Dido Nota

sol la si /do /do/ do/ do si/ si la la sol sol si si
si si la la  sol sol fa fa la la la la fa la la fa
fa mi re fa mi mi

AL YAZMALIM nota

mi-re-do#-re-si-si-sol-si-la-la-fa#-sol-fa-sol-la-fa-mi / 2
fa#-sol-la-sol-si-la-la-fa-sol-fa-sol-la-fa-mi-re-sol-fa-sol-la-fa-mi-mi / 2
/si-la-la / fa-sol-la-sol-si-la-la-fa-sol-fa-sol-la-fa-mi
do#-re-do#-mi-re-re-do-si-re-do-do-do-re-si-la-do-si-si-si-la-sol-si-la-la

resimdeki gözyaşları nota

ince)mi-mi-la(diyez)-sol-fa-mi-fa-mi-fa-mi
(ince)re-re-sol-fa-mi-re-mi-re-mi-re
(ince)do-do-fa-re-do-re-do-re-do-re
(ince)si-do-re-sol-fa-mi acılara tutnmak
turnalardı
 fa re re re
re mi fa sol
mi do do do
do re mi fa
si si do si la 
mi-fa sol-fa-mi-re-mi
mi-fa-sol-la-si-do-la
si-do-re-do-si-do-la
la-si-do-si-la-sol-fa
mi-fa-sol-fa-mi-re-mi?
mi-mi-mi-fa-fa-fa-sol-sol-sol-fa-fa-fa-mi-mi-mi?
mi-mi-mi-mi- si-do-re-
mi-fa-mi-fa-si-do-re
si-do-re-do-si-do-la
la-si-do-si-la-sol-fa

Barış manço(unutamadım) nota

mi-la-sol-si-sol-fa-mi
(in)do-(in)do-si-la-sol-si
(in)do-si-(in)re-(in)do-si
si-la-(in)do-si-la
la-sol-si-sol-fa-mi

do-si-do-si-do-si-do  
do-si-do-si-do-si-re
re-do-re-do-re-do-si
si-si-si-do-re-mi

aldırma gönül nota

si-do-do-si-si-la-la-#sol-la-si-si-la-la-#sol-#sol-fa-#sol-la-la-#sol-#sol-fa-fa-mi-fa-#sol-#sol-mi-fa-re-mi 
do-do-re-mi-fa-mi-mi-re-do
si-si-do-re-re-mi-re-do-re
re-re-re-mi-fa-fa-sol-fa-
mimi-mimi-mi-fa-re-mi-re-mi

hatırla sevgili nota

la-do-mi-re-do-mi/la-do-mi-re-do-si/si-do-re-re-do-si-re/fa-mi-si-do-re-do-si-la 
aldırma gönül:
si-do-do-si-si-la-la-#sol-la-si-si-la-la-#sol-#sol-fa-#sol-la-la-#sol-#sol-fa-fa-mi-fa-#sol-#sol-mi-fa-re-mi 
do-do-re-mi-fa-mi-mi-re-do
si-si-do-re-re-mi-re-do-re
re-re-re-mi-fa-fa-sol-fa-
mimi-mimi-mi-fa-re-mi-re-mi

ÇAYIR ÇİMEN GEZE GEZE nota

la_sol_la_si_do_re_do_si do_re_do_si_do_re_do_si 
la_sol_la_si_do_re_do_si_do_do_do_do 
do_re_re_re_re_do_mi_re 
do_do_do_do_do_si_re_do
si_si_si_si_si_la_do_si_la_mi_mi_re_re_do_re
do_re_re_re_re_do_mi_re_do_do_do_do_do_si_re_Do
si_si_si_si_si_la_do_si_la_mi_mi_re_re_do_re
do_re_re_re_re_do_mi_re_do_do_do_do_do_si_re_do
si_si_si_si_si_la_do_si_la_la_la_la_la

FABRİKA KIZI nota

la_la_la_si_do_si_la
sol_sol_sol_la_si_la_sol
fa_fa_Fa_sol_la_la_sol_fa 
mi_mi_mi_mi_mi_re_mi_re_mi

SENİN O GÖZLERİN VAR YA nota

si_do_do_si_si_la_la_la_si_do_si_si
la_si_si_la_la_sol_sol_sol_la_si_la_la
sol_la_la_sol_sol_fa_fa_sol_fa_mi_fa 
la_si_si_la_la_sol_sol_sol_la_si_la_la
sol_la_la_sol_sol_fa_fa_fa_sol_la_sol
sol_
fa_fa_fa_sol_la_sol_sol_fa_mi

ALİYE nota

la si do re do si laaaaaa
 si do si la sol
 la si la sol fa sol la sol
sol la si do si la sol
la si la sol fa sol la sol fa sol fa mi?
(ince boş )mi fa mi re mi fa sol la(5.perde )sol fa mi fa sol  fa mi fa re mi

Arkadaşım eşek nota

re re la la si si la sol sol si si la
sol sol si si la sol fa mi mi fa mi re 
re mi fa mi re
re mi fa mi re
re mi fa re do re
sonra baştan başlıyoruz
not bu şarkıdaki bütün si ler bemol

Saman yolunun notaları

Fa-sol-fa-mi-fa-mi-fa-re-mi-re-mi-do/
Aynısından bir daha yapacaksın/
Do-re-do-si-la-
Fa-sol-fa-mi-re-do-mi?
Re-mi-re-do-si
Mi-fa-re-do-si-do-la

KAVAK YELLERİ - Beni Al nota

do-si-do/si-do-si-do/si-do-re-do-si-do-sol
do-si-do/si-do-si-do/si-do-re-do-si-do 
Mi-fa-sol-fa-mi-fa-re
Re-mi-fa-mi-re-mi-do
Do-re-mi-re-do-re-la
La-do-si-la-si-do

Rumi Takvim nedir?

Rumi Takvim, İslam Peygamberi Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicretini (Miladi 622) başlangıç kabul eden karma bir takvim. 1840 (Hicri 1256) yılına kadar Ay'ın Dünya çevresinde dolanımını esas alan Kameri Takvim üzerine kuruluyken, bu yıldan sonra ise Dünya'nın Güneş etrafında dolanımını esas alan Şemsi Takvim üzerine kurulmuştur. Kameri takvim sisteminde 1 yıl 354 gün, Şemsi takvim sisteminde ise Dünya'nın Güneş etrafında dolanımı esas alındığından 1 yıl 365 gün olarak alınmıştır.
2006 Miladi yılında, Hicri yıl 1427, Rumi yıl 1422'yi göstermektedir.
Takvimler [değiştir]

Tarih boyunca insanlar toplumsal ve ekonomik işlerin düzenlenmesi için sanal zaman birimlerini saat, gün, hafta, ay, mevsim, yıl başlangıç ve bitiş tarihlerini belirlediler, takvim şeklinde bunları tespit edip uyguladılar.
Zamanın belirlenmesinde güneş, dünya ve ay hareketleri esas alındı. Fakat Dünya'nın Güneş çevresinde dolanımı tam hassasiyetle ölçülemediğinden dolayı zamanla takvimlerde bazı hatalar oluşmaya başladı. Takvimlerdeki eksik yılları ilk düzelten Sezar'dır. Sezar peş peşe gelen 4 yılın ilk üçünü 365, sonuncu yılı 366 yaptı. İÖ 45 yılını 85 gün artırdı, bu takvim Jülyen takvimi olarak 1600 yıl kullanıldı. 13. Gregorius 1582'de 4 Ekimden 15 Ekime atlatarak yılı 10 gün kısalttı, artıkyılları kaldırdı, peş peşe gelen 4 yüzyılın üçünün normal ve 400 tam bölünen yüzyıl başlarının artık yıl olacağını kararlaştırdı. Bu Gregoryen takvimine göre 1700, 1800, 1900 normal, 2000 artıkyıl oldu. 1 Ocak yılbaşı olarak tespit edildi. Evrensel, uluslararası ortak takvim Gregoryen takvimidir, İslam dünyasının bir bölümünde Hicri takvim kullanılmaktadır.
Rumi Takvime Geçiş [değiştir]

Tanzimata kadar Hicri takvim kullanılırken, Tanzimatta yılbaşı Mart ayına alınarak Rumi takvime geçildi. Fakat bu takvimler arasında zaman farkı vardır. Hicri ile Miladi takvim arasında 11, Rumi ile Miladi arasında 13 gün fark vardı. Cumhuriyette Miladi takvime 26 Aralık 1925'de geçildi. 1 Martta başlayan Mali takvim uygulaması ise 1983'e kadar devam etti.
1870'e kadar Hicri takvimin de kullanılması ikiliğe yol açmıştı.(Eskiden devlet işlerinde rumitakvimdini işlerdehicri takvimkullanılırdı.)

Otçul canlılar nelerdir, nasıl beslenirler?

Otoburlar (Birincil tüketiciler veya Herbivor form); bitkisel organizmaları besin olarak kullanan hayvanlardır. Karasal ortamdaki otobur formlarının esasını böcekler, kemirici memeliler, ve gevişgetiriciler oluşturur.



Koyunlar herbivor (sadece otla beslenen) canlılardır.

Deniz ve tatlı sularda ise; fitoplanktonik organizmalarla beslenen küçük boylu kabuklular (Crustacea) ve yumuşakçalar (Mollusca) türleridir.

Meyvelerin içindeki elementler nelerdir?

Elma

ELMA: Kırmızı ve yeşil renklerde çok besleyici bir meyve olan elmada A, C, E ve B grubu vitaminlerin yanı sıra kalsiyum, potasyum, magnezyum, fosfor ve sodyum gibi mineraller ve çeşitli organik asitler bulunur. Bu nedenle günde 1 elma dahi günlük vitamin ve mineral ihtiyacının büyük bir kısmını karşılamaya yeterlidir.

Portakal

PORTAKAL: Başta C vitamini olmak üzere P, B ve E vitaminleri ile fosfor, magnezyum ve potasyum minerali açısından zengindir. Bakır, çinko, demir, bakır ve manganez mineralleri ile protein de bulunur.

Mandalina: Ilıman iklimlerde yetişen tatlı, sulu ve hoş kokulu bir meyve olan mandalina, portakal ile benzer özellikler taşır ve özellikle C vitamini açısından zengindir. Ayrıca, A ve B grubu vitaminleri ile kalsiyum, potasyum, magnezyum, sodyum, demir, brom ve fosfor minerallerini içerir. Mandalinanın kabuğu ise P vitamini açısından zengindir.

Mersin Ağacı (Myrtus communis): 2-3 metreye kadar boylanabilen, mor renkte meyveleri olan, beyaz çiçekli bir ağaçtır. Yaprakları uçucu yağ, tanen, reçine ve acı madde; meyvesi yine uçucu yağ ve tanen ile şekerler ve organik asitler içerir. Mersin yağı ise terpen, pinen, myrtol gibi maddeler içermektedir.

Muşmula Ağacı ve Meyvesi

beyaz ve pembe renklerde çiçekler açan bir ağaç ve bu ağacın buruk tatlı meyveleridir. Muşmula meyvesi C vitamini ile karoten ve çeşitli mineraller içerir.

MUZ: B6 vitamini, potasyum ve folik asit (B9 vitamini) bakımında çok zengin bir besin olan muzda B1, B2, C, D, E ve P vitaminleri ile magnezyum, bakır, demir ve fosfor mineralleri de bulunur.

Üzüm

ÜZÜM: Dünyanın en yaygın ve sevilen meyvelerinden biri olan üzüm, besin değerleri bakımından da oldukça zengindir. Bol miktarda B vitaminleri ile C vitamini içeren üzüm, E vitamini ile potasyum, kalsiyum, magnezyum, sodyum, fosfor, demir ve kükürt minerallerini de içinde barındırır.

Mango
Sarı ve turuncu arasında değişen bu hoş kokulu meyvenin tadına en çok olgunken varabilirsiniz. Mümkün olduğunca çiğ olarak tüketin.
Besin değeri: C vitamini, Provitamin A ve B vitamininin tüm türlerini içerir. B vitaminleri sinirler, cilt ve saçlar için çok yararlıdır.
Önerimiz: Buzdolabında saklamayın. Oda sıcaklığında olgunlaşmasını bekleyin.

Limon
Limon asidi yönünden zengin olan bu meyve, hazmı kolaylaştırır. Olgunlaşmış limonun suyu ise kalbi güçlendirir.
Besin değeri:C vitamini, magnezyum ve bakır içerir. Soğukalgınlığı ve strese karşı birebirdir.
Önerimiz: C vitamini oranı daha yüksek olduğundan iyice sararmış olan limonları almayı tercih edin.

ARMUT: Beyaz çiçekli bir ağacın yumuşak, sulu ve tatlı meyvesidir. Armut, sarı-yeşil arası renklerde, lifli, hazmı kolay ve mineral açısından oldukça zengin bir meyvedir.

AVOKADO: Enerji değeri yüksek bir meyve olan Avokado yağ ve protein açısından da oldukça zengindir. Ayrıca bol miktarda A ve E vitamininin yanında B grubu vitaminleri ve potasyum gibi mineralleri içinde barındıran besleyici bir besindir.

Ayı Üzümü (Vaccinium arctostaphylos): 2 metreye kadar boylanabilen, kırmızı çiçekli, meyveleri siyahımsı renkte bir bitki olan Ayı Üzümü, Trabzon Çayı olarak da bilinir. İçerisinde çeşitli organik asitler, tanen ve arbutin bulunur.

AYVA: İri ve pembe renkte çiçekler açan ayvanın meyvesi sarı renkli, tüylü, ufak çekirdekli, iri ve serttir. Ayva, özellikle A ve B vitaminleri açısından oldukça zengin bir meyvedir.

ÇİLEK: Pembe renkli ve kokulu bir bitki olan çilek oldukça yararlı ve besleyici bir meyvedir. Çilekte bol miktarda demir ve fosfor bulunmaktadır. Ayrıca C, B ve K vitamini açısından da zengindir.

Çoban Üzümü (Vaccinium myrtillus): Yeşilimsi renklerde çiçekler açan, meyveleri koyu kırmızı olan, ortalama 30 cm boyunda bir bitkidir. Meyvesi çeşitli meyve asitleri, A ve C vitaminleri ile pektin, tanen, şekerler ve boya maddesi içerir. Yaprakları ise tanen, arbutin ve hydrochinon barındırır.

ERİK: A, C ve B grubu vitaminleri ile potasyum, magnezyum, fosfor ve demir mineralleri açısından zengin bir meyvedir.

Greyfurt (Citrus paradisi): Bol miktarda C vitamini barındırmasının yanında, A ve B gurubu vitaminleri ile kalsiyum, potasyum, magnezyum, bakır, sodyum ve fosfor mineralleri açısından da zengin bir meyvedir.

Hurma Ağacı ve Meyvesi (Phoenix dactylifera): Dekoratif yapraklı bir palmiye türü olan Hurma Ağacı, tropikal ve ılıman iklimlerde yetişen bir ağaçtır. Besleyici değeri oldukça yüksek olan Hurmanın meyvesi, en temel vitaminleri, özellikle de B9 yani Folik Asit, ve proteinleri bünyesinde barındırır. Ayrıca kalsiyum, magnezyum, potasyum, fosfor, demir ve sodyum mineralleri ile meyve şekeri açısından da zengin bir besindir.

İNCİR: Çok lifli bir besin olan incir A, C ve B vitaminlerinin yanında sodyum, potasyum, kalsiyum, fosfor, magnezyum ve demir mineralleri açısından oldukça zengindir. Ayrıca, özellikle kuru incirde omega-3 ve omega-6 yağ asitleri ve protein bulunur.

KARPUZ: Sıcak yaz günlerinde içerdiği su oranı ile susuzluğa ilaç gibi gelen karpuz daha çok sıcak iklimlerde yetişen, sarı renkli çiçekler açan, iri meyveli bir bitkidir. Karpuzun kalori oranı düşüktür. %90�ı su olan Karpuz, vücudun sıvı ihtiyacını büyük oranda karşılamasının yanında, B ve C vitamini ile sodyum, kalsiyum, potasyum ve demir mineralleri açısından zengin bir meyvedir.

KAVUN: Büyük yapraklı, sarı çiçekli, sürüngen bir bitki olan kavun sulu ve kokuludur. Bol miktarda su barındırmasının yanında A ve C vitaminlerince de zengin bir besindir. Ayrıca iyot ve krom gibi mineralleri de içinde barındırır.

KAYISI: A, B, C ve P vitamini açısından zengin bir meyve olan kayısı aynı zamanda bol miktarda demir içerir. Ayrıca magnezyum, kalsiyum, fosfor, kükürt, bakır, krom ve manganez mineralleri açısından da zengindir.

Kızılcık: 5-6 metre yüksekliğinde, çalı şeklinde sarı çiçekli bir ağaç olan kızılcık ağacının kırmızı renkli ve oval meyvesi C vitamini açısından çok zengindir.

KİRAZ: A, C ve B vitaminleri ile potasyum, magnezyum, sodyum, kireç, çinko ve demir mineralleri bulunan kiraz, sulu ve şekerli bir meyvedir.

KİVİ: A ve C vitaminleri ile potasyum açısından çok zengin bir meyve olan kivi, ayrıca kalsiyum, demir ve magnezyum gibi mineraller açısından da zengindir. Besleyici değeri yüksek bir besin olan kivinin bir tanesi ile günlük A ve C vitamini ihtiyacı karşılanabilmektedir.

Koruk: Olgunlaşmamış ham üzüme koruk, diğer adıyla ekşi üzüm denir. Ekşi tadı içeriğindeki elma asidi ve tartarik asitten kaynaklanmaktadır. Ayrıca, potasyum, magnezyum ve kalsiyum gibi mineraller içerir.

KUŞBURNU: Başta C vitamini olmak üzere bol miktarda vitamin ve mineral içeren çok besleyici bir besindir.

NAR: Potasyum ve demir minerali ile C vitamini açısından çok zengin bir meyve olan nar, B1, B2 vitaminleri ile kalsiyum ve fosfor minerallerini de barındırır.

Medine Müdafası

Fahrettin Paşa’ya 10 Mayıs 1916 günü , Cemal Paşa’dan bir telgraf gelir. Telgrafta Mekke Emiri’nin oğullarının durumu ve bunlara karşı alınabilecek önlemler anlatılmaktaydı. Emir Hüseyin ve oğulları, İngilizlerle birtakım oyunlar peşindedirler. Fahrettin Paşa’dan bu planları öğrenmesi ve acilen bildirmesi isteniyordu.
Fahrettin Paşa, teftiş bahanesiyle Medine’ye gider ve durumun önemini yakınen görür. Gerçekten de Emir ve oğulları, İngilizlerle birlik olmuşlar, Osmanlı üzerinde oyunlar planlamaktadırlar.
Cemal Paşa , Fahrettin Paşa ile şifreli olarak haberleşiyor, oradaki durum hakkında bilgi alıyordu. Birgün Şerif Hüseyin, Osmanlı Devleti’ndeki ve Arabistan’daki sudan bazı sebepleri göstererek başkaldırır. Cemal Paşa durumun ciddiyetini anlayınca takviye kuvvetler gönderir. Şerif Hüseyin ihtilal beyannamesinde birçok asılsız iftira ve karalama öne sürer. Aslında bu iddiaların hiçbirinin dayanağı yoktur.
Cemal Paşa’nın üzerinde durduğu nokta, Hicaz Demiryolu idi. Bu aynı zamanda Filistin cephesinin de ulaşım hattıydı. Dolayısıyla önemi çok büyüktü. Bu hattın korunması için askerlerimiz çok fedakarca, hatta ölümü bile göze alarak çalışıyorlardı.
İsyancılar hemen harekete geçmiş, çöldeki Osmanlı karakollarına baskın yapıyorlar, demiryollarını dinamitliyorlar, askerleri pusuya düşürerek öldürüyorlardı.
Arapların demiryolunu dinamitlemesi sonradan olan bir işti ve onlara bunu İngiliz casusu Lawrens’ın getirdiği müfreze öğretmişti.
Osmanlı ordusu, Medine’yi savunuyordu ama, Mekke ve Taif’e yetişemiyordu. Bundan dolayı isyanın ilk günlerinde bu yerler isyancıların eline geçti.
Çölde savaş, sadece düşmanla yapılmıyordu. Açlık, iskorpit, çekirge, humma vs. gibi birçok düşmanla mücadele etmek zorunda kalınıyordu. Fahrettin Paşa; askerin hem hocası, hem de doktoru idi. Onların hastalıklarına çareler arıyor, bulduklarını emir şeklinde duyuruyordu. Bütün bunların yanı sıra gıda yetersizliği de önemli bir sorundur. Hatta çekirge yenmesi için Fahrettin Paşa tarafından emir yayınlanır. Fakat başka bir sorun da çöl sıcaklığıydı. Güneş kumları cehenneme çeviriyor ve askerler güneş çarpmasından hayatlarını kaybediyorlardı.
Şerif Hüseyin’in isyanı ile birlikte Osmanlı yönetimi de bu kişiyi görevinden azletmiştir ve yerine Şerif Haydar Paşa’yı tayin etmiştir. Devlet Şerif Haydar Paşa’dan çok şey bekliyordu. Amaç oradaki düzenin tekrar sağlanmasıydı.
Ancak yeni Emir, Fahrettin Paşa ile anlaşamıyordu. Çünkü kendiside bir Arap’tı. Dolayısıyla Arapların kırılmasını istemiyordu. Enver Paşa, Cemal Paşa’ nın Haydar Paşa konusundaki fikrini sorması ve olumsuz yanıt alması üzerine, yerine Miralay İsmet Bey’i önermektedir. Enver Bey, çeşitli nedenlerden dolayı onun yerine Mustafa Kemal Paşa’yı görevlendirmek ister. M. Kemal Paşa, Cemal Paşa ile görüşür. Daha sonra bir takım kararlar alınır. Mustafa Kemal, emrindeki bölgenin genişletilmesini isterken, diğer yandan Ordu Komutanı yetkisi verilmesini istiyordu.
Medine’nin boşaltılması isteniyordu. Aslında bu önce M. Kemal’den istenmiş ancak o kabul etmemiştir. O bölgede bulunan Fahrettin Paşa’nın bu işi yapması istenir. Fahrettin Paşa, ikilem içinde kalır. Bir yanda bir emir, öte yanda kutsal bir beldenin terkedilmesi ve halkının ıssız çöllere dökülmesi…
Fahrettin Paşa, boşaltma emrini kabul ettiğini ancak küçük bir birliğin orada kalmasının faydalı olacağını düşündüğünü bildirir. Fakat Cemal Paşa, buna bir anlam veremez. Ama Enver Paşa’ya bu notu ulaştırır. O da Sadrazam Talat Paşa’ya durumu iletir. Fahrettin Paşa’nın dileği kabul olur ve Medine’de kalır. Ancak bir yıllık erzak depolamak için işi ağırdan alır. Bu da Cemal Paşa’nın dikkatinden kaçmaz ve kendisini bir telgraf ile uyarır.
Fahrettin Paşa, Medine’de bulunan “Kutsal Emanetler” i dikkatle toplayıp, paketler ve 19 Mart 1917 günü Medine’den kalkan trenle İstanbul’a gönderir. “Kutsal Emanetler” denen bu eşya ve hediyeler arasında çok değerli mücevherler ve Peygamberimize ait eşyalar da vardır.
Fahrettin Paşa’nın taktikleri ile Hicaz Seferi kuvvetlerinin büyük bir bölümü elinde kalmış fakat erzakı tükenmek üzeredir. Elinden geldiği kadar tren yolunu açık tutmaya çalışmaktadır. Daha sonraları beraberindeki birliklerden Arap olanlar çöllerde firar eder, buna sonraları Türk askerleri de eklenir. Bunun yanısıra açlık, hastalık vb. etkenlere karşıda mücadele veriliyordu.
Şehrin dışında Lawrens’in örgütlediği güçler egemen olmuş, içeride ise; Fahrettin Paşa egemen olmaya çalışıyordu. Binbir zorluğa katlanarak,Fahrettin Paşa; Medine’yi kuşatanlara karşı bir set gibi duruyordu. Hal böyleyken aldığı bir telgraf, Paşa’yı adeta yıkar. Telgrafta, Filistin cephesinin yarıldığını, Şam’ın düştüğünü öğrenir. Artık dayanacak tek bir desteği kalmamıştır. Durumu askerlerine üç gün sonra bildirir. Artık askerler gruplar halinde kaçmaya başlar. Subaylar arasında da hoşnutsuzluk mevcuttur.
İşte böyle zor bir Cuma günü minbere çıkıp “Ya Rasulallah! Ben seni bırakmam” diye haykırıp, ağlamıştır. Bu olayın üç gün sonrasında anlaşma şartnamesiyle gelen bir Osmanlı Yüzbaşısına; “Halife teslim ol demeden teslim olmam” der, diye cevap verir.
Ancak ilerleyen günlerde askerler arasında çözülme başlamıştır. Fahrettin Paşa hala direnmektedir. Artık çevresinde kimse kalmadığını görünce 5 Ocak 1918 günü yerini Miralay Necip Bey’e bıraktı. Sonra Haremi Şerif’e gidip veda namazı kıldırdı. Ardından istirahata çekilmek istediğini söyledi ve bir süre odasına kapandı. Paşa’nın odadan çıkmadığını görenler endişelendi. Çünkü, Paşa’nın bir defasında böyle duruma gelinirse intihar edebileceğini söylediğini herkes biliyordu. Çeşitli hilelerle Paşa’nın kılıç ve silahını almaya çalıştılar ve sonunda başardılar. Çünkü artık takati kalmamıştı. Ve nihayet bir gün yatağından alınarak, İngilizlere teslim edilir.

Türk Kadının Dünü Bugünü Kitap Özeti

Kitabın Adı Türk Kadınının Dünü Ve Bugünü
Kitabın Yazarı Prof.Dr. Emel DOĞRAMACI
Yayınevi ve Adresi Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara
Basım Yılı 1997
KİTABIN ÖZETİ
Prof. Dr. Emel Doğramacı kitabının sunuş bölümünde şunları belirtmektedir:
“Ülkemizde, özellikle seksen ve doksanlı yıllarda oldukça fazla düzeyde ele alınan kadın-erkek ikilemi ve öncelikle kadın sorunları konusu, bugün artık çağdaş düzeyde kadının toplumda aldığı ve alabileceği roller üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bu amaçla “Türkiye’de Kadının Dünü ve Bugünü” adlı kitabımın üçüncü basımımda, Türkiye’de kadının tarihsel süreç içindeki yeri ile birlikte, günümüzdeki durumu ve geleceği yönünden elde edilen son bilgileri ve istatistiksel verileri ilave ederek işlemeyi uygun buldum. Buradaki gerekçem, kadının dünya perspektifindeki gelişme ve uygulamalarının hızlı ve gerçekçi olmasındandır.
Bu eserde, günümüz siyasal ve sosyal hayatın gündeminde oldukça kendinden söz ettiren laiklik ilkesi ile birlikte, çağdaşlık, modern kadın olgusu ve bunların bir sentezini ayrı bir bölüm olarak bulacaksınız.”
1995′ten bu yana Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde görev yapan Prof. Dr. Emel DOĞRAMACI’nın “Türkiye’de Kadının Dünü ve Bugünü” adlı kitabı altı bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Türk kadın haklarının tarihsel gelişimi üzerinde duran yazar, bu bölümde tarihsel süreç içinde Türk kadının farklılıklar gösteren konumuyla ilgili ayrıntılara yer vermektedir. 1923′te Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan, 1926 yılında şeriatın ortadan kalkmasından sonra yeni Medeni Kanun’un kabulü ile devam eden ve 1935′e, Türk kadınının “erkeğin sosyal yaşamının her alanındaki görevlerine yardım edip her şeyi yapabileceği” fikrinin kabulüne dek bu süreç incelenmektedir. İkinci bölümde kadının Osmanlı Devleti’ndeki genel görümü üzerinde duran yazar, Osmanlı Devletindeki hükümdarların ve devlet adamlarının eğitime çok önem verdiklerini, medrese öğrenimi yapısını, Padişah kızlarına sarayda kuma yazma öğretildiği, Kız Teknik okullarının 19.yy’da açılması, kız öğrenciler için ilk üniversitenin 12 Eylül 1914′te “İnas Darü’l-Fünun” adıyla açılması gibi detayların üzerinde durmaktadır. Yazar üçüncü bölümde Türk Edebiyatı’nda kadının nasıl işlendiği üzeride durmaktadır. Namık Kemal, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Halide Edip Adıvar ve Ziya Gökalp gibi yazarların çeşitli eserlerinden örneklerle bu ayrıntılar anlatılmaktadır.
Prof. Dr. Emel DOĞRAMACI kitabının dördüncü bölümünü Cumhuriyet dönemindeki Türk kadınını anlatmaya ayırmıştır. Bu bölümde kadının teokratik Osmanlı toplumunda kadının toplumsal yaşamda bir yeri ve değerinin olmadığı, kadına modern Türk toplumunda değer verilmeye Atatürk ilke ve inkılaplarıyla başlanıldığı, kadının medeni durumu ile ilgili istatistiksel bilgiler, 1922 yılında Büyük Önder Atatürk’ün Bursa Öğretmenler birliğine yaptığı konuşma, 1926 yılında tüm okulların kapılarının kız öğrencilere açılışı, yükseköğretim kurumlarına kayıt olan kız öğrenci sayılarında Cumhuriyetten günümüze devam eden artış, yaygın eğitimde kadının yeri, 1981-84, 1985-86, 1986-87 yılları arasında Okuma yazma kampanyası, çıraklık ve yetişkin eğitimi kursuna katılan kadınların yaş ortalamasıyla ilgili istatistiksel bilgiler, halk eğitim kurslarına katılanların eğitim düzeylerine göre dağılımı ile bilgiler verilmektedir. Buna ilave olarak, kadının ekonomik hayata katılımı konusunda Cumhuriyet dönemine kadar kadının eğitim ve öğretim imkanlarının kısıtlı olması, kadının ev dışında çalışmasının aile yaşamını bozacağı gibi yanlış inançlar yüzünden meslek sahibi olma, ekonomik hayata aktif katılımları ve her iki cinsin eşit şartlarda rekabet edebilmelerinin imkansız olması üzerinde durulmuştur. Cumhuriyet döneminde sosyal hayata katılan kadınların öncelikle öğretmenlik mesleğinde olmalarına dikkat çekilmektedir. Bu arada kadın öğretmen sayısı ile ilgili istatistiksel bilgiler verilmektedir. Tarım, endüstri ve hizmet sektöründe çalışan kadın işgücü ile ilgili bilgiler üzerinde durulmaktadır. Kitabının beşinci bölümünde Prof. Dr. E. DOĞRAMACI laiklik ve çağdaş Türk kadınının doğuşu, kadına her alanda erkekle eşit şekilde öğrenim görme imkanı tanınması, Atatürk’ün bundaki büyük rolü üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmaktadır. Kitabın son bölümünü Atatürk’ün Türk kadını ile ilgili görüşlerine ayırmış olan yazar, büyük önderin bu konuda söylediği sözler ve yaptığı konuşmaları derlemiş ve 1. Atatürk’e göre kadının anlamı, 2. Türk kadının yeri ve görevi, 3. Milli mücadelede Türk kadını, 4. Kadın hukukunda inkılap ihtiyacı, 5. Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanınması, 6. Kadın kıyafetinde inkılap, 7. Türk kadınının bilgi sahibi olması, 8. Türk kadını ve dünya barışı, 9. Türk kadını ve fazilet unsuru, 10. Türk kadını ve güzellik, 11. Eğitimin önemi ve milli eğitim, 12. Milli mücadele ve Türk milleti, 13. Kültür Ordusu, 14. İnkılabın tarifi, 15. Türk devriminin kısa ifadesi, 16. İnkılaplar ve plebisit, 17. Laiklik hakkında konu başlıkları altında sıralamıştır.

bir çiçek bin sevgi

KİTABIN ÖZETİ :
Öykünün kahramanları güzelliği ile prens Albert’in kalbini çalıp onunla evlenen, son derece ihtiraslı, genç ve yakışıklı erkeklere zaafı olan Aline Longston ve onun avlarından biri olan, bütün kadınların hayran olduğu Dük Tynemount‘tur.

Kontes Aline Longston, Buckıngham Sarayı’nda yapılan bir baloda Dük Tynemount ile karşılaşır. Dük ilk bakışta kontese karşılık vermemeye çalışırsada Contusion güzelliği karşısında isteklerine boyun eğerek, Kontesle tutkulu bir aşk yaşamaya başlar.

Kontes’in kocası Prens Albert, durumdan şüphelenmiş gibi olduğunda, Kontes onu öyle iyi idare eder ki, Prens böylesine mükemmel bir kadınla beraber olduğu için içi huzur dolar ve kendini çok şanslı görür.
Ancak Contusion’un bu sefer ki aşkı hiçbirine benzemez, Dük Tynemount’an ayrılamaz ve onunla sürekli görüşmek ister. Bu arada Kraliçe Dük Tynemount’u çirkin yeğeni Prenses Sophie ile evlendirme planı kurmaktadır. Kraliçe’nin bir emrini yerine getirmemek büyük bir saygısızlıktır ve böyle bir emrin Dük Tynemount’a yöneltilmesi karşısında Dük’ün yapacak bir şeyi kalmayacaktır.
Bunu öğrenen Kontes, Dük’ten mahrum kalmamak için onu Kocası Prens Albert’in yeğeni,ailesini kaybetmiş olan kocasının baktığı Honora ile evlendirmeye karar verir ve fikrini Dük’e kabul ettirir.
Honora çok güzel ve çok zeki bir genç kızdır. Kontes onu uzun yıllar görmemiştir. Honora’yı görünce kıskanır ve Dük’le evlenmesi gerektiğini aksi halde rahibe okuluna gönderileceğini söyler. Honora çaresiz kabul eder.
Böylece Dük‘le, Honara birbirlerini sevmeden evlenirler. Ancak contusion hesapları tutmaz. Çünkü Dük, Honora‘yı tanıdıkça aralarında bir aşk başlar.
Dük’ün hayatında ilk defa böyle masum, güzel yaşam dolu, iyilik meleği gibi bir kızla beraber olmuştur. Honora’dan sonra yaşamı renklenmiştir ve daha önce hiç yaşamamış olduğu duyguları yaşamıştır.
Kontes bu sefer ağır bir yenilgi almıştır. Dük aradığı gerçek aşkı bulmuştur.

Tercih

Kitabın Adı Tercih
Kitabın Yazarı Russell D. ROBERTS
Yayınevi ve Adresi Liberte Yayınları, Ankara
Basım Yılı 1994
KİTABIN ÖZETİ
Tercih, Amerika ve Amerikan iş dünyasının karşı karşıya olduğu önemli uluslararası ekonomik sorunlara kışkırtıcı ve tuhaf bakışıyla tüm kuralları altüst ediyor. Tercih’in ana karakteri, bir on dokuzuncu yüzyıl ekonomisti Ricardo’nun hayaleti. Ricordo, melek kanatlarını alabilmek için bir Amerikan televizyon imalat şirketinin genel müdürünü, yerel televizyon endüstrisini yok etme pahasına bile olsa ithalatın Amerika için iyi olduğuna ikna etmek zorundadır. Tercih, iktisat jargonunu kullanmadan uluslararası ticaretin iş hayatını ve günlük yaşantımızı nasıl etkilediğine ilişkin okuyucuya yeni bir perspektif kazandırıyor.
Bazı konular vardır her dönemde taraftar ve karşıt bulur. Serbest ticaret ile korumacılık taraftarlığı arasındaki çatışma da iktisat tarihi kadar, hatta ondan da eskidir. İktisadın tarihi Adam Smith’in “Milletlerin Zenginliği” ile başlar. Serbest ticaret mi korumacılık mı tartışmaları ise daha eskilere, Merkantilistler ve Fizyokratlar’a kadar geri götürülebilir.
Avrupa ve Amerika’da aralarında siyasetçilerin, ekonomistlerin ve diğer sosyal bilimcilerin de bulunduğu bir grup insan, yerel sanayi ve bu alanda çalışanların haklarını korumak amacıyla “korumacılık” felsefesini savunurken, diğer bir grup da daha yüksek refah, daha kaliteli, daha çeşitli ve daha ucuz mal için serbest ticaret felsefesini savunmaktadır.
Günümüzde serbest piyasa baskın gelmektedir, ancak buna rağmen insanlar bu konudaki kuşkularını tamamen yenebilmiş değillerdir. Bir yanda gelişmiş ülkelerin serbest ticareti, serbest sermaye hareketini ve serbest iş gücü dolaşımını öngören ulus üstü organizasyonlarla dünya ticaretini ve ekonomisini liberalleştirme girişimleri; diğer yanda dünyanın güçlü ülkelerine karşı birlikler kurarak direnmeye çalışan bölge ülkeleri. Bir yanda serbest ticaretin servet ve zenginlik kaynağı olduğunu ileri süren güçlü argümanlar; öte yanda, ekonomik güç birikiminin ancak korumacılıkla sağlanabileceğini savunan korumacı tezler.
Günümüz şartlarında ağır basan serbest piyasa ekonomisiyle birlikte Amerika 1960′tan bu yana oldukça değişti ve bu süre zarfında oldukça da zenginleşti. Bu değişimin tek nedeni de, Amerika’nın dış dünyaya kapılarını görece açık tutması değildir. Unutulmamalıdır ki 1993 Amerika’sı bile bir serbest ticaret dünyası değildir. Amerika son derece ayrıntılı ürün kategorilerine binlerce tarife ve kota uygulamaktadır.
Amerikanın yaşadığı bu zenginleşme sürecini ekonomide önemli yer tutan imalat sanayiindeki gelişmeyle örneklemek gerekir ise; imalat sektöründeki istihdamı %30 düzeyinde hatta daha yüksek düzeyde tutsaydı, Amerika daha fakir olabilirdi. Çünkü imalat sanayii de işlerin hepsi iyi para getirmez. 1960 ile 1990 arasındaki sürede düşük ücretli imalat sanayi Amerika’yı terk etti.
Arz talep dengesi. Daha çok sayıda ülkede, daha fazla insan fabrikalar inşa edip, işçilerini de o tesisleri çalıştırmaya yetecek kadar zeki ve disiplinli düzeye getirdiler. Bu kısmen artan eğitim sayesinde mümkün olmuşsa da, asıl belirleyici faktör, imalat sürecinde ortaya çıkan değişikliklerdi. Montaj işleri giderek daha fazla mekanikleştikçe düşük nitelikli işçiler için montaj daha kolaylaştı. İşte bu, teknolojik yenilik ve rekabetin ucuzlamasının başlıca nedeni olmuştur. Günümüzde ağır imalat sanayi Amerika gibi güçlü ülkeler tarafından yönlendirilmekle beraber az gelişmiş ülkelerde tesisleşmektedir. Bu da serbest piyasanın ve serbest güç dolaşımının beraberinde getirdiği bir sonuçtur.
Liberalleşen dünyada üretim biçimleri de değişmekte ve sınırlarını kırmaktadır. Örneğin televizyon üretmenin iki yolu vardır. Doğrudan yol ve dolaylı yol. Doğrudan yol, ülkende ve sana ait olan fabrika inşa ettirip, makineleri, hammaddeleri ve işçileri bir araya getirmek suretiyle televizyon üretmektir. Televizyon üretmenin dolaylı yolu ise, televizyon yerine başka bir şey, mesela ilaç üretip, onu satarak yerine televizyon almaktır. Japon ilaç sanayii, Japonya’nın ilaç ihtiyacının tamamını etkin biçimde karşılamaktan uzaktır, dolayısıyla Japonya ilacı Amerika’dan ithal ederken karşılığında televizyonu da Amerika’ya ihraç etmektedir. Görünürde televizyon imalatı gerçekleştiren Japonya aynı zamanda da ilaç da üretiyor sayılır. Aynı durum Amerika içinde geçerlidir. Amerika ürettiği ilacı ihraç ederek karşılığında televizyon ithal etmektedir. Ayrıca ülkelerin her şeyi bünyelerinde üretmelerine olanak yoktur. Olsa bile bu pek akıllıca değildir. Çünkü her şeyi aynı derecede iyi üretemezler. Her ülkede kaynaklar kısıtlıdır. Kaynaklardan kasıt sadece hammadde değildir. Aynı zamanda ülkenin insanları, onların bir günde çalışabilecekleri zamanı ve çalışma hevesleridir.
Tercih’ten çıkarılabilecek önemli bir sonuç da, Amerika tarafından dahi henüz tam olarak aşılamamış bir tartışma olan serbest ticaret – korumacılık tartışmaları, AB ile bütünleşme sürecinde olduğumuz, Gümrük Birliği anlaşması çerçevesinde birtakım yükümlülükler altına girdiğimiz, iç piyasada tekel ya da oligopol konumunda olan büyük grupların özel koruma talep ettikleri bir ortamda özellikle ülkemiz açısından da son derece önemlidir.

Şark Yıldızı Kitabı

Kitabın Adı Şark Yıldızı, Cilt: I.
Kitabın Yazarı Hikmet ILGAZ
Yayınevi ve Adresi Berikan Yayınları, Ankara
Basım Yılı 2001
KİTABIN ÖZETİ
Birinci Dünya Savaşı sırasında Van’da yaşayan bir ailenin serüvenini anlatan bu roman; o dönemde yaşanan Türk-Ermeni ilişkilerini, Ermenilerin Van’da çıkardıkları isyanları, bu isyanlar sırasında Türkleri nasıl katlettiklerini anlatmaktadır.
Eser, anılara ve yaşanmış gerçek olaylara dayandığı için âdeta tarihin romanı olmaktadır. Tarihî olaylar, anı-roman üslubunda aktarılmaktadır. Ermeni sorununun tüm çıplaklığı ile anlatıldığı bu eser, özellikle genç nesillerin o dönemde yaşananları olduğu gibi öğrenmesine vesile olmaktadır.
Van’da öğretmenlik yapan bir Türk ve onun ailesinin yaşadıkları esas alınarak, Van’da Türk ve Müslüman halkın savaş içinde çektiği sıkıntılar çok büyük boyutlara ulaşmış idi. Şehrin güvenliğini sağlamakla yükümlü olan bazı birliklerin de Kafkas Cephesi’ne gönderilmesi üzerine Van, tamamen Ermeni terör örgütlerinin insafına terk edilmiş oluyordu.
Ermeni terör örgütleri, şüphesiz bu fırsatı kaçırmadılar. Ermeni mahallesinden başlamak üzere isyan bayrağını açtılar. Bu arada, Türklerin yaşadığı bazı evleri ele geçirdiler. Vilayete saldırdılar. Valinin başkanlığında toplanan Türk halkı, kendi kendilerini müdafaa etmek için acilen bazı tedbirler aldılar. Bir evin bir bölümünü yaralıların tedavisi için hastane haline getirdiler.
Çok az bir kuvvetle ve profesyonel olmayan insanlarla şehri Ermenilere karşı savunmaya çalışan Türkler, canlarını, mallarını ve namuslarını korumaya çalışıyorlardı. Daha düne kadar birlikte yaşadıkları, Türklerin her türlü hak ve özgürlüğü tanıdığı komşuları Ermeniler, şimdi düşman olmuşlar, silâha sarılmışlar, “kırk asırlık Türk yurdu”nda bir Ermeni devleti kurmaya uğraşıyorlardı. Gözleri dönmüş gibi, kan akıtıyorlar, Türk ve Müslüman ahalinin her şeyine tecavüz ediyorlardı.
Bütün bunlara rağmen, çoluk-çocuk, erkek-kadın, genç-yaşlı, can havli ile düşmana karşı koymaya çalışan Türk halkı, yeni bir bela ile karşı karşıya kaldı. Bir süredir Kotur’u alarak burada duran Rus orduları, 1915 Mayıs’ının yedinci günü İran sınırını geçerek, Tımar-Saray-Muradiye güzergahından ilerleyerek Van’ı üç taraftan kuşattılar. Adilcevaz’ı da işgal ederek yakan Ruslar, Van’a dayandılar.
Van Türk halkı, valinin başkanlığında yaptıkları toplantıda şehri terk etme kararı aldılar. Bunun üzerine halk ikiye ayrıldı. Bir kısım insan hicrete evet derken, bir kısım insan da ne olursa olsun kalıp, ecdat yadigarı topraklarını kanlarının son damlasına kadar savunmak istediklerini bildirdiler.
Kalmak isteyenlerin gerekçeleri romanda Rasih Hoca’nın ağzından şu şekilde verilmektedir: “Bu binlerce masumun mübarek kanları vatanın bu parçasını millî tarihe kenetleyen vakur, muhteşem bir kahramanlık teşkil edecektir. Evlatlarımız, babalarının, analarının, kardeşlerinin şehit olduğu bu toprakların düşman elinde kalmasından utanarak gayretlerini artıracaklardır. Ne yapalım başka bir şeye iktidarımız olmadığı için biz de vatana olan borcumuzu kanımızla ödemeye çalışmaktayız…”
Romanın birinci cildi, bu göç olayının anlatımı ile sona ermektedir. Eser, çarpıtılan tarih ile bugün dünya kamuoyunu yanıltmaya çalışan Ermenilerin gerçek yüzünü ve tarihte yaşanan o olaylarda gerçek mağdurun kimler olduğunu çok güzel bir şekilde aktarmaktadır.
Bütün bu özellikleri ile bu romanın en kısa sürede senaryolaştırılıp filminin yapılması gerekmektedir. Böylece hem iç hem de dış kamuoyuna “Ermeni Sorunu”nun ne olduğu daha iyi anlatılabilir.

Taif’ Te Ölüm

Kitabın Adı Taif’ Te Ölüm
Kitabın Yazarı Hıfzı TOPUZ
Yayınevi ve Adresi Remzi Kitap Evi, İstanbul
Basım Yılı 2000
KİTABIN ÖZETİ
Mehmet Efendinin 1822 yılında İstanbul’ da bir oğlu olur, adını Ahmet Şefik koyarlar. Çocuk her şeyden önce Kurân’ ı ezberler ve on yaşında hâfız olur. Birkaç yıl sonra da, on üç yaşında Divan-ı Hümayun, yani Başbakanlık kaleminde memuriyete başlar. Orada adını Mithat Efendi yaparlar. Mithat, Divan-ı Hümayundaki görevinin yanı sıra Fatih camiinde ünlü hoca efendilerin derslerini izler; Arapça, Farsça, mantık ve İslâm hukuku öğrenir, yani, tam bir dinsel eğitimden geçer. Mithat Efendi çalışkanlığı ile göz doldurur, 18 yaşında Başbakanlık yazı işlerinde üst düzeyde bir göreve getirilir. İki yıl sonra daha önemli bir görev için Şam’ a gönderilir. Oradan Konya’ya sonra Kastamonu’ya daha sonra da İstanbul’a tekrar döner. Taşra ve Rumeli kentlerinde değişik görevler alır. 25 yaşında Naima Hanım ile evlenir. Naima Hanım iyi eğitim görmüş güzel bir kızdır. Bu evlilikten bir yıl sonra Memduha adlı kızları doğar. Başka çocukları olmaz. Mithat Efendi Kırım Savaşı olurken İstanbul’dadır. İstanbul, Fransız askerleriyle doludur. Azınlıklar, Fransızların arkasından gitmekte ve onlarla dostluk kurmaya çalışmaktadır. Üst düzeydeki Fransızlar , Bâbıâlî’ye gelirler, biraz dil bilen memurlar ve çevirmenler onlara yaklaşarak konuşurlar.
Mithat Efendi dil bilmemenin ve batı kültürünün dışında kalmış olmanın kompleksiyle ezilir. Mithat Paşa, önceden tanıdığı Sadrazam Ali Paşa’ ya Avrupa’- ya dil öğrenmek için gitmek istediğini söyler.
Ali Paşa, Mithat Paşa’yı Avrupa’ ya gönderir. Önce Fransa sonra İngiltere’- de dil öğrenir; bilgi ve görgüsünü artırır. Avrupa kültürünü yaşayarak öğrenir, batı medeniyetini tanır. Batıda gördüğü yeniliklerin Osmanlı’da da olmasını arzular. Bunlardan en önemlisi “Kuvvetler ayrılığı” ilkesidir. Yani yönetimin, yargının ve yasamanın birbirinden ayrı tutulmasıdır. Mithat Paşa, tüm yaşamı boyunca bunu uygulamaya çalışır. Padişah’ın devlet yönetimine, yargı organlarına ve meclise karışmamasını savunur. Bir anayasanın oluşturulması için çok çalışır. Fransız ihtilâlinden sonra yayılan eşitlik ve adalet ilkelerinin en büyük savunucusu olur. Mithat Paşa, bütün siyasal yaşamına yön veren ilkeleri Fransa da öğrenir. Mithat Paşa, Fransa da Danıştay’ ı öğrenir. Danıştay’ın Osmanlı’da da olması için çok çalışır. Mithat Paşa 1958 yılında engin birikime sahip olduğuna inandığından Abdülmecit’in huzuruna çıkıp düşüncelerini arz etmek ister; ancak bu olanağı bulamaz. Tek konuşabileceği kişi Ali Paşa dır. Önerilerini Ali Paşa’ ya yapar, Paşa çok olumlu karşılar. Mithat Paşa’yı üst düzey memuriyetlere getirir, vezir yapar. Sonra Niş ve Tuna valisi yapar. Mithat Paşa her gittiği yerde çalışma ve başarıları ile büyük üne kavuşur. Bir süre sonra Mithat Paşa görüşmelerde bulunmak için İstanbul’ a çağrılır. Görüşmelerde danıştay fikri üzerinde durