Namazda rükudan kalkarken neden Semi'allahu limen hamideh denilir?


Namaz kılan kişi, rükûya eğildiği zaman “Sübhane Rabbiye’l-Azim” diyerek,“Azim olan Rabb’imi yaratılmışlara ait bütün eksikliklerden tenzih ederek O’nu güzel isim ve sıfatlarıyla tesbih ederim.” anlamına gelen ifadeyi okumaktadır.

Mevlânâ’nın tabiriyle insan, Rabb’inin hesap anındaki sorularına cevap veremeyerek iki büklüm utancından rükûya eğilirken, Rabb’in lütfuyla tekrar ayakta huzura durma imkanıyla sevincini “Allah, kendisine hamd edenleri işitir (Semiallahu limen hamideh)”, “Hamd, Rabb’imiz içindir (Rabbena leke’l-hamd)” diyerek ifade eder.

Mevlânâ bu manevi hali şöyle anlatır:

Kıyam esnasında kişi, Hakk’ın huzurunda kıyamette safların kurulduğu anı yaşar, münacat ve hesap vermek için insanların durduğu gibi divanda durur. Kıyam anında kişi; kıyamet korkusuyla şaşkın, Hakk’ın divanında gözyaşı döker.“Mahsulün nerede? Verdiğim mühlet içinde işlediklerin nedir?” gibi dertlendirici binlerce sual, Allah tarafından kendisine sorulur. Kıyama kalktıkça kul, bu gibi suallerden utanır; iki kat olup rükûya varır. Utancından ayakta durmaya mecali kalmayıp, rükûda Hakk’ı tesbih ederek, yalvarır.

Hakk’ı “Sübhane Rabbiye’l-Azim” diyerek tesbih eder. “Yüce olan (Azim) terbiye edicim ve sahibim (Rabbî) Seni kullara ve yaratılmışlara ait bütün eksik sıfatlardan tenzih ederim. (Sübhan) ‘Sen Vafisin, ben değilim. Sen Kerimsin, ben değilim, Sen Vedudsün, ben değilim. Sen Rahmansın, ben değilim…’ diyerek haddini bilir…
 
Hatalarını itiraf eder. “Yüce olan Rabb’imi O’na layık güzel isim ve sıfatlarıyla tesbih ederim” (Sübhane Rabbiye’l-Azim) diyerek Vâfi ile vefayı, Sabûr ile sabrı, Mütekebbir ile tevazuyu, Rahman ile merhameti, Şekûr ile şükrü idrak eder. Böylece kul, bu isimlerdeki İlahi tecellileri ruhuna ve ahlakına zerk edebilir. Sübhan şırıngadaki ilacın bedene verilmesi gibi İlahi isim ve sıfatlardaki vitaminleri ve tecellileri ruha ve ahlaka verecektir. Bu nedenle “Sübhan” karakter gelişiminin özünü oluşturan bir kavramdır.

Sakal tıraşı olmak veya sakal bırakmanın hükmü nedir? Delilleri ile beraber sakal ve bıyık hakkındaki hükümler nelerdir?


