapılması için nasıl bir toplantı modelinin oluşturulması gerektiği anlatılmıştır. Bunun için, toplantıya girmeden önce, toplantının amacı, kişisel olarak toplantıdaki hareket tarzımız, toplantının gündemi sırasındaki çalışma esasları, toplantının giriş, gelişme ve sonuç yönleriyle değerlendirilmesi, her toplantı üyesi tarafından verimliliği artırmak adına bilinmesi ve yapılması gerekenler olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca, toplantıda çalışmaların yolunda gitmesi için gerekli olan zaman ve yapılacak işler üzerinde de toplantının seyrine göre neler yapılması gerektiği anlatılmıştır.
Beşinci bölümde, toplantıya başkanlık eden kişinin konumu, rolü ve en önemlisi gücünden bahsedilmiştir. Başkanın bir toplantıyı verimli sonuçlar alacak şekilde yönetebilmesi için toplantıya çözümler ile değil sorunlarla başlaması, toplantıya katılan kişilerin ihtiyaçlarını öğrenmesi, alınacak kararlara herkesin katılımını sağlaması ve zamanı çok iyi denetlemesi gerektiği anlatılmıştır. Başkanın, amaçları saptamak zorunda olmadığı, ama belirlenmesine katkı sağlaması gerektiği, karar vermek zorunda olmadığı, ama zamanı gelince karar verilmesini sağlaması gerektiği vurgulanmıştır.
Altıncı bölümde, toplantıların verimsiz olması durumunda ne gibi değişiklikler yapılması veya nasıl önlemler alınması gerektiği üzerinde durulmuştur.
Yedinci bölümde, ticaret ve sanayii kuruluşlarında, sekizinci bölümde, resmi dairelerde, dokuzuncu bölümde, eğitim kuruluşlarında, onuncu bölümde, sağlık kuruluşlarında, on birinci bölümde, sosyal çevrede toplantı nasıl yapılmaktadır, verim alınması nelere bağlıdır, etkin toplantı için hazırlıklar neler olmalıdır, gibi unsurlar üzerinde örneklerle açıklamalar yapılmıştır.
Sonuç olarak, toplantılarda, eski alışkanlıklarımızdan hemen kurtulmamız gerektiği, günün ve gelişen olayların seyrine göre çözüm üretmemizin şart olduğu, ancak yenilikler takip edilip kararlar buna göre alındığında toplantıların verimli olacağı vurgulanmıştır.

Tarihte Ve Günümüzde Türk-Yunan Mücadelesi

Kitabın Adı Tarihte Ve Günümüzde Türk-Yunan Mücadelesi
Kitabın Yazarı Süleyman KOCABAŞ
Yayınevi ve Adresi Bayrak Yayınevi – İSTANBUL
Basım Yılı 1988
KİTABIN ÖZETİ :
1829′da bağımsızlığını kazanan Yunanistan ile tarih boyunca aramızın hangi nedenlerle barışık olmadığını ortaya koyan ‘Tarihte ve Günümüzde Türk-Yunan Mücadelesi’ uluslar arası platformda iki komşu devletin savaş derecesine varabilen ilişkilerini yeni kuşaklara sunmakta ve yaşanan tarihi aktarmaktadır.
Fransız ihtilâlinin tabii sonuçlarından olan Avrupa devletleri arasında bağımsızlık ve ulusçuluk fikirlerinin oluşumu, 1815 Viyana Kongresi’ne kadar bir çok siyasî sınırın değişimine yol açmış ve yeni bir Avrupa haritası meydana getirmiştir.
Genellikle Osmanlı devletinin egemenliği altında bulunan azınlıklara bu akımlar kendiliğinden gelmemiş, özellikle Napoleon Fransa’sı ve Çarlık Rusya tarafından derinden derine bu akımlar, Sultanın topraklarında kargaşalıklar çıkartmak üzere bilinçli olarak körüklenmiştir.
Bu kargaşalıkların biri de özellikle Fransa’nın sömürge edindiği Ege adalarında Rumlara ve Mora halkına, Panislâvist Rusya’nın Makedon ve Balkan ırklarını teşvikiyle Mora İsyanı, Navarin olayı, Balkan harpleri şeklinde vücut bulmuştur. 1829 bağımsız Yunan devletinin kurulması ile bu ayaklanmalar batılı devletleri amaçlarına ulaştırmıştır. Artık Hasta Adam için Avrupa macerası sona ermektedir. Ancak 1829′da dahi Yunanistan kendi devletini halkının çabalarıyla değil, kuvvetli Avrupa devletlerinin zorlaması ile kurabilmiştir. Bu bağlamda ‘Megalo İdea’ adlı Yunan ütopyası yine bu batılı güç odaklarının empozesi olarak değerlendirilmelidir. Megalo İdea hiçbir zaman Yunan milletinin kendi benliğinden doğan bir doktrin olmamıştır. Bu gerçeğe rağmen, bugün Yunan devleti bu fikri savunmak uğruna varını yoğunu vermekte, hatta parlamenter rejiminin tüm hükümet plânlarını iç ve dış siyasetinde bu kaide üzerine oturtmaktadır.
‘Düşmanımın düşmanı benim dostumdur’ tezini benimseyen Yunanistan ile tarih boyunca hep zıt taraflarda yer almışızdır. 1829 bağımsız Yunanistan’ın kurulmasından bu yana 1′nci ve 2′nci Balkan Savaşlarında, Türk İstiklâl Harbi’nde, Kıbrıs’ta bizzat Yunanlılar ile fiili savaş halinde bulunmuş ve hâli hazırda aramızda çözümlenemeyen ve sonucu savaşa varabilecek bir sürü sorun bulunmaktadır. Ne gariptir ki bu sorunlar Avrupa tarafından da iki yüzyıl boyunca çözüme bağlanamamıştır.
Bu sorunlara daha detaylı bakacak olursak; Türk İstiklâl Harbi’nde Yunan politikası Megalo İdeanın İngiliz-Fransız desteğiyle Batı Anadolu topraklarımıza sıçramasına şahit olduk. Başkentinin İstanbul ya da onların deyişiyle Konstantinapolis olacağı kutsal Bizans İmparatorluğunu tekrar diriltmek. Çok ilginç bir durum vardır ki, Yunan ırkının Bizanslılar ile yakından uzaktan bir kan bağı yoktur. Bizanslıların Latin Roma ırkından geldiği ve Büyük Roma İmparatorluğunun parçalanmasıyla bir Doğu Roma Devleti olarak ortaya çıktığı tarihi bir gerçektir. Yunanlılar ise Helen soyundan gelmekte olup farklı kültür ve ırk kökenine sahiptirler. Asıl Bizans mirasçıları İtalyanlar olmalıdır, Yunanlılar değil.
On iki ada ve Ege adaları sorunu; Trablusgarp ve Bingazi işgalleri üzerine bahsi geçen on iki adaları Ouchi Antlaşması ile geçici olarak İtalyanlara devrettik ama şartname ileri bir tarihte adaları geri alabileceğimizi içeriyordu. Araya giren Balkan harpleri ve 1′nci Dünya Harbi, İtalya’ya kuvvetli taraf olarak bu şartnameyi çiğneme hakkı doğurdu ve Lozan’da adaları İngiliz desteğiyle Yunanlılara devrettiler. Bugün ise Yunanistan, on iki ada ve adaları ve bunların karasularını kullanarak, Ege Denizi’ni bir Yunan gölü haline getirmeyi amaç edinmiştir. Bu amacını uygularken her zaman olduğu gibi uluslar arası antlaşmaları çiğnemekte bir sakınca görmemekte daha ilginci medeni Avrupa adeta buna göz yummakta, tavizkar davranmaktadır. Karasularını 12 mil, hava sahasını da bindirilmiş bölge hesabına göre yapan Yunanistan ile yakın geçmişimizde Ege Denizi üzerinde birçok it dalaşı ve sahil güvenlik restleşmeleri gündeme gelmiş hatta Kardak kriziyle iki ülke olası bir Türk-Yunan savaşının eşiğinden dönmüştür.
Kıbrıs; Türkiye’nin kanayan yarası. Adayı diğer tüm elde ettiği haklar gibi yine bir Avrupaî güç unsuru olan İngiltere’den devralan Rumlar, adada yaşayan Türk ırkının varlığından rahatsız olmakta ve tipik bir Yunan ideolojisine göre hareket edip, kendilerini adanın tek hakimi ilân etmektedirler. 1963′ten 1974′e kadar geçen sürede Kıbrıs’ta kasaplık yapmalarına göz yumulan Yunan ordusu ve Rum muhafızları ile milisleri 1974 Barış Harekâtı ile hak ettiğini bulmuş, çirkin yüzlerini bir kere daha dünyaya göstermişlerdir. Ama bu harekât bile bu ikilinin adayı kan gölüne döndürme ve ENOSIS’i gerçekleştirme çabaları babında kafalarındaki art niyetleri silmeye yaramamış belki de tam aksine iyice körüklemiştir.
Ülkemiz aleyhine yapılan her faaliyette desteğini esirgemeyen komşumuz,Türkiye’nin son yirmi yılına damgasını vuran güneydoğu olaylarına da ilgisiz kalmamış, PKK örgütüne her türlü maddi, manevî ve siyasal destekte bulunmuştur. Hatta daha da ileri giderek Avrupa Parlamentosunda ve Birleşmiş Milletlerde PKK’yı göklere çıkarmış, ülkemizi yayılmacı ve baskıcı politika izlemekle zan altında bırakmak istemiş, bu amacı altında başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesini yanına çekmekte başarı gösterebilmiştir.
Gördüğümüz gibi iç ve dış tüm politikası ve diplomasisi tamamen Türk düşmanlığı üzerine kurulu komşumuz Yunanistan’ın, yakın gelecekte de başka meselelerle dünya kamuoyu önüne çıkacağı ve eskilerini de sürekli açık bir yara halinde koruyacağı aşikârdır. Bu haliyle Yunanistan’ın, Türkiye’nin güçsüz anını bekleyip kollayan, pusuya yatmış kana aç bir leş yiyici gibi davrandığı ve sürekli etrafımızda bizi izlemekte olduğu gözden kaçmamalıdır.
Barış, Ege ve Akdeniz’de çok uzak olarak görülse de, komşumuzun artık bu tutumunu bırakıp dostça tavırlar göstermesi durumunda her zaman kendisine uzanan bir Türk eli bulabileceği aşikârdır.