kitap özetleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap özetleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Murat Gülsoy 'Baba-oğul ve Kutsal Roman'

Murat Gülsoy 'Baba-oğul ve Kutsal Roman'da kurduğu eğlenceli ve kendine özgü âlemde, hem büyü yapmaya hem büyü 
bozmaya davet ediyor okurlarını. Karanlığın aynasına koyu bir ironiyle, acımasız bir yalınlıkla güle oynaya giriyor, kırıp parçalarına ayırdığı bir hayatı gözlerimizin önüne seriyor. Baba, Oğul ve Kutsal Roman, edebiyatın başkalarının hayatlarına kaçıp saklanmanın değil kendi dehlizlerinde dolaşmanın bir yolu olduğuna inananlar için….


Murat Gülsoy kimdir? 
Murat Gülsoy, 1992-2002 yılları arasında arkadaşlarıyla Hayalet Gemi dergisini çıkardı. Bu Kitabı Çalın adlı kitabıyla 2001 yılı Sait Faik Hikâye Armağanı’nı ve Bu Filmin Kötü Adamı Benim adlı romanıyla 2004 yılı Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandı. Bu Kitabı Çalın, Almanya’da Stehlen Sie dieses Buch adıyla yayımlandı. İstanbul’da Bir Merhamet Haftası birçok dile (Çince, Makedonca, Rumence, Bulgarca, Arapça) çevriliyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi, mühendislik ve yaratıcı yazarlık dersleri veriyor; sadece yazmayı değil yazmak üzerine düşünmeyi de seviyor.



Murat Gülsoy’un Can Yayınları’ndaki diğer kitapları:
Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul, 1999
Bu Kitabı Çalın, 2000
Âlemlerın Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler, 2002
Binbir Gece Mektupları, 2003
Bu Filmin Kötü Adamı Benim, 2004
Büyübozumu, 2004
Sevgilinin Geciken Ölümü, 2005
İstanbul’da Bır Merhamet Haftası, 2007
602. Gece, 2009
Karanlığın Aynasında, 2010
Tanrı Beni Görüyor mu? 2010

Bir Ölünün Defteri-Kitap Özeti,Bir Ölünün Defteri


1.KİTABIN KONUSU:
  Osman Vecdi adında bir kişinin halasının kızına aşık olması fakat bunu açıklayamaması ve halasının kızının Vecdi’nin en samimi arkadaşına aşık olup onunla evlenmesi.
2.KİTABIN ÖZETİ:
  Abdulvahit Hüsamettin,evli ve iki çocuk babasıdır.Çok sevdiği bir çocukluk arkadaşı vardır:Osman Vecdi.İlk kez Galatasaray Lisesi’nde tanışmışlardır.
Vecdi,bir hastalıktan dolayı ölmek üzereyken arkadaşı Hüsamettin’e onun suçlu olduğunu ve ona bir defter bıraktığını söyler ve son nefesini verir.
Hüsamettin defteri okumaya başlar:
Vecdi,annesini kaybettiğini hayatının ilk önemli olayı olarak anlatır.Annesi öldüğünde,babası onu Beylerbeyi’ndeki halasının evine bırakır.
Vecdi halasının kızı Nigar ile oyunlar oynayarak kendisini avutur.Galatasaray Lisesi’ne başladığında babasından bir mektup alır.Doktor Yarbay olan babası,uzak bir yere tayin olduğu için artık Vecdi yalnız kalmıştır.Bu sırada Hüsam ile tanışır.O da kimsesizdir.Onu halasının evine götürmeye başlar.Okul bittiğinde Vecdi’nin Tıbbiye’ye gitme kararıyla dalga geçen Nigar,Vecdi’nin kendisine kin duymasına sebep olmuştur.
Hüsamettin tatile gittiğinde,Vecdi halasıyla ciddi bir konuşma yapar.Halası Vecdi’ye Nigar ile evlenmesini teklif eder.
Kısa süre içinde,Vecdi Nigar’a aşık olduğunu anlar.Vecdi yazarlığı sevmez ama Nigar yazar olmuştur.Vecdi,Hüsamettin’e düşman olduğunu Nesim-i Havadis gazetesi okuduğunda anlar.Nigar’ın şiir yazıyor olması,Vecdi’yi çok sinirlendirmektedir.
Aşkını itiraf edemeyen,karşılık bulamayacağından korkanVecdi çok acı çeker.Halası,Hüsamettin’in Nigar’ı sevdiğinden baştan beri haberdardır fakat Vecdi bunu bilmemektedir.En sonunda Nigar,Hüsamettin’I sevdiğini Vecdi^ye söyler.Vecdi ve Hüsamettin,Beylerbeyi’ndeki köşke,Vecdi’nin annesinin öldüğü eve taşınırlar.Eşyaları taşırken Vecdi’nin karakalem resimleri ortaya çıkar.Hüsamettin,Nigar’ın resmini tanır fakat Vecdi kağıtları kitaplığın en üst rafına fırlatır.
Birkaç gün sonra Vecdi,Nigar’ın resminin kaybolduğunu görür.Bundan sonra Hüsamettin’in Nigar ile evlenmek istediğini Nigar’a ve halasına söyler.Vecdi Hüsamettin’e bıraktığı defteri bu günlerde yazmaya başlar.Nigar ve Hüsamettin evlenir.Vecdi 1912’de savaşa gider,sol kolunu kaybeder.İstanbul’a geri döndüğünde evdekiler acı haberi alır,Nigar Vecdi için ağlar.Bundan sonra hergün iki saat Nigar’ın evinde kelmaya başlayan Vecdi,yağışlı bir akşam hasta olur,ateşi çıkar ve o akşam Hüsamettin’in kollarında ölür.

 3.KİTABIN ANA FİKRİ:
Hayat o kadar büyüktür ki umtlarımızı ve hayallerimizi bir tek sevgiye,bir tek aşka bağlayamayız.Böyle bir hareket tarzı bize kendi ölümümüzü yakınlaştırır.

Doğu Ekspresinde Cinayet-Kitap Özeti,Doğu Ekspresinde Cinayet


1)KİTABIN KONUSU:
Trende yaşanan bir cinayetin çözebilmek için Hercule Poirot’un karşılaştığı zorluklar anlatılmaktadır

2)KİTABIN ÖZETİ :
Cinayete kurban olan kişi, Bay Rachett adıyla anılmaktadır. Ve daha sonra gerçek adının Cassetti olduğu ortaya çıkacaktır. Kendisinin öldürüleceğinin farkına varmış ve korunması için aynı trende bulunan dedektif Poirot’a yirmibin dolar teklif etmiş, fakat Bay Poirot adamın tehlikeli biri olabileceğini dedektiflik içgüdüsünün de yardımıyla sezinleyerek kabul etmemiştir.
Cassetti’nin öldürülme sebebi, daha önce çocuk kaçırma olaylarına karışmış olmasıdır. En son ise Amerika’nın tanınmış ailelerinden Armstrong’ların kızını kaçırmış ve fidye istemiş, daha sonra ise de çocuğu öldürmüştür.
Cinayetin aydınlatılma işini Ekspresin müdürlerinden olan Bay Bouc, Poirat’a teklif eder, o da bunu kabul eder ve ipuçlarını o anda trende bulunan doktoru da yanlarına alarak, üçü araştırmaya başlarlar. Cinayeti ortaya çıkarabilecek dört ipucu bulunur;
Bunlar bir kondüktör elbisesi düğmesi, bir pipo temizleyici, üzerinde H harfi bulunan değerli bir mendil ve cinayetin saatini bulmalarına yardımcı olabilecek 01:15’i gösteren durmuş saat, doktor da yaptığı incelemeler sonucunda cinayetin 00:00 ile 02:00 arasında işlenmiş olduğunu ortaya koyar.
Şimdi bir de trende bulunan yolculara göz atalım: Albay Arbuthnot Hindistan’daki görevini bitirerek İngiltere’ye dönmekte, daha sonra aralarında bir ilişki anlaşılan Mary Debenham ise, 25 yaşlarında mürebbiyelik yapan biridir. Mac Queen Rachett’in sekreteri, Prenses Natalia Dragomiroff, yaşlı, soğukkanlı ve son derece çirkin olmasına rağmen güçlü bir kişiliğe sahiptir. Caroline Hubbard, hep kızından bahseden orta yaşlı geveze bir kadın, Masterman ise Rachett’ın uşağıdır. Michel yıllardan beri aynı hatta çalışan kondüktördür. Trende seyahat eden 13 yolcudan diğer altısının isimleri ise, Greta Ohlsson, Kont ve Kontes Andrenyi, Cyrus Hardman, Foscarelli, ve Hildegarde Schmidt’tir.
Delilleri incelemeye ve tanıkları dinlemeye başlayan üçlü, ipuçlarını yavaş yavaş çözerek sonuca ulaşmaya başlarlar. Bu süreçte İstanbul Calais vagonundaki yolcuları tek tek sorgular, cinayetin işlendiği gece koridorlarda gezen kırmızı kimonolu bir kadın saptanır. Cinayeti iki kişinin işlediği kanısına varırlar. Bunun sebebi cesedin üzerindeki bıçak yaralarının fasılalarla açıldığıdır. Tariflere göre cinayeti işleyen esmer, kısa boylu, zayıf ve ince kadın sesli biridir. Bu da cinayeti biri kadın biri erkek iki kişinin işlediği kanısını ortaya koyar.
Cesette on iki adet yara bulunmakta, vagondaki tek pipo içicisinin Albay Arbuthnot olduğu anlaşılır. Düğmelerin bulunduğu üniformayı ise sadece kondüktör giymektedir. Trende H harfiyle başlayan isme sahip biri de bulunmamakta, tüm kapıları kilitli olan trene dışarıdan yolcu binmediğine göre, katil vagonun içerisindedir. İçerideki on üç kişiden biridir ama hangisi?
Kitabın bundan sonraki bölümleri daha da ilginç ve sürükleyicidir. Hercule Poirot hemen her yolcunun bu cinayeti işleyebileceği ihtimaline karşın olanca titizliğiyle onları dinlemeye devam eder. Her birinin cinayeti nasıl ve ne amaçla yapabileceklerini kurgular; ancak hiçbirinin bu işi yapmamış olduklarına dair veriler de mevcuttur. Dışarıdan biri de vagona binmediğine göre bu cinayeti kim planlanmış ve yapmıştır?
Kitap oldukça ilginç ve akla gelmeyecek bir biçimde sonlanır. Poirot ince zekası sayesinde cinayeti çözmüş, en son vagondaki tüm yolcuları yemek salonuna toplar ve cinayeti açıklar. İki ihtimal vardır, birincisini salondakilere anlattığında yolcular bunu fazla inandırıcı bulmaz. İkinci ihtimal ise doğru senaryodur. Fakat bu da yolculardan hiçbirinin işine gelmez.Birinci ihtimalin tüm yolcular, dedektif, ekspresin müdürü ve doktor tarafından kabul edilmiş olmasının sebebi budur.
3)KİTABIN ANAFİKRİ:Her zaman gerçekler doğru olanı ya da olması gerekeni ortaya koymaz veya bazı işler öyle olması gerekriği için öyle olmuştur.

Esrarlı Ada-Jules Verne-Kitap Özeti

8 Mart 1865 yılında Pasifik Okyanusu’nda bir hortum garip uğultularla devam etmektedir.Bu hortumun içinde top gibi bir balon vardır.Balonun içinde beş kişi vardır.Balon denize çok yakındır.Bu yüzden yolcular ceplerindeki altın paralara varıncaya dek herşeyi denize atarlar.Yolcular en sonunda balonun sepetini atmaya karar verirler.Bunun sonucunda balon yelken gibi rüzgarın etkisiyle yükselmeye başlar ve yolcuları bir adaya çıkarır.Balonda beş kişi olan yolcular adada dört kişilerdir.Mühendis Smith ve onun köpeği olan Top kaybolmuştur.
1865 yılının şubat ayında Amerikan iç savaşı devam etmektedir.Kuzeyli General Grant, Richmont kentini kurtarmak isterken bir çok subayı ile düşmanın eline esir olarak düşmüştür.Bu insanlar yardım almak için bu balona binmişlerdir.Ancak hortum bu insanları bu ıssız adaya düşürmüştür.Yolculardan biri Yüzbaşı Cyrus Smith’tir.Mühendis ve bilim adamıdır.Yolculardan diğeri New York Herald gazetesinde muhabirlik yapan Gideon Spilet’tir.Cyrus Smith yanındaki zenci uşağının özgürlüğünü bağışlamıştır.Ancak zenci uşak olan Nebukadnazar efendisini yalnız bırakmamıştır.Diğer bir yolcu ise iyi bir denizci olan Pencroff’tur.
Adaya ayak basan yolculardan denizci olan Pencroff hemen bir ada üzerinde olduklarını anlamıştır.Yolcular mühendisi arama işini geç olduğu için ertesi güne bırakmışlardır.Ertesi gün Nebukadnazar efendisini büyük bir umutla arar.Arkasında ise Pencroff, Spilet ve Herbert gelir.Ancak hiç kimseyi bulamazlar.
Arama bittikten sonra Pencroff’un bulduğu granit kayalardan oluşan mağarayı barınak olarak kullanırlar.
Ertesi gün yolcular havlama sesiyle uyanırlar.Bu duydukları ses Top’un sesidir.Hemen sesin geldiği yöne doğru giderler ve orada Top’u ve Cyrus Smith’i buldular.Ertesi gün kendini toplayıp ayağa kalkar ve daha sonra hep beraber adayı incelerler.Yapılan incelemelerden sonra Cyrus Smith uzun süre daha bu adada kalacaklarını söyler.Yolcular bu adaya Lincoln adını verirler.
Yolcular büyük bir beceriklilik sonucunda bıçak, fırın, körük, demir,çelik ve çelik baltalar yaparlar.
Bir gece Pencroff’un yiyeceğinin içinden bir kurşun çıkar ve çok şaşırırlar.Bunun sonucunda Smith bu adaya insan uğradığını düşünür.
Bir gün yiyecek bulma işinden dönenler barınaklarında birilerinin olduğunu anlarlar.Barınağa bakarlar ve bir çok maymun görürler.Maymunların hepsi kaçar ancak bir tanesini kaçmayı başaramaz.Yolcular bu maymunu eğitmeye karar verirler.
Bir gün Mühendis Smith ****tans yapar ve bulundukların yerin enlemini ve boylamını ölçer.Bulundukları yer 153 derece doğu ve 37 derece güney paraleli üzerindedir.Ancak atlasta bu ölçülerde bir yerin olmadığını görürler.Bu ölçülere en yakın olan yer Tabor Adası’dır.
Uzun bir süredir uğraştıkları gemiyi en sonunda yaparlar ve geminin adını “Uğurlar Olsun” koyarlar.
Bir gün denizde bir şişe bulurlar.Şişede “kazaya uğradım…Tabor Adası…153 derece boylam…37 derece güney enlemi” yazıyordur.Yolcular bu kazazedeyi bulmaya karar verirler.
Ertesi gün Pencroff, Herbert ve Spilet yla çıkarlar.Tabor Adası’nda kazazedeyi bulurlar ve kazazedeyi kendi adalarına getirirler.Adam adını Ayrton olduğunu söyler ve sözlerine şöyle devam eder:
-20 Aralık 1854 yılında İskoçyalı Lord Glenervan “Duncan” adlı buharlı gemisiyle Avustralya önlerine demir attı.Gemide Fransız coğrafya bilgini, lordun karısı,İngiliz ordusundan bir yüzbaşı ve Kaptan Grant’ın çocukları olan bir genç kız ve çocuk vardı.Bir gün üzerinde boylamı yazmayan ancak enlemi 37 derece olan bir mesaj buldular.İşte gemi Kaptan Grant’ı aramak için Avustralya’ya gelmişti.Lord ve arkadaşları bir çiftliğe geldi.Ben bu çiftlikte çalışır gibi yapıyordum.Gerçek amacımız ise birer haydut olan arkadaşlarımızla çiftliği yağmalamaktı.Lord’a Kaptan Grant’ın tayfalarında olduğumu söyledim ve gemide ayaklanma çıkardım.Daha sonra Duncan’ı ele geçirmek istedim.Duncan’ın kaptanına lordun ağzından bir mektup yazdırdım.Daha sonra gerçek kimliğim anlaşılınca Melbourne’ye gelip mektubu Kaptan Austin’e verdim.Ancak Fransız coğrafya bilgini mektubu yanlış yazdı ve böylece ben de yakalandın.Lord, Kaptan Grant hakkında bütün bildiklerimi anlatmamı istedi.Ona karşılık ben de beni yalnız bir adaya bırakmalarını istedim.Lord, sözünde durdu ve Tabor Adası’na bıraktı.Şans eseri Kaptan Grant ve iki denizciyle bu adada karşılaştık.
Bir gün adaya gelen korsanlar Ayrton’ı kaçırırlar ve adanın her yerini yakarlar.Bu sırada incelemede olan yolculara bir not gelir ve Ayrton’ı ararlar ve onu bir kulübede bulurlar.Korsanlar ise ölürler.Ayrton’ın korsanların nasıl öldüğüne bir anlam veremez.
Bir sabah dağın zirvesinden beyaz dumanların yükseldiğini görürler.Smith, “yanardağ faaliyetini gösterecek” der.Mühendis teller yardımı ile bir telgraf yapar ve telgraftan “çabuk çiftliğe gelin” diye bir mesaj gelir.Yolcular hep birlikte çiftliğe giderler.Dev bir mağaranın içine girerler.Kayığa binip bir gemiye yaklaşmışlardır.
Geminin içine giren yolculardan Mühendis Smith:
-Kaptan Nemo!Bizi çağırmıştınız işte geldik.
-Demek adımı biliyorsun
-Sadece bu kadar da değil.Geminizin adı da Natilus.
Kaptan Nemo sinsi bir hastalığın pençesi altındaydı.Kaptan Nemo öyküsünü anlatır ve sonra “Eee!..şimdi söyleyin bakalım benim hakkımda ne düşünüyorsunuz?” der ve ölür.
Dışarı çıktıktan sonra Smith yanardağın faaliyete geçeceğini söyler.Ertesi gün yanardağda büyük bir patlama olur.Tam patlama sırasında Ayrton Duncan gemisini görür.Duncan gemisi Kaptan Grant’ın oğlu Robert’ın yönetimindeydi.Kaptan Robert Kaptan Nemo’nun büyük bir fedakarlık yaparak Tabor Adası’na bir mesaj bıralır.Robert da bu mesaja göre bu adaya gelir ve bütün yolcuları alıp Amerika’ya geri getirir.
Amerika’ya gelen yolcular burada da birbirlerinden ayrılmazlar.
Geniş bir çiftlik alarak burada çalışırlar.Spilet de “Yeni Lincoln Postası”adıyla yeni bir gazete çıkarır.
Bu yolcular kalan hayatlarına böyle güzel bir macera eklemiş oldular.
3)Kişiler:
General Grant, Cyrus Smith, Gideon Spilet, Nebukadnazar, Pencroff, Herbert, Ayrton, Kaptan Nemo, Robert,Top
4)Ana düşünce:
Bazı kişiler sevdikleri kişiler için bir çok engeller aşarlar.Bazen ise bu engelleri aşmak için bir çok kayıp verirler.
Ancak bu kayıplar bu kişileri hiç etkilemez.Çünkü o kişiler bu iyilikleri kayıp vereceklerini bildikleri halde yapmışlardır.
5)Yapıtın dili:Türkçe
6)Genel Yargı:Her türlü şekilde engeller aşılabilir ve o engellerden doğan sonuçlara katlanılabilir.

Denizler Altında 20.000 Fersah Kitap Özeti


1866 yılında bir deniz yarattığı bir çok gemi batırmış. Geceleyin fosforlu ışıklar saçıyordu. Toplum canavarın ortadan kaldırılmasını istiyordu. Bunun üzerine Abraham Lincoln firkateyni hazırlandı. Firkateyne bu konuda uzman olan Mr. Aronnax da (Paris müzesi Profesörü ,kitabın hayali yazarı) davet edildi .Bunun üzerine Mr. Aronnax sadık uşağı Conseil’le gitmeye karar verdi.
Geminin kaptanı canavarı görene iki bin dolar vereceği için herkes güvertede canavar gözlüyordu. Kanadalı zıpkıncı , Ned Land canavara inanmıyordu . Mr. Arronnax basınçla ilgili hesaplar yaparak canavarın çok büyük olduğunu saptadı. 31.15 Enlem ve 136.42 Boylamında canavar Ned Land tarafından görüldü. Bu haber üzerine motorlar tam yol çalışmaya başladı. Amerikan Deniz donanmasının en hızlı gemisi bile canavarın hızına erişemiyordu. Canavara topla ateş edildi. Canavar vuruldu. Birden canavar suya battı. Ardından geminin yarısı suyla kaplandı. Ned Land, Mr. Arronnax, Conseil denize düştüler.
Kendilerini bir kamarada buldular. Denizaltı mürettebattıyla çeşitli dillerden iletişim kurmaya çalıştılar . Kamarot yemeklerini getirdi. Sofrada bilmedikleri yiyecekler vardı. Tabakların üstünde ‘N’ Harfi vardı.
Kaptan odaya girdi . Bağımsız olacaklardı. Fakat kendisine itaat edeceklerine dahi şeref sözü aldı. Kaptan Nemo Natilius’un kaptanıydı. Kaptan Nemo Mr. Arronnax’a geminin bölümlerini gösterdi. Bir odada Dünyaca ünlü ressamların eserleri vardı . Başka bir yerde paha biçilmez inciler ve deniz kabukları duruyordu.
Gemide her şey sodyumdan elde edilen elektrikle çalışıyordu. Nautilus için toplam 350000 sterlin harcanmıştır.
Denizlerde kıtalardaki gibi nehirler vardır. Golf Strim akıntısı Bengal Körfezinden başlayıp Malaka Körfezinden geçip Kuzey Pasifiğe dönüyor. Mr Arronnax iki saat Çin Denizindeki balıkları izliyor.
Ertesi gün Kaptan Mr. Arronnax’ı Crespo denizaltı ormanında ava davet etti. Profesör daveti kabul etti. Burada deniz adamı kıyafetinden daha rahat bir kıyafet kullandılar. Ormanda ağaçların dalları dimdikti. Hayvanlarla bitkilerin türü birbirine çok benziyordu.
Natilus Sandwich Adalarının yanındaki denizin derinliği zannedildiği gibi7200 metre değil 3600 metre olduğunu saptıyor . Natilus iki Fransız tüccar gemisi olan Boussole ve Astrolabe’nin battığı yer olan Vanikaro’yu ziyaret etti. Burada (denizin altında) iki volkanik dağ vardı. MR.Aronnax lavların ateş çıkartmadığını için şaşırdı. Çünkü oksijen olmadığı için ateş çıkarmıyordu. Batan teknelerin gönderilmesi 16.Kral Louis tarafından yollanmış.
Natilus’un havayı temizleme sitemi tıpkı balinaların ki gibiydi. Balinalar gibi temiz hava deposunu doldururken su fışkırtıyordu. Gemide arıza çıktığından Papua sahilinde durdu. Taze et yemek için Ned Land , Conseil ve Mr.Aronnax ava çıktılar. Ned Land ekmek ağacının meyvalarını topladı. Bol bol avlandılar. Adadan ayrılırken yerliler saldırıya geçtiler. Hemen sandalla binip Natilus’a gittiler. Arıza giderildi. Yerliler Natilus’a doğru saldırıya geçtiler. Natilus’un kapağı açıktı. Yerliler tırmanmaya başladı. Mr. Arronnax telaş içindeydi, fakat Kaptan Nemo yerliler içeriye girmek üzere oldukları halde telaş yapmıyordu. Yerliler yıldırım çarpmış gibi yere düştüler. Ned Land olayı merak etti ve güverteye deydi. O da yıldırım çarpmışa döndü. Katan Nemo geminin dışına elektrik vermişti.
Mercanların bol olduğu yere mercan krallığı deniyordu. Burada türlü mercan ağaçları vardı. Burada insan kendine bir servet yapabilir. Gemide beyni kafasından çıkmak üzere olan bir adam vardı. Adam önceden ölmüştü. Onu denizin 200 metre altındaki mercan mezarlığına gömdüler. Mezarın başında mercanlardan oluşan haç işareti vardı. Adam öldükten sonra Dünya ile bağlantısını kesmiş olan Kaptan Nemo çok üzüldü.
Kaptan Nemo Mr. Arrannox’a inci avına çıkmayı teklif etti. Profesör kabul etti. Denizin dibinde bir sürü inci vardı. Renk ,renk, çeşit, çeşit inciler vardı. Kaptan Nemo deniz altı mağarasında Hindistan cevizi büyüklüğünde bir inci gösterdi. Onun şu anki değeri 500000 sterlinden fazlaydı. Onu almadı. Çünkü onun daha büyümesini istiyordu.
Birden köpekbalığı inci toplayan Hint adama saldırdı. Onu kurtarmak için hayatını tehlikeye attı. Köpekbalığı onu öldürmek üzereyken Ned Land köpekbalığını zıpkınla vurdu. Hintli adamı ve incileri topladığı keseyi sandala bıraktılar. Adam onları görünce korktu.
Bir gün Kaptan Nemo Hint Okyanusu’ndan Akdeniz’e bir gün içinde varacağını iddia etti. Profesör Arronnax şaşırdı. Çünkü bu imkansızdı. Kaptan Nemo yaptığı araştırmalarla bir ucu Hint Okyanusundan başlayıp öbür ucu Akdeniz’den çıkan bir tünel bulmuş. Buna Arap Tüneli adını vermiş. O tünelden geçip Akdeniz’e vardılar.
Natilus kayıp olduğu varsayılan Atlantis’in Asya, Avrupa, Libya’nın ötesinde olduğunu biliyordu. Oraya gittiler. Eski Yunanların ilk savaşları orada yapılmış. Yanardağlardan lavlar akıyordu. Fakat oksijen olmadığı için alev çıkmıyordu. Kaptan Nemo başından geçen olayları tek tek yazıyordu. Bu gemide kalan en son kişi tarafından bir şişeye koyup denize atılacak.
Natilus gücünü sağlayan sodyumu denizin altındaki bir kömür madeninden sağlıyor. Adamlar burada kazma kürekle kömür çıkartıyorlar. Burası bir yanardağ ağzıymış. Sodyumu elde etmek için kömürü yaktıklarında yanardağın faaliyete geçtiğini zannediyorlar.
Natilus Sargasso Denizin ‘de dalma denemesi yaptı. Derine indikçe basınç artıyordu. Ned Land balinaları görünce avlamak istiyordu. Kaptan Nemo buna izin vermedi. Çünkü balinaların vahşice öldürülmesine taraftar değildi. İleride kaşalotların balinalara saldırdığını gördü. Natilus kaşalotlara çarparak tamamını öldürüldü . Okyanus kana bulandı.
Natilus güneye gidiyordu. Amacı kimsenin gidemediği Güney Kutbuna gitmekti. Etraf tamimiyle buz kaplıymış. Bir aysberge çarptı. Hasar ciddiydi. Fakat hasar tamir edildi. Ertesi günlerde havasını depoladıktan sonra Güney Kutbunun altına daldı. Buz kayalarının arasına sıkıştı. Ancak iki günlük temiz havaları vardı. Dışarıya çıkıp buzları kırmaktan başka çare yoktu. Fakat bu uzun sürdü. Kaptan kaynar suyla buzların bir bölümünü eritti. Beş gün geçti. Profesör nefessizlikten bayılmak üzereydi. Sonunda buz kütlesi yarıldı. Kaptan Kuzey Kutbuna ‘N’ işaretli bayrağını dikti ve geri döndü.
Ned Land gemiden sıkılmıştı. Sık sık profesörle görüşüp kaçma planları yapıyordu. Yedi tane mürekkep balığı Natilus’a saldırdı. Her biri ikişer ton ağırlığında beş altı kollu canavarlardı. Bir Fransız gemiciyi alarak uzaklaştı. Kaptan Nemo gözyaşlarını tutamadı. Natilus suyun üstünde adeta ceset gibi süzülüyordu.
. 47 derece enlem ,17 derece boylamda deniz dibinde mezarlık gibi bir yer gördü.18.Yüzyılda burada Marseilles (Fransız) gemisi ile Preston (İngiliz ) gemisi savaştı. Savaş sonunda Marsilles gemisi battı. Natilus’a bir İngiliz gemisi saldırdı. Natilus onu mahmuzuyla batıracaktı. Profesör bunu yapmamasını istedi. Fakat Kaptan Burada annesini ,babasını, karısını, ülkesini ,eşini ve çocuklarını kaybettiğini söyledi ve onu batırdı. İnsanlar teker teker denizin dibine batıyorlardı. Kaptan Nemo dayanamayıp hıçkıra hıçkıra ağladı. Ned Land ta her ne pahasına olursa olsun gemiden ayrılıp vatanına dönmek istiyordu.
Kaptan Nemo yaşadığı olaylardan sonra iyice içine çekildi. Ned Land kaçış planları yapıyordu. Natilus korkunç akıntı olarak bilinen Mealstrom’a doğru gidiyordu. O sırada Conseil, Mr. Arronnax ve Ned Land filikada vidaları söküyorlardı. Bir sarsıntı oldu. Filika Natilus’tan ayrıldı. Mr. Arronnax, Conseil ve Ned Land özgürlüklerine kavuştular. Lafonten adasında bir balıkçı kulübesinde kalıyorlardı. Natilus’un akıbeti ise belli değildi. Profesörün tahminine göre Natilus oradan kurtulmuş ; denizlerde intikam peşindeydi.

Murat Gülsoy 'Baba-oğul ve Kutsal Roman'

Murat Gülsoy 'Baba-oğul ve Kutsal Roman'da kurduğu eğlenceli ve kendine özgü âlemde, hem büyü yapmaya hem büyü 
bozmaya davet ediyor okurlarını. Karanlığın aynasına koyu bir ironiyle, acımasız bir yalınlıkla güle oynaya giriyor, kırıp parçalarına ayırdığı bir hayatı gözlerimizin önüne seriyor. Baba, Oğul ve Kutsal Roman, edebiyatın başkalarının hayatlarına kaçıp saklanmanın değil kendi dehlizlerinde dolaşmanın bir yolu olduğuna inananlar için….


Murat Gülsoy kimdir? 
Murat Gülsoy, 1992-2002 yılları arasında arkadaşlarıyla Hayalet Gemi dergisini çıkardı. Bu Kitabı Çalın adlı kitabıyla 2001 yılı Sait Faik Hikâye Armağanı’nı ve Bu Filmin Kötü Adamı Benim adlı romanıyla 2004 yılı Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandı. Bu Kitabı Çalın, Almanya’da Stehlen Sie dieses Buch adıyla yayımlandı. İstanbul’da Bir Merhamet Haftası birçok dile (Çince, Makedonca, Rumence, Bulgarca, Arapça) çevriliyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi, mühendislik ve yaratıcı yazarlık dersleri veriyor; sadece yazmayı değil yazmak üzerine düşünmeyi de seviyor.



Murat Gülsoy’un Can Yayınları’ndaki diğer kitapları:
Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul, 1999
Bu Kitabı Çalın, 2000
Âlemlerın Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler, 2002
Binbir Gece Mektupları, 2003
Bu Filmin Kötü Adamı Benim, 2004
Büyübozumu, 2004
Sevgilinin Geciken Ölümü, 2005
İstanbul’da Bır Merhamet Haftası, 2007
602. Gece, 2009
Karanlığın Aynasında, 2010
Tanrı Beni Görüyor mu? 2010

Tüfek Mikrop ve Çelik Kitap Özeti

“Neden Avrupalılar Amerika’yı keşfetti de Amerikalılar Avrupa’yı keşfetmedi?” Bu basit sorunun ardında insanlığın MÖ 11.000′den günümüze tarihi gizli. Fizyoloji profesörü Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik’te, aklımıza gelmeyen, 
geldiğinde çocukça bulduğumuz soruların yanıtlarını araştırırken, tarımın başlamasından yazının bulunuşuna, dinlerin ortaya çıkışından imparatorlukların kuruluşuna, tarihin seyrini belirleyen pek çok önemli adımı ayrıntısıyla inceliyor. İnsan toplulukları arasındaki farklılıkların, eşitsizliklerin nedenlerini, temellerine inmeye çalışarak sorguluyor; günümüz dünyasını biçimlendiren etkenlerin izini sürüyor… Biyoloji, jeoloji, arkeoloji, coğrafya gibi değişik bilim dallarından beslenen, “Batılı” koşullanmalardan arınmış, geleceği gösteren bir tarih kitabı.



Dünyanın farklı bölgelerindeki farklı halklar için tarihin çok farklı biçimde geliştiğini hepimiz biliyoruz. Sonuncu Buzul Çağı’ını izleyen 13.000 yılda dünyanın bazı bölgelerinde metal aletlere sahip olan okuryazar sanayi toplumları ortaya çıktı, buna karşılık başka bölgelerinde okuryazar olmayan, çiftçilikle uğraşan toplumlar, daha başka bölgelerindeyse taş aletler kullanan, avcılık yaparak ve yaban yiyecekler toplayarak geçinen toplumlar vardı. Bu tarihsel eşitsizliklerin uzun gölgelerini bugünkü dünyamızda da gözlemliyoruz, çünkü metal aletleri olan okuryazar toplumlar öteki toplumlar üzerinde üstünlük kurdu ya da onları yok etti. Bu farklılıklar dünya tarihinin en temel olgusudur ama bunların nedenleri belirsiz ve tartışmalıdır. Bana bu farklılıkların nedeniyle ilgili düşündürücü soru 25 yıl önce çok basit ve kişisel bir soru olarak sorulmuştu.
1972yılının Temmuz ayında tropik bir ada olan Yeni Gine’de deniz kıyısında yürüyordum. Bir biyolog olarak kuşların evrimini incelediğim yerdir Yeni Gine. Yali adında müthiş bir yerli siyasetçiden söz edildiğini duymuştum, o günlerde o bölgede dolaşıyormuş. Bir rastlantı sonucu o gün Yali ile ikimiz aynı yöne doğru yürümekteymişiz. Yali arkamdan yetişti. Bir saat birlikte yürüdük ve bir saat boyunca konuştuk.
Yalı insanları etkileme gücü olan, enerji saçan biriydi. Gözlerinin parlaklığı gözlerinizi kamaştırırdı. Büyük bir özgüvenle kendinden söz etti ama aynı zamanda derin bir merakı yansıtan pek çok soru sordu, büyük bîr dikkatle dinledi. Sohbete o günlerde Yeni Gine’de herkesin zihnini meşgul eden bir konuyla başladık çok hızlı gelişen siyasal olaylar. O günlerde, Yali’nin ülkesinin bugünkü adını kullanırsak, Papua Yeni Gine, Birleşmiş Milletler’in bir kararı uyarınca hâlâ Avustralya yönetimi altındaydı ama bağımsızlık rüzgârları esmeye başlamıştı. Yali bana yerli halkı kendi kendilerini yönetmeye hazırlamaktaki rolünü anlattı.
Bir süre sonra Yali konuyu değiştirdi ve beni sorguya çekmeye başladı. Yeni Gine’den dışarı adım atmamıştı, yüksekokuldan sonra eğitimine devam edememişti ama doymak bilmez bir merakı vardı. Önce benim Yeni Gine kuşları üzerinde nasıl bir çalışma yaptığımı öğrenmek istedi (bu iş için kaç para aldığımı sormayı da ihmal etmemişti). Farklı kuş topluluklarının milyonlarca yıllık bir süre İçinde Yeni Gine’yi kendilerine nasıl yurt edindiklerini anlattım. Sonra o bana, kendi halkının atalarının son on binlerce yıl İçinde Yeni Gine’ye nasıl geldiklerini ve son 200 yıl içinde beyaz Avrupalıların Yeni Gine’yi nasıl sömürgeleştirdiklerini sordu.
Yali ile benim temsil ettiğim toplumlar arasındaki gerilimi ikimiz de biliyorduk ama aramızdaki dostluk havası bozulmadan devam ediyordu, iki yüzyıl önce bütün Yeni Gineliler “hâlâ Yontma Taş Çağı n da yaşıyorlardı”. Yani Avrupa’da binlerce yıl önce yerlerini metalden yapılma aletlere bırakmış olan taştan yapılma aletleri hâlâ kullanıyorlardı, merkezi bir siyasal gücün çevresinde örgütlenmemiş olan köylerde yaşıyorlardı. Beyazlar geldiler, merkezi yönetimi getirdiler, çelik baltalardan, kibritten, ilaçtan giyim kuşama, meşrubata, şemsiyeye kadar çeşitli mallar getirdiler; Yeni Gineliler bu malların değerini hemen anladı. Yeni Gine’de bütün bu malların hepsinin toplu adı “kargo” idi.
Beyaz sömürgecilerin pek çoğu Yeni Ginelileri “ilkel” diye açıkça küçümsedi. Yeni Gine’deki beyaz “efendilerin” 1972′de hâlâ onlara “efendi” deniyordu en işe yaramazı bile Yeni Ginelilerden, hatta Yali gibi etkili siyasetçilerden daha iyi bir hayat yaşıyordu. Ama Yali bana sorduğu gibi pek çok beyaza da sormuştu, ben de pek çok Yeni Gineliye sordum. Ben de Yali de çok iyi biliyoruz ki Yeni Gineliler ortalama olarak en az Avrupalılar kadar zekidir. Herhalde Yali o parlak gözlerini dikip sorgular gibi bana baktığında kafasından bunlar geçiyordu. “Neden siz beyazların bu kadar çok kargosu var, bunları Yeni Gine’ye neden getirdiniz ve biz siyahların kendi kargosu neden bu kadar az?” diye sordu.
Bu basit bir soruydu ama Yali’nin tanıdığı şekliyle hayatın en can alıcı sorusuydu. Evet, ortalama bir Yeni Ginelinin hayat tarzıyla ortalama bir Avrupalının ya da Amerikalının hayat tarzı arasında hâlâ büyük farklılıklar var. Bunların dışında kalan halkların hayat tarzları da benzer farklılıklar gösteriyor Bu büyük farklılıkların gerisinde önemli nedenler yatsa gerekir ve insan bunların çok açıkça görülebilecek nedenler olduğunu sanabilir.
Oysa Yali’nin basit gibi görünen sorusu yanıtlanması güç bir soru. O zamanlar bu sorunun yanıtını bilmiyordum. Tarih uzmanları yanıt konusunda anlaşamıyorlar; çoğu artık böyle bir soru sormuyor bile. Yali ile aramızda bu konuşmanın geçtiği günden bu yana insanlığın, tarihin ve dillerin evriminin başka yönleri üzerinde araştırmalar yaptım, yazılar yazdım. Yirmi beş yıl sonra yazılmış bu kitapla Yali’nin sorusunu yanıtlamaya çalışacağım.
Yali’nin sorusu yalnızca Yeni Ginelilerle Avrupalı beyazların hayat tarzları arasındaki farkla ilgiliydi ama çağdaş dünyadaki daha pek çok karşıtlığı kapsayacak şekilde genişlet ilebilir. Avrasya kökenli, özellikle şu an hâlâ Avrupa’da ve Doğu Asya’da yaşayan halklar ile Kuzey Amerika’ya göç etmiş olanlar, zenginlik ve güç bakımından dünyaya egemen olmuş durumdalar. Afrikalıların çoğu da içinde olmak üzere öteki halklar Avrupa’nın sömürgesi olmaktan kurtuldular ama zenginlik ve güç bakımından çok gerilerde kaldılar. Dahası Avustralya’nın, Kuzey, Orta ve Güney Amerika’nın, Güney Afrika’nın yerli halkları artık kendi topraklarının efendisi bile değiller, Avrupalı sömürgeciler tarafından katledildiler, boyunduruk altına alındılar hatta bazı durumlarda tamamıyla yok edildiler.
O bakımdan çağdaş dünyada görülen eşitsizliklerle ilgili soruyu şöyle sormak gerekir: Neden şu anda Avrupalı ve Asyalı halklar zenginlik ve güç sahibi de başkaları değil? örneğin neden Amerika, Afrika ve Avustralya yerlileri gidip Avrupalıları ve Asyalıları öldüremedi, egemenlikleri altına alamadı, onların köklerini kazıyamadı?
Bu sorunun kolayca bir adım gerisine gidebiliriz. MS 1500 yılında Avrupalı sömürgeciler dünyaya yayılmaya başlarken farklı kıtalardaki halklar teknoloji ve siyasal örgütlenme bakımından büyük farklılıklar gösteriyordu. Avrupa’da, Asya’da, Kuzey Afrika’nın büyük bir bölümünde metal aletler kullanan devletler ya da imparatorluklar vardı, bunların bazıları sanayileşmenin eşiğine gelmişti. Amerika’nın iki yerli halkı, Aztekler ve İnkalar taştan yapılma aletlerle imparatorluklar yönetiyordu. Afrika’da Sahranın güneyinin bir bölümü demir aletler kullanan küçük devletler ya da şefliklere bölünmüştü. Başka halkların çoğu çiftçilikle uğraşan kabileler ya da taştan yapılmış aletler kullanan avcı/yiyecek toplayıcı insan sürüleri halinde yaşıyorlardı bunların arasında Avustralya ve Yeni Gine’de yaşayan halklar. Büyük Okyanus adalarının ve Kuzey, Orta ve Güney Amerika kıtalarının büyük bölümünde, Sahra’nın güneyindeyse küçük bir bölümde yaşayan halklar da vardı. Kuşkusuz MS 1500 yılında görülen bu teknolojik ve siyasal farklar çağdaş dünyadaki eşitsizliklerin en yakın nedenidir. Ama dünya 1500 yılındaki durumuna nasıl geldi?
Yine, yazılı tarihlere ve arkeolojik bulgulara dayanarak bu sorunun da kolayca bir adım gerisine gidebiliriz. Son Buzul Çağı ‘nın sonuna, yani MÖ 11.000 yılına kadar bütün kıtalardaki bütün halklar bâlâ avcılık ve yiyecek toplayıcılığıyla geçiniyordu. MS 1500 yılında görülen teknolojik ve siyasal farklılıkların gerisinde. MÖ 11.000 yılıyla MS 1500 yılı arasında farklı anakaralardaki farklı halkların farklı hızda gelişim göstermiş olması gerçeği yalıyordu. Avustralya ve Amerika yerlileri avcı/yiyecek toplayıcı olarak kalırken, Avrasya halklarının büyük bölümü, Amerika’da ve Sahra’nın güneyinde yasayan halkların epeycesi tarım, hayvancılık, metal işleme teknolojisi, karmaşık siyasal örgütlenme evrelerine geçmişti. Avrasya’nın bazı bölgeleriyle Amerika’nın bir bölgesinde yasayan halklar birbirinden bağımsız olarak yazıyı da bulmuşlardı. Ama bu yeni gelişmelerin hepsi Avrasya’da başka yerlere oranla daha erken bir tarihte oldu. örneğin Güney Amerika And Dağları’nda bronz aletlerin seri Üretimi 1500yılından önceki yüzyıllarda ancak başlarken Avrasya’nın bazı bölgelerinde 4000 yıl önce başlamıştı. Tasmanya’nın Avrupalı kâşiflerce MS 1642 yılında ilk keşfedildiği zamanki taş teknolojisi, Yukarı Avrupa’nın on binlerce yıl önce Yontma Taş Çağındaki teknolojisinden daha basitti.
O halde çağdaş dünyadaki eşitsizliklerle ilgili sorumuzu şöyle sorabiliriz: İnsanlar neden farklı kıtalarda farklı hızda gelişti? Tarihin seyrini oluşturan şey bu hız farklılıklarıdır ve benim kitabımın konusu da işte budur.
Dolayısıyla bu kitap sonuçta tarihle ve tarih öncesiyle ilgili ama konusu yalnızca bilimi ilgilendiren bir konu değil, aynı zamanda uygulama ve siyaset açısından son derece önemli. Çağdaş dünyayı fetihler, salgın hastalıklar ve soykırımlar

Hayata Evet!

* Bu kitapta 1977- 2000 yılları arasında yazdığım yazıların bir kısmını bir araya getirdik.
* Yirmili yaşlarımda cebimde saman kâğıtlarından kesilmiş küçük kâğıtlar dolaştırırdım.
* Atlardım Bakırköy’den minibüslere doğru Aksaray. Gazete okur, kitap okurdum bir kahvehanede. Bu arada cebimden o kâğıtları çıkarıp bazı şeyler yazardım.
* Bazen gider Beyazıt kütüphanesinde açar, Spinoza’nın Etikası’nı okurdum satır satır.
* Sonra bu yazı yazma işini profesyonel bir mesleğe dönüştürdüm. Bir yandan bir dergide sekreterlik görevini yürütürken, bir yandan da hep yazı yazdım.
*Cağaloğlu, Unkapanı ve Karaköy üçgeninde yürürken, derginin basıldığı matbaa, derginin deposu ve eve yolculuk için bineceğim vapura yürürken planlardım yazılarımı.
*Aslında bütün bu işler kendini tanımaya çalışma işinin bir parçası imiş meğer.
*Ve ben bu işe hala devam ediyorum. Bilmekten çok olmaya, değişmekten çok öze ulaşmaya yönelik bir çalışma.
*Yıllar sonra bu yazılar elime geçtiğinde gördüğüm gibi şimdi düşündüğüm, söylediğim şeylerin birçoğunu ta o zamandan hazırlamışım. Halı dokur gibi ilmek ilmek örmüşüm düşünce dünyamı.
* Şimdi düşünüyorum da “ ne güzel günlermiş o günler! ” diyorum.
*Hadi birlikte yolculuğa çıkalım sizinle! Sİ

Medine Müdafası

Fahrettin Paşa’ya 10 Mayıs 1916 günü , Cemal Paşa’dan bir telgraf gelir. Telgrafta Mekke Emiri’nin oğullarının durumu ve bunlara karşı alınabilecek önlemler anlatılmaktaydı. Emir Hüseyin ve oğulları, İngilizlerle birtakım oyunlar peşindedirler. Fahrettin Paşa’dan bu planları öğrenmesi ve acilen bildirmesi isteniyordu.
Fahrettin Paşa, teftiş bahanesiyle Medine’ye gider ve durumun önemini yakınen görür. Gerçekten de Emir ve oğulları, İngilizlerle birlik olmuşlar, Osmanlı üzerinde oyunlar planlamaktadırlar.
Cemal Paşa , Fahrettin Paşa ile şifreli olarak haberleşiyor, oradaki durum hakkında bilgi alıyordu. Birgün Şerif Hüseyin, Osmanlı Devleti’ndeki ve Arabistan’daki sudan bazı sebepleri göstererek başkaldırır. Cemal Paşa durumun ciddiyetini anlayınca takviye kuvvetler gönderir. Şerif Hüseyin ihtilal beyannamesinde birçok asılsız iftira ve karalama öne sürer. Aslında bu iddiaların hiçbirinin dayanağı yoktur.
Cemal Paşa’nın üzerinde durduğu nokta, Hicaz Demiryolu idi. Bu aynı zamanda Filistin cephesinin de ulaşım hattıydı. Dolayısıyla önemi çok büyüktü. Bu hattın korunması için askerlerimiz çok fedakarca, hatta ölümü bile göze alarak çalışıyorlardı.
İsyancılar hemen harekete geçmiş, çöldeki Osmanlı karakollarına baskın yapıyorlar, demiryollarını dinamitliyorlar, askerleri pusuya düşürerek öldürüyorlardı.
Arapların demiryolunu dinamitlemesi sonradan olan bir işti ve onlara bunu İngiliz casusu Lawrens’ın getirdiği müfreze öğretmişti.
Osmanlı ordusu, Medine’yi savunuyordu ama, Mekke ve Taif’e yetişemiyordu. Bundan dolayı isyanın ilk günlerinde bu yerler isyancıların eline geçti.
Çölde savaş, sadece düşmanla yapılmıyordu. Açlık, iskorpit, çekirge, humma vs. gibi birçok düşmanla mücadele etmek zorunda kalınıyordu. Fahrettin Paşa; askerin hem hocası, hem de doktoru idi. Onların hastalıklarına çareler arıyor, bulduklarını emir şeklinde duyuruyordu. Bütün bunların yanı sıra gıda yetersizliği de önemli bir sorundur. Hatta çekirge yenmesi için Fahrettin Paşa tarafından emir yayınlanır. Fakat başka bir sorun da çöl sıcaklığıydı. Güneş kumları cehenneme çeviriyor ve askerler güneş çarpmasından hayatlarını kaybediyorlardı.
Şerif Hüseyin’in isyanı ile birlikte Osmanlı yönetimi de bu kişiyi görevinden azletmiştir ve yerine Şerif Haydar Paşa’yı tayin etmiştir. Devlet Şerif Haydar Paşa’dan çok şey bekliyordu. Amaç oradaki düzenin tekrar sağlanmasıydı.
Ancak yeni Emir, Fahrettin Paşa ile anlaşamıyordu. Çünkü kendiside bir Arap’tı. Dolayısıyla Arapların kırılmasını istemiyordu. Enver Paşa, Cemal Paşa’ nın Haydar Paşa konusundaki fikrini sorması ve olumsuz yanıt alması üzerine, yerine Miralay İsmet Bey’i önermektedir. Enver Bey, çeşitli nedenlerden dolayı onun yerine Mustafa Kemal Paşa’yı görevlendirmek ister. M. Kemal Paşa, Cemal Paşa ile görüşür. Daha sonra bir takım kararlar alınır. Mustafa Kemal, emrindeki bölgenin genişletilmesini isterken, diğer yandan Ordu Komutanı yetkisi verilmesini istiyordu.
Medine’nin boşaltılması isteniyordu. Aslında bu önce M. Kemal’den istenmiş ancak o kabul etmemiştir. O bölgede bulunan Fahrettin Paşa’nın bu işi yapması istenir. Fahrettin Paşa, ikilem içinde kalır. Bir yanda bir emir, öte yanda kutsal bir beldenin terkedilmesi ve halkının ıssız çöllere dökülmesi…
Fahrettin Paşa, boşaltma emrini kabul ettiğini ancak küçük bir birliğin orada kalmasının faydalı olacağını düşündüğünü bildirir. Fakat Cemal Paşa, buna bir anlam veremez. Ama Enver Paşa’ya bu notu ulaştırır. O da Sadrazam Talat Paşa’ya durumu iletir. Fahrettin Paşa’nın dileği kabul olur ve Medine’de kalır. Ancak bir yıllık erzak depolamak için işi ağırdan alır. Bu da Cemal Paşa’nın dikkatinden kaçmaz ve kendisini bir telgraf ile uyarır.
Fahrettin Paşa, Medine’de bulunan “Kutsal Emanetler” i dikkatle toplayıp, paketler ve 19 Mart 1917 günü Medine’den kalkan trenle İstanbul’a gönderir. “Kutsal Emanetler” denen bu eşya ve hediyeler arasında çok değerli mücevherler ve Peygamberimize ait eşyalar da vardır.
Fahrettin Paşa’nın taktikleri ile Hicaz Seferi kuvvetlerinin büyük bir bölümü elinde kalmış fakat erzakı tükenmek üzeredir. Elinden geldiği kadar tren yolunu açık tutmaya çalışmaktadır. Daha sonraları beraberindeki birliklerden Arap olanlar çöllerde firar eder, buna sonraları Türk askerleri de eklenir. Bunun yanısıra açlık, hastalık vb. etkenlere karşıda mücadele veriliyordu.
Şehrin dışında Lawrens’in örgütlediği güçler egemen olmuş, içeride ise; Fahrettin Paşa egemen olmaya çalışıyordu. Binbir zorluğa katlanarak,Fahrettin Paşa; Medine’yi kuşatanlara karşı bir set gibi duruyordu. Hal böyleyken aldığı bir telgraf, Paşa’yı adeta yıkar. Telgrafta, Filistin cephesinin yarıldığını, Şam’ın düştüğünü öğrenir. Artık dayanacak tek bir desteği kalmamıştır. Durumu askerlerine üç gün sonra bildirir. Artık askerler gruplar halinde kaçmaya başlar. Subaylar arasında da hoşnutsuzluk mevcuttur.
İşte böyle zor bir Cuma günü minbere çıkıp “Ya Rasulallah! Ben seni bırakmam” diye haykırıp, ağlamıştır. Bu olayın üç gün sonrasında anlaşma şartnamesiyle gelen bir Osmanlı Yüzbaşısına; “Halife teslim ol demeden teslim olmam” der, diye cevap verir.
Ancak ilerleyen günlerde askerler arasında çözülme başlamıştır. Fahrettin Paşa hala direnmektedir. Artık çevresinde kimse kalmadığını görünce 5 Ocak 1918 günü yerini Miralay Necip Bey’e bıraktı. Sonra Haremi Şerif’e gidip veda namazı kıldırdı. Ardından istirahata çekilmek istediğini söyledi ve bir süre odasına kapandı. Paşa’nın odadan çıkmadığını görenler endişelendi. Çünkü, Paşa’nın bir defasında böyle duruma gelinirse intihar edebileceğini söylediğini herkes biliyordu. Çeşitli hilelerle Paşa’nın kılıç ve silahını almaya çalıştılar ve sonunda başardılar. Çünkü artık takati kalmamıştı. Ve nihayet bir gün yatağından alınarak, İngilizlere teslim edilir.

Türk Kadının Dünü Bugünü Kitap Özeti

Kitabın Adı Türk Kadınının Dünü Ve Bugünü
Kitabın Yazarı Prof.Dr. Emel DOĞRAMACI
Yayınevi ve Adresi Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara
Basım Yılı 1997
KİTABIN ÖZETİ
Prof. Dr. Emel Doğramacı kitabının sunuş bölümünde şunları belirtmektedir:
“Ülkemizde, özellikle seksen ve doksanlı yıllarda oldukça fazla düzeyde ele alınan kadın-erkek ikilemi ve öncelikle kadın sorunları konusu, bugün artık çağdaş düzeyde kadının toplumda aldığı ve alabileceği roller üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bu amaçla “Türkiye’de Kadının Dünü ve Bugünü” adlı kitabımın üçüncü basımımda, Türkiye’de kadının tarihsel süreç içindeki yeri ile birlikte, günümüzdeki durumu ve geleceği yönünden elde edilen son bilgileri ve istatistiksel verileri ilave ederek işlemeyi uygun buldum. Buradaki gerekçem, kadının dünya perspektifindeki gelişme ve uygulamalarının hızlı ve gerçekçi olmasındandır.
Bu eserde, günümüz siyasal ve sosyal hayatın gündeminde oldukça kendinden söz ettiren laiklik ilkesi ile birlikte, çağdaşlık, modern kadın olgusu ve bunların bir sentezini ayrı bir bölüm olarak bulacaksınız.”
1995′ten bu yana Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde görev yapan Prof. Dr. Emel DOĞRAMACI’nın “Türkiye’de Kadının Dünü ve Bugünü” adlı kitabı altı bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Türk kadın haklarının tarihsel gelişimi üzerinde duran yazar, bu bölümde tarihsel süreç içinde Türk kadının farklılıklar gösteren konumuyla ilgili ayrıntılara yer vermektedir. 1923′te Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan, 1926 yılında şeriatın ortadan kalkmasından sonra yeni Medeni Kanun’un kabulü ile devam eden ve 1935′e, Türk kadınının “erkeğin sosyal yaşamının her alanındaki görevlerine yardım edip her şeyi yapabileceği” fikrinin kabulüne dek bu süreç incelenmektedir. İkinci bölümde kadının Osmanlı Devleti’ndeki genel görümü üzerinde duran yazar, Osmanlı Devletindeki hükümdarların ve devlet adamlarının eğitime çok önem verdiklerini, medrese öğrenimi yapısını, Padişah kızlarına sarayda kuma yazma öğretildiği, Kız Teknik okullarının 19.yy’da açılması, kız öğrenciler için ilk üniversitenin 12 Eylül 1914′te “İnas Darü’l-Fünun” adıyla açılması gibi detayların üzerinde durmaktadır. Yazar üçüncü bölümde Türk Edebiyatı’nda kadının nasıl işlendiği üzeride durmaktadır. Namık Kemal, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Halide Edip Adıvar ve Ziya Gökalp gibi yazarların çeşitli eserlerinden örneklerle bu ayrıntılar anlatılmaktadır.
Prof. Dr. Emel DOĞRAMACI kitabının dördüncü bölümünü Cumhuriyet dönemindeki Türk kadınını anlatmaya ayırmıştır. Bu bölümde kadının teokratik Osmanlı toplumunda kadının toplumsal yaşamda bir yeri ve değerinin olmadığı, kadına modern Türk toplumunda değer verilmeye Atatürk ilke ve inkılaplarıyla başlanıldığı, kadının medeni durumu ile ilgili istatistiksel bilgiler, 1922 yılında Büyük Önder Atatürk’ün Bursa Öğretmenler birliğine yaptığı konuşma, 1926 yılında tüm okulların kapılarının kız öğrencilere açılışı, yükseköğretim kurumlarına kayıt olan kız öğrenci sayılarında Cumhuriyetten günümüze devam eden artış, yaygın eğitimde kadının yeri, 1981-84, 1985-86, 1986-87 yılları arasında Okuma yazma kampanyası, çıraklık ve yetişkin eğitimi kursuna katılan kadınların yaş ortalamasıyla ilgili istatistiksel bilgiler, halk eğitim kurslarına katılanların eğitim düzeylerine göre dağılımı ile bilgiler verilmektedir. Buna ilave olarak, kadının ekonomik hayata katılımı konusunda Cumhuriyet dönemine kadar kadının eğitim ve öğretim imkanlarının kısıtlı olması, kadının ev dışında çalışmasının aile yaşamını bozacağı gibi yanlış inançlar yüzünden meslek sahibi olma, ekonomik hayata aktif katılımları ve her iki cinsin eşit şartlarda rekabet edebilmelerinin imkansız olması üzerinde durulmuştur. Cumhuriyet döneminde sosyal hayata katılan kadınların öncelikle öğretmenlik mesleğinde olmalarına dikkat çekilmektedir. Bu arada kadın öğretmen sayısı ile ilgili istatistiksel bilgiler verilmektedir. Tarım, endüstri ve hizmet sektöründe çalışan kadın işgücü ile ilgili bilgiler üzerinde durulmaktadır. Kitabının beşinci bölümünde Prof. Dr. E. DOĞRAMACI laiklik ve çağdaş Türk kadınının doğuşu, kadına her alanda erkekle eşit şekilde öğrenim görme imkanı tanınması, Atatürk’ün bundaki büyük rolü üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmaktadır. Kitabın son bölümünü Atatürk’ün Türk kadını ile ilgili görüşlerine ayırmış olan yazar, büyük önderin bu konuda söylediği sözler ve yaptığı konuşmaları derlemiş ve 1. Atatürk’e göre kadının anlamı, 2. Türk kadının yeri ve görevi, 3. Milli mücadelede Türk kadını, 4. Kadın hukukunda inkılap ihtiyacı, 5. Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanınması, 6. Kadın kıyafetinde inkılap, 7. Türk kadınının bilgi sahibi olması, 8. Türk kadını ve dünya barışı, 9. Türk kadını ve fazilet unsuru, 10. Türk kadını ve güzellik, 11. Eğitimin önemi ve milli eğitim, 12. Milli mücadele ve Türk milleti, 13. Kültür Ordusu, 14. İnkılabın tarifi, 15. Türk devriminin kısa ifadesi, 16. İnkılaplar ve plebisit, 17. Laiklik hakkında konu başlıkları altında sıralamıştır.

bir çiçek bin sevgi

KİTABIN ÖZETİ :
Öykünün kahramanları güzelliği ile prens Albert’in kalbini çalıp onunla evlenen, son derece ihtiraslı, genç ve yakışıklı erkeklere zaafı olan Aline Longston ve onun avlarından biri olan, bütün kadınların hayran olduğu Dük Tynemount‘tur.

Kontes Aline Longston, Buckıngham Sarayı’nda yapılan bir baloda Dük Tynemount ile karşılaşır. Dük ilk bakışta kontese karşılık vermemeye çalışırsada Contusion güzelliği karşısında isteklerine boyun eğerek, Kontesle tutkulu bir aşk yaşamaya başlar.

Kontes’in kocası Prens Albert, durumdan şüphelenmiş gibi olduğunda, Kontes onu öyle iyi idare eder ki, Prens böylesine mükemmel bir kadınla beraber olduğu için içi huzur dolar ve kendini çok şanslı görür.
Ancak Contusion’un bu sefer ki aşkı hiçbirine benzemez, Dük Tynemount’an ayrılamaz ve onunla sürekli görüşmek ister. Bu arada Kraliçe Dük Tynemount’u çirkin yeğeni Prenses Sophie ile evlendirme planı kurmaktadır. Kraliçe’nin bir emrini yerine getirmemek büyük bir saygısızlıktır ve böyle bir emrin Dük Tynemount’a yöneltilmesi karşısında Dük’ün yapacak bir şeyi kalmayacaktır.
Bunu öğrenen Kontes, Dük’ten mahrum kalmamak için onu Kocası Prens Albert’in yeğeni,ailesini kaybetmiş olan kocasının baktığı Honora ile evlendirmeye karar verir ve fikrini Dük’e kabul ettirir.
Honora çok güzel ve çok zeki bir genç kızdır. Kontes onu uzun yıllar görmemiştir. Honora’yı görünce kıskanır ve Dük’le evlenmesi gerektiğini aksi halde rahibe okuluna gönderileceğini söyler. Honora çaresiz kabul eder.
Böylece Dük‘le, Honara birbirlerini sevmeden evlenirler. Ancak contusion hesapları tutmaz. Çünkü Dük, Honora‘yı tanıdıkça aralarında bir aşk başlar.
Dük’ün hayatında ilk defa böyle masum, güzel yaşam dolu, iyilik meleği gibi bir kızla beraber olmuştur. Honora’dan sonra yaşamı renklenmiştir ve daha önce hiç yaşamamış olduğu duyguları yaşamıştır.
Kontes bu sefer ağır bir yenilgi almıştır. Dük aradığı gerçek aşkı bulmuştur.

Tercih

Kitabın Adı Tercih
Kitabın Yazarı Russell D. ROBERTS
Yayınevi ve Adresi Liberte Yayınları, Ankara
Basım Yılı 1994
KİTABIN ÖZETİ
Tercih, Amerika ve Amerikan iş dünyasının karşı karşıya olduğu önemli uluslararası ekonomik sorunlara kışkırtıcı ve tuhaf bakışıyla tüm kuralları altüst ediyor. Tercih’in ana karakteri, bir on dokuzuncu yüzyıl ekonomisti Ricardo’nun hayaleti. Ricordo, melek kanatlarını alabilmek için bir Amerikan televizyon imalat şirketinin genel müdürünü, yerel televizyon endüstrisini yok etme pahasına bile olsa ithalatın Amerika için iyi olduğuna ikna etmek zorundadır. Tercih, iktisat jargonunu kullanmadan uluslararası ticaretin iş hayatını ve günlük yaşantımızı nasıl etkilediğine ilişkin okuyucuya yeni bir perspektif kazandırıyor.
Bazı konular vardır her dönemde taraftar ve karşıt bulur. Serbest ticaret ile korumacılık taraftarlığı arasındaki çatışma da iktisat tarihi kadar, hatta ondan da eskidir. İktisadın tarihi Adam Smith’in “Milletlerin Zenginliği” ile başlar. Serbest ticaret mi korumacılık mı tartışmaları ise daha eskilere, Merkantilistler ve Fizyokratlar’a kadar geri götürülebilir.
Avrupa ve Amerika’da aralarında siyasetçilerin, ekonomistlerin ve diğer sosyal bilimcilerin de bulunduğu bir grup insan, yerel sanayi ve bu alanda çalışanların haklarını korumak amacıyla “korumacılık” felsefesini savunurken, diğer bir grup da daha yüksek refah, daha kaliteli, daha çeşitli ve daha ucuz mal için serbest ticaret felsefesini savunmaktadır.
Günümüzde serbest piyasa baskın gelmektedir, ancak buna rağmen insanlar bu konudaki kuşkularını tamamen yenebilmiş değillerdir. Bir yanda gelişmiş ülkelerin serbest ticareti, serbest sermaye hareketini ve serbest iş gücü dolaşımını öngören ulus üstü organizasyonlarla dünya ticaretini ve ekonomisini liberalleştirme girişimleri; diğer yanda dünyanın güçlü ülkelerine karşı birlikler kurarak direnmeye çalışan bölge ülkeleri. Bir yanda serbest ticaretin servet ve zenginlik kaynağı olduğunu ileri süren güçlü argümanlar; öte yanda, ekonomik güç birikiminin ancak korumacılıkla sağlanabileceğini savunan korumacı tezler.
Günümüz şartlarında ağır basan serbest piyasa ekonomisiyle birlikte Amerika 1960′tan bu yana oldukça değişti ve bu süre zarfında oldukça da zenginleşti. Bu değişimin tek nedeni de, Amerika’nın dış dünyaya kapılarını görece açık tutması değildir. Unutulmamalıdır ki 1993 Amerika’sı bile bir serbest ticaret dünyası değildir. Amerika son derece ayrıntılı ürün kategorilerine binlerce tarife ve kota uygulamaktadır.
Amerikanın yaşadığı bu zenginleşme sürecini ekonomide önemli yer tutan imalat sanayiindeki gelişmeyle örneklemek gerekir ise; imalat sektöründeki istihdamı %30 düzeyinde hatta daha yüksek düzeyde tutsaydı, Amerika daha fakir olabilirdi. Çünkü imalat sanayii de işlerin hepsi iyi para getirmez. 1960 ile 1990 arasındaki sürede düşük ücretli imalat sanayi Amerika’yı terk etti.
Arz talep dengesi. Daha çok sayıda ülkede, daha fazla insan fabrikalar inşa edip, işçilerini de o tesisleri çalıştırmaya yetecek kadar zeki ve disiplinli düzeye getirdiler. Bu kısmen artan eğitim sayesinde mümkün olmuşsa da, asıl belirleyici faktör, imalat sürecinde ortaya çıkan değişikliklerdi. Montaj işleri giderek daha fazla mekanikleştikçe düşük nitelikli işçiler için montaj daha kolaylaştı. İşte bu, teknolojik yenilik ve rekabetin ucuzlamasının başlıca nedeni olmuştur. Günümüzde ağır imalat sanayi Amerika gibi güçlü ülkeler tarafından yönlendirilmekle beraber az gelişmiş ülkelerde tesisleşmektedir. Bu da serbest piyasanın ve serbest güç dolaşımının beraberinde getirdiği bir sonuçtur.
Liberalleşen dünyada üretim biçimleri de değişmekte ve sınırlarını kırmaktadır. Örneğin televizyon üretmenin iki yolu vardır. Doğrudan yol ve dolaylı yol. Doğrudan yol, ülkende ve sana ait olan fabrika inşa ettirip, makineleri, hammaddeleri ve işçileri bir araya getirmek suretiyle televizyon üretmektir. Televizyon üretmenin dolaylı yolu ise, televizyon yerine başka bir şey, mesela ilaç üretip, onu satarak yerine televizyon almaktır. Japon ilaç sanayii, Japonya’nın ilaç ihtiyacının tamamını etkin biçimde karşılamaktan uzaktır, dolayısıyla Japonya ilacı Amerika’dan ithal ederken karşılığında televizyonu da Amerika’ya ihraç etmektedir. Görünürde televizyon imalatı gerçekleştiren Japonya aynı zamanda da ilaç da üretiyor sayılır. Aynı durum Amerika içinde geçerlidir. Amerika ürettiği ilacı ihraç ederek karşılığında televizyon ithal etmektedir. Ayrıca ülkelerin her şeyi bünyelerinde üretmelerine olanak yoktur. Olsa bile bu pek akıllıca değildir. Çünkü her şeyi aynı derecede iyi üretemezler. Her ülkede kaynaklar kısıtlıdır. Kaynaklardan kasıt sadece hammadde değildir. Aynı zamanda ülkenin insanları, onların bir günde çalışabilecekleri zamanı ve çalışma hevesleridir.
Tercih’ten çıkarılabilecek önemli bir sonuç da, Amerika tarafından dahi henüz tam olarak aşılamamış bir tartışma olan serbest ticaret – korumacılık tartışmaları, AB ile bütünleşme sürecinde olduğumuz, Gümrük Birliği anlaşması çerçevesinde birtakım yükümlülükler altına girdiğimiz, iç piyasada tekel ya da oligopol konumunda olan büyük grupların özel koruma talep ettikleri bir ortamda özellikle ülkemiz açısından da son derece önemlidir.

Şark Yıldızı Kitabı

Kitabın Adı Şark Yıldızı, Cilt: I.
Kitabın Yazarı Hikmet ILGAZ
Yayınevi ve Adresi Berikan Yayınları, Ankara
Basım Yılı 2001
KİTABIN ÖZETİ
Birinci Dünya Savaşı sırasında Van’da yaşayan bir ailenin serüvenini anlatan bu roman; o dönemde yaşanan Türk-Ermeni ilişkilerini, Ermenilerin Van’da çıkardıkları isyanları, bu isyanlar sırasında Türkleri nasıl katlettiklerini anlatmaktadır.
Eser, anılara ve yaşanmış gerçek olaylara dayandığı için âdeta tarihin romanı olmaktadır. Tarihî olaylar, anı-roman üslubunda aktarılmaktadır. Ermeni sorununun tüm çıplaklığı ile anlatıldığı bu eser, özellikle genç nesillerin o dönemde yaşananları olduğu gibi öğrenmesine vesile olmaktadır.
Van’da öğretmenlik yapan bir Türk ve onun ailesinin yaşadıkları esas alınarak, Van’da Türk ve Müslüman halkın savaş içinde çektiği sıkıntılar çok büyük boyutlara ulaşmış idi. Şehrin güvenliğini sağlamakla yükümlü olan bazı birliklerin de Kafkas Cephesi’ne gönderilmesi üzerine Van, tamamen Ermeni terör örgütlerinin insafına terk edilmiş oluyordu.
Ermeni terör örgütleri, şüphesiz bu fırsatı kaçırmadılar. Ermeni mahallesinden başlamak üzere isyan bayrağını açtılar. Bu arada, Türklerin yaşadığı bazı evleri ele geçirdiler. Vilayete saldırdılar. Valinin başkanlığında toplanan Türk halkı, kendi kendilerini müdafaa etmek için acilen bazı tedbirler aldılar. Bir evin bir bölümünü yaralıların tedavisi için hastane haline getirdiler.
Çok az bir kuvvetle ve profesyonel olmayan insanlarla şehri Ermenilere karşı savunmaya çalışan Türkler, canlarını, mallarını ve namuslarını korumaya çalışıyorlardı. Daha düne kadar birlikte yaşadıkları, Türklerin her türlü hak ve özgürlüğü tanıdığı komşuları Ermeniler, şimdi düşman olmuşlar, silâha sarılmışlar, “kırk asırlık Türk yurdu”nda bir Ermeni devleti kurmaya uğraşıyorlardı. Gözleri dönmüş gibi, kan akıtıyorlar, Türk ve Müslüman ahalinin her şeyine tecavüz ediyorlardı.
Bütün bunlara rağmen, çoluk-çocuk, erkek-kadın, genç-yaşlı, can havli ile düşmana karşı koymaya çalışan Türk halkı, yeni bir bela ile karşı karşıya kaldı. Bir süredir Kotur’u alarak burada duran Rus orduları, 1915 Mayıs’ının yedinci günü İran sınırını geçerek, Tımar-Saray-Muradiye güzergahından ilerleyerek Van’ı üç taraftan kuşattılar. Adilcevaz’ı da işgal ederek yakan Ruslar, Van’a dayandılar.
Van Türk halkı, valinin başkanlığında yaptıkları toplantıda şehri terk etme kararı aldılar. Bunun üzerine halk ikiye ayrıldı. Bir kısım insan hicrete evet derken, bir kısım insan da ne olursa olsun kalıp, ecdat yadigarı topraklarını kanlarının son damlasına kadar savunmak istediklerini bildirdiler.
Kalmak isteyenlerin gerekçeleri romanda Rasih Hoca’nın ağzından şu şekilde verilmektedir: “Bu binlerce masumun mübarek kanları vatanın bu parçasını millî tarihe kenetleyen vakur, muhteşem bir kahramanlık teşkil edecektir. Evlatlarımız, babalarının, analarının, kardeşlerinin şehit olduğu bu toprakların düşman elinde kalmasından utanarak gayretlerini artıracaklardır. Ne yapalım başka bir şeye iktidarımız olmadığı için biz de vatana olan borcumuzu kanımızla ödemeye çalışmaktayız…”
Romanın birinci cildi, bu göç olayının anlatımı ile sona ermektedir. Eser, çarpıtılan tarih ile bugün dünya kamuoyunu yanıltmaya çalışan Ermenilerin gerçek yüzünü ve tarihte yaşanan o olaylarda gerçek mağdurun kimler olduğunu çok güzel bir şekilde aktarmaktadır.
Bütün bu özellikleri ile bu romanın en kısa sürede senaryolaştırılıp filminin yapılması gerekmektedir. Böylece hem iç hem de dış kamuoyuna “Ermeni Sorunu”nun ne olduğu daha iyi anlatılabilir.

Taif’ Te Ölüm

Kitabın Adı Taif’ Te Ölüm
Kitabın Yazarı Hıfzı TOPUZ
Yayınevi ve Adresi Remzi Kitap Evi, İstanbul
Basım Yılı 2000
KİTABIN ÖZETİ
Mehmet Efendinin 1822 yılında İstanbul’ da bir oğlu olur, adını Ahmet Şefik koyarlar. Çocuk her şeyden önce Kurân’ ı ezberler ve on yaşında hâfız olur. Birkaç yıl sonra da, on üç yaşında Divan-ı Hümayun, yani Başbakanlık kaleminde memuriyete başlar. Orada adını Mithat Efendi yaparlar. Mithat, Divan-ı Hümayundaki görevinin yanı sıra Fatih camiinde ünlü hoca efendilerin derslerini izler; Arapça, Farsça, mantık ve İslâm hukuku öğrenir, yani, tam bir dinsel eğitimden geçer. Mithat Efendi çalışkanlığı ile göz doldurur, 18 yaşında Başbakanlık yazı işlerinde üst düzeyde bir göreve getirilir. İki yıl sonra daha önemli bir görev için Şam’ a gönderilir. Oradan Konya’ya sonra Kastamonu’ya daha sonra da İstanbul’a tekrar döner. Taşra ve Rumeli kentlerinde değişik görevler alır. 25 yaşında Naima Hanım ile evlenir. Naima Hanım iyi eğitim görmüş güzel bir kızdır. Bu evlilikten bir yıl sonra Memduha adlı kızları doğar. Başka çocukları olmaz. Mithat Efendi Kırım Savaşı olurken İstanbul’dadır. İstanbul, Fransız askerleriyle doludur. Azınlıklar, Fransızların arkasından gitmekte ve onlarla dostluk kurmaya çalışmaktadır. Üst düzeydeki Fransızlar , Bâbıâlî’ye gelirler, biraz dil bilen memurlar ve çevirmenler onlara yaklaşarak konuşurlar.
Mithat Efendi dil bilmemenin ve batı kültürünün dışında kalmış olmanın kompleksiyle ezilir. Mithat Paşa, önceden tanıdığı Sadrazam Ali Paşa’ ya Avrupa’- ya dil öğrenmek için gitmek istediğini söyler.
Ali Paşa, Mithat Paşa’yı Avrupa’ ya gönderir. Önce Fransa sonra İngiltere’- de dil öğrenir; bilgi ve görgüsünü artırır. Avrupa kültürünü yaşayarak öğrenir, batı medeniyetini tanır. Batıda gördüğü yeniliklerin Osmanlı’da da olmasını arzular. Bunlardan en önemlisi “Kuvvetler ayrılığı” ilkesidir. Yani yönetimin, yargının ve yasamanın birbirinden ayrı tutulmasıdır. Mithat Paşa, tüm yaşamı boyunca bunu uygulamaya çalışır. Padişah’ın devlet yönetimine, yargı organlarına ve meclise karışmamasını savunur. Bir anayasanın oluşturulması için çok çalışır. Fransız ihtilâlinden sonra yayılan eşitlik ve adalet ilkelerinin en büyük savunucusu olur. Mithat Paşa, bütün siyasal yaşamına yön veren ilkeleri Fransa da öğrenir. Mithat Paşa, Fransa da Danıştay’ ı öğrenir. Danıştay’ın Osmanlı’da da olması için çok çalışır. Mithat Paşa 1958 yılında engin birikime sahip olduğuna inandığından Abdülmecit’in huzuruna çıkıp düşüncelerini arz etmek ister; ancak bu olanağı bulamaz. Tek konuşabileceği kişi Ali Paşa dır. Önerilerini Ali Paşa’ ya yapar, Paşa çok olumlu karşılar. Mithat Paşa’yı üst düzey memuriyetlere getirir, vezir yapar. Sonra Niş ve Tuna valisi yapar. Mithat Paşa her gittiği yerde çalışma ve başarıları ile büyük üne kavuşur. Bir süre sonra Mithat Paşa görüşmelerde bulunmak için İstanbul’ a çağrılır. Görüşmelerde danıştay fikri üzerinde durulur. Osmanlı’da olan Meclis-î Vâla’nın, Şûray-ı Devlet’e dönüştürülmesi fikri benimsenir. Fakat Padişah bu fikre sıcak bakmaz. Fakat, daha önceden Gülhane Hattı Hümayunu’nda batılılara bunun yapılacağı sözü verilmiştir. Abdülaziz ikna olur. Fakat şûraya azınlıkların da alınması fikri padişahı rahatsız eder. Buna rağmen 1868 yılında Şûray-ı Devlet kurulur. Mithat Paşa, Şûra’nın başkanlığına getirilir.
Ali Paşa ve Mithat Paşa, birlikte Padişahın yapacağı açılış konuşmasını hazırlarlar. Bu konuşmada padişah hiç istemeyerek şunları söyler:
“Eski zamanlarda düzenlenen kanunlardan yaralanmak artık mümkün değildir. Eğer o kanunlar ve nizamlar bugünün ihtiyaçlarına cevap verselerdi şimdi Avrupa’nın en uygun ve iyi yönetilen hükümetleri arasında bulunurduk.
Şimdi yeni kurduğumuz düzenle icra kuvvetini adlî, dinî ve kanunî kuvvetlerden ayırıyoruz”
Hangi mezhepten olurlarsa olsun bütün tebam, aynı vatanın evlâtlarıdır. Herkes dinî inancında serbesttir. Mezhep anlaşmazlıkları Osmanlı vatandaşlarını birbirinden ayıramaz…”
Devlet Şûrasının açılışı özellikle İstanbul’da olmak üzere bütün yurtta Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar tarafından coşku içinde kutlanılır. Beyoğlu o akşam bir bayram havası yaşar. Mithat Paşa Şûra-yı Devletin başkanı olarak çok mutludur. Bir yıllık görevi döneminde İstanbul’da Saray Mektebi’ni ve Emniyet Sandığı’nı kurar.
Ancak daha sonra Mithat Paşa, Ali Paşa ile ters düşer ve Şûra-yı Devlet başkanlığından alınır. Bağdat’a vali yapılır. Burada ikinci kez evlenir. Bağdat valiliğinde de çok başarılı olur. Bir süre sonra görevinden alınarak İstanbul’a çağrılır.
Bağdat valiliği sırasında Mithat Paşa hakkında bir çok dedikodu çıkar. Mithat Paşa padişahla görüşerek meselenin aslını arz etmek ister. Huzura kabul edilir. Mithat Paşa, Osmanlının çöküşünün durdurulması için vatandaşlar arasında hiçbir din, dil, ırk ayırımı gözetilmeksizin herkesin Osmanlı sayılması gerektiğine inanmaktadır. Tüm vatandaşların eşitliğinden yanadır. Çok uluslu bir yönetim kurulmasını savunur. Gülhane Hattı Hümayunundaki maddeler uygulanırsa Müslümanlarla gayri müslimler eşit haklara sahip olacaklar; böylece müslüman olmayan vatandaşlarında Osmanlıyı savunacaklarına inanır. Batı da uygulanan hak, adalet eşitlik ilkelerinin bizde de uygulanması gerektiğini Sultan Abdülaziz’ e arz eder. Bu görüşler Padişah’a uygun gelir. Padişah Mithat Paşa’yı Sadrazamlığa tayin eder. Mithat Paşa yaptığı incelemelerinin sonucunda Sarayın harcamalarında usulsüzlük yapıldığını fark eder. Böylece sarayla Mithat Paşa arasında ilişkiler sertleşmeye başlar, bir süre sonra da Sultan Abdülaziz tahttan indirilir. Sultan Murat tahta çıkarılır. Olaylar, Mithat Paşa’nın isteği doğrultusunda gelişir. Yeni Padişah darbecilerin her isteğine boyun eğer, devleti Mithat Paşa ve ekibi yönetir. Bu arada Sultan Abdülaziz intihar eder. Sultan Murat tahttan indirilir ve yerine Sultan Abdülhamit geçirilir. Abdülhamit’in tahta çıkması bütün yurtta büyük törenlerle kutlanır. Sultan Abdülhamit Meşrutiyet’i ilan sözü ile tahta geçmiştir, ama asıl niyeti başkadır. Giderek artan baskıcı bir yönetimle bütün ipleri eline almaya ve kendine karşı çıkan sesleri surturmada kararlıdır. Mitat Paşa ise Batı’daki aydınlanma düşüncesi, Fransız Devrimi ve Özgürlük mücadelesinden etkilenmiş bir grup aydınla birlikte, beşyüz yıllık bir İmparatorluğun yapısını değiştirmeyi ve çağdaş bir yönetim anlayışı getirmeyi amaçlamaktadır. Yeni padişah Sadrazam Rüştü Paşa ile Mithat Paşa’ yı görevlerinde tutmak zorundadır. Çünkü kendilerine minnet borcu vardır. Mithat Paşa, sultanı hiç bir zaman sevmez. Sultan ise kendisinden büyük ve devlet yönetiminde tecrübeli olan Mithat Paşa’ ya çok saygılı davranır. Zaman içinde Padişah Sultan Abdülhamit ile Mithat Paşa ters düşerler. Mithat Paşa azınlıkların kendi askeri birliklerini kurmasını ister, Padişah buna karşı çıkar. Mithat Paşa Avrupa’da öğrendiklerini uygulamak ister, bunun için koşulları zorlar. Mithat Paşa sürgün edilir, önce Girit, sonra Suriye valiliği görevlerinde bulunur. Suriye valisiyken İstanbul’ a davet edilir. Önce İzmir’e gelir. İzmir’de Saray kendisine suikast düzenletir. Mithat Paşa Fransız konsolosluğuna sığınır. Mithat Paşa, Fransa ile Osmanlı arasındaki ilişkinin gerilmesine neden olur. Tunus, Fransa ya bırakılırsa Mithat Paşa’ nın Osmanlıya iadesinin söz konusu olabileceği bildirilir. Osmanlı bu isteği kabul etmez. Yapılan pazarlıkta sonuç alamayan Fransız elçiliği de Mithat Paşanın konsolosluktan çıkarılmasını ister. Mithat Paşa teslim olur. Paşa, İstanbul’ a getirilir, yargılanır, idama mahkum olur. Ölüm cezası kaldırılarak Taif’e gönderilir. Artık cezasını burada çekecektir, fakat Taif’te birçok işkenceye maruz kalır ve bir süre sonra da sarayın görevlendirdiği kişiler tarafından boğularak öldürülür.