Sakal, Resûl-i Ekrem Efendimizin (asm) ehemmiyetli sünnetlerinden biridir. Hiçbir âlim farz olduğunu ileri sürmediği için, terkinde de farzın terki gibi bir hüküm verilmemiştir.
Sakal sünnetinde Şafiî ile Hanefî arasında farklı görüş vardır. Şafiî'ye göre sakal sünnettir. Kesimi ise sadece tenzihen mekruhtur. Hanefi'de ve diğer iki mezhepte ise hüküm farklıdır. Sakalı bıraktıktan sonra kesmek, tahrimen mekruhtur.
Dinimiz bu konuda bir zorunluluk getirmediği için, bazı insanların sakal bırakmamasına "Neden bırakmıyorsun?" denilmez. Dinimiz sakal bırakmamayı menetmemiştir; terkeden sünnet sevabından mahrum kalır, ama günahkar da olmaz.
Peygamber Efendimizin (asm) getirdiği esas, kaide ve prensipler hayatın bütün safhalarını içine alır. İbadetten muamelâta, ahlâktan insanın şahsî yaşayışına ve cemiyetin bütün unsurlarına kadar...
Peygamberimizin (asm) yaşayışı, en güzel bir örnek ve mü'minler için en açık bir misaldir. Bu hususu Rabbimiz Kur'ân-ı Kerim'de şöyle belirtir:
«Gerçekten Allah'ı, âhiret gününü arzulayanlar ve Allah'ı çok zikredenler için, size Allah'ın Resulünde (takip edeceğiniz) pek güzel bir örnek vardır.» (Ahzab, 33/21)
Peygamberimizin (asm) birtakım sünnetleri vardır ki, bunlar, onun fıtrî muameleleri şeklindedir. Giyinip kuşanması, yeyip içmesi, vücudunun bakımı ve temizliği bu kabildendir. Bunların birçoğu muaşeret kaideleri sınıfına girmektedir. Mü'minler ise, bu sünnetlere uymakla hareketlerini nurlandırmış olurlar.
İşte bu fıtrî sünnetlerden bir kısmını Hz. Âişe (ra) validemiz Resul-i Ekrem Efendimiz (asm)'den şöyle rivayet etmektedir:
«On şey fıtrattandır (yaratılıştan olması gereken âdetlerdendir): bıyığı kısaltmak, sakalı bırakmak, misvak kullanmak, buruna su çekmek, tırnakları kesmek, parmak aralarını yıkamak, koltuk altını temizlemek, etek tıraşı olmak, istinca ve istibra.» (Müslim, Tahare 56; Neseî, Zinet 1)
Her insanın belli zamanlarda yapması gereken bu fıtrî sünnetler hem bir temizlik vasıtasıdır, hem de peygamber âdetidir. İnsan bu vazifeleri yerine getirmekle hem bedenî vazifelerini yapmış, hem de sünnete uymakla manevî mükâfata kavuşmuş olur.
Bahsi geçen sünnetler içinde sakal bırakmak ve bıyıkları kısaltmak dış görünüş itibarıyla ayrı bir hususiyet taşımaktadır. Sevgili Peygamberimiz (asm), «Sakalı bırakın ve bıyıklarınızı kısaltın.» derken «Müşriklere muhalefet edin.»(Buhari, Libas 64) buyurmakla da hikmet cihetini belirtmektedirler. Çünkü müşrikler sakallarını kesip bıyıklarını alabildiğine uzatırlardı.
İslâm âlimleri sakalı bırakma ölçüsü olarak, bir tutamdan fazlasının kesilmesini ifade ederler. Hz. Ömer (ra), sakalını uzatmış birini görerek bir tutamdan fazlasını kesmesini söylemiştir. Ebû Hüreyre (r.a.) gibi büyük bir sahabî de sakalını tutar, bir tutamdan fazlasını keserdi. Abdullah bin Ömer'in de aynı şekilde hareket ettiği rivayet edilmektedir.
Fıkıh kitaplarımızda ifade edildiği gibi, sakalın kâmil mânâdaki şekli«arız» denilen yüzün iki tarafı ile çenede bırakılmasıdır. Şayet sadece çenede sakal bırakılsa sünnet yerine gelmiş olmaz.
Sakal bırakmakta ve diğer sünnetleri işlemekte mü'minin esas niyeti Peygamberimize (asm) uymak ve onu taklit etmektir. Bir Müslümanın gayesi,mümkün olduğu ölçüde sünnet-i seniyyeye her yönüyle uymaktır. Fakat buna muvaffak olmak ancak «ehass-ı havas» denilen bazı mümtaz şahsiyetlere mahsustur. Yalnızca müçtehid ve velî mertebesine varan zatlar bu sınıfa girer. Fakat herkes sünnetin tamamını yapamasa da, taraftar olmak, kabul etmek ve hâlis bir niyetle de yapmaya gayret göstermek mecburiyetindedir. Ancak bu niyet ve kararlılık içinde olmakla beraber, daha başka maslahatlar icabı olarak bazı sünnetleri yapmayanları ve yapamayanları çok büyük bir günaha girmiş gibi suçlamaya ve tahkir etmeye, küçük görmeye de hakkımız yoktur.
Sakal meselesine de bu ölçü içinde bakmak lâzımdır. Sakal bırakmakPeygamberimizin (asm) hem fiilî ve hem de kavlî bir sünnetidir. Mü'min bu sünneti işlemekle, âdetini ibadete çevirir ve büyük sevaba kavuşur. Sakal bırakmayanların mes'uliyet altına girdiklerini söyleyen müçtehidler varsa da, bazı âlimler sakalı kesmenin tenzihen mekruh olduğunu ve hattâ son devir İslâm âlimlerinin bazıları da mubah olduğunu belirtmişlerdir.

Kur'an'a el basarak yemin edilebilir mi? Bu yemin geçerli midir?

İslami manadaki yemin, genellikle Allah adına yapılır. Bu da “Vallahi, Billahi” gibi ifadelerin söylenmesiyle olur. Fakat bu arada başta Kur’an-ı Kerim ve Kabe olmak üzere mukaddesler üzerine yapılan yeminler de yemin mefhumuna girer ve bunlar üzerine yapılan yeminler geçerlidir.

Yeminler çok kere örf ve adete göre şekillenir ve ona göre yemin edilir. Bilhassa ülkemizde bölgeden bölgeye değişen pek çok yemin çeşitleri vardır. Kur’an-ı Kerim üzerine yapılan yeminler de adet haline gelmiş olan yeminlerden birisidir. Mesela, “Kur’an üzerine yemin ederim ki, Kur’an hakkı için şu işi mutlaka yapacağım veya yapmayacağım” şeklinde yemin etmek gibi... Hatta bu yemin halk arasında diğer yeminlerden daha büyük ve mes’uliyeti daha ağır bir yemin çeşidi olarak bilinir. Bir mesele üzerinde anlaşamayan, mutabakata varamayan taraflar birbirlerini Kur’an’a el basmaya davet eder. Zaten çok ciddi bir mesele olmadıkça ve insan haklılığından tam emin olmadıkça böyle bir yemine teşebbüs ve cesaret de edemez.

Meselenin fıkhi yönüne gelince; Kur’an’la yemin etmek caizdir ve bu yemin sayılır. Çünkü, Allah’ın ezeli bir kelamı olan Kur’an’la yemin etmek Allah’ın İzzet ve Celaline yemin etmek gibidir.

İbni Kudame el-Muğni isimli eserinde “Kur’an ile, ondan bir ayetle ve kelamullah ile yemin etmek yemin olur. İbni Mes’ud, Katade, İmam malik ve Şafii ve bütün ehl-i ilim aynı şeyi söylemişlerdir.” (el- Muğni, 9/407(7981. Mesele)

Yukarıda da ifadeye çalıştığımız gibi, Kur’an üzerine yemin denilince, insanlar “Mushaf‘” üzerine el basarak yapılan yemin olarak bilirler. Bu da bir çeşit Allah’ın Kelam sıfatı üzerine yemin etmektir ki, o da yemindir.

Sahih-i Buhari’yi 32 ciltlik eseriyle şerh eden İmam Bedrüddin Ayni şunları söyler:
“Bana göre, bir kimse Mushaf ile yemin ederse veya üstüne elini koyarsa veya ‘Bunun hakkı için’ derse, o yemin sayılır. Bilhassa yalan yere yapılan yeminlerin çoğaldığı ve halkın Mushafla yemin etmeye çok rağbet ettikleri bu devirde...” Bu vesileyle İmam Ayni’nin 1440 senesinde rahmet-i Rahman’a kavuştuğuna da belirtelim.

Son devir alimlerinden Allame Kemal de bu hususta şöyle der:
“Şüphesiz, Kur‘an-ı Kerimle yemin etmek şimdi adet haline gelmiştir. Öyle ise onunla yemin etmek yemin sayılır. Çünkü yeminler örf ve adete göredir.”

Faiz neden haramdır, hikmeti nedir?


FAİZİN İSLÂMÎ AÇIDAN yasak olduğunu bilmeyenimiz yoktur. İlahî bir emir olarak faizin yasak oluşunun sebebi açıktır: “Allah, yasakladığı için.”Tıpkı oruç tutmak veya zekat vermenin farz oluşu gibi, bunun da sebebi “emr-i ilahî”dir. Ubudiyetlerimizin yegâne gerekçesi budur. Bununla beraber o emri takip eden birtakım maslahatlar da vardır. Bu oldukça normaldir. Çünkü, o Emri Veren, her şeyin “fıtrî” halini ve neyin nasıl olması gerektiğini çok iyi bilendir.
Meselâ, Allah emrettiği için tuttuğumuz oruç ve verdiğimiz zekatın ferdî ve toplumsal birçok maslahatları netice verdiklerini de biliriz. Ama hiçbir zaman orucu perhiz yapmak için tutmaz; zekatı da toplumsal gelir dağılımını dengelemek için vermeyiz. Nitekim, vergisini bir vatandaşlık borcu olarak veren biri, zekat yükümlülüğünden kurtulmuş olmadığı gibi, namazın bedensel faydalarını keşfedip aerobik hareketler yapan biri de namaz kılmış olmaz. Bu örneklerde olduğu gibi, ubudiyetin hareket noktası, “emir”den “maslahat”a kayarsa, o zaman emri gördüğü halde maslahatı (pekâlâ) görememiş birinin ubudiyet gerekçeleri ortadan kalkmış olur.

Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in kısaca bilgi, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin'in hayatları hakkında bilgi


Hz. Peygamber (asm)’in torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın büyük oğlu (H.3-49/M.625-669) olan Hz. Hasan, Cemel Vak’ası ve Sıffin Savaşı’nda babasının yanında bulundu. Babasının 661 yılında şehit edilmesinden sonra, Kufeliler o­na biat ederek halife olarak tanıdılar. Bunu haber alan Hz. Muaviye kendisine karşı bir ordu hazırlattı. Hz. Hasan, Müslüman kanının akmaması ve kendi safında yer alanların savaşa karşı isteksizliğinin de etkisiyle, bazı şartlar mukabilinde hilâfeti Hz. Muaviye’ye teslim etti. (Bahaüddin Varol, Ehl-i Beyt Gerçeği, Şamil Yayıncılık, İstanbul t.y., s. 250-251)
İslâm tarihinde H. 41/661 yılına bu antlaşmadan dolayı "birlik yılı" anlamına gelen “Amü’l Cemaa” denilmiştir. Böylece kendi taraftarları içinde yer alan Haricilerin görüşlerini benimseyen bir grup ile kardeşi Hz. Hüseyin’in muhalefetine rağmen, Hz. Muaviye ile anlaşarak, Hz. Peygamber (asm)'in işaret ettiği gibi Müslümanlar arasında kan dökülmesini önlemiş ve insanların kısa bir süre için de olsa barış ve huzur içinde yaşamalarına vesile olmuştur.
Hz. Hasan daha sonra ailesiyle birlikte Medine’ye gitti. Hayatının geri kalan kısmını orada siyasetten uzak bir şekilde geçirdi. H. 49/M.669 tarihinde vefat etti. (Ethem Ruhi Fığlalı, “Hasan” , TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 16, İstanbul 1997, s. 283)
Hz. Hasan’ın halim, selim, cömert, sakin, vakarlı, barış yanlısı, siyasî beklenti ve menfaatlerden uzak kalabilmiş farklı bir kişilik sergilediği kaynaklarda yer almaktadır.6 Hz. Hüseyin ile birlikte Hz. Peygamber (asm)'in neslini günümüze kadar devam ettiren iki şahsiyetten biridir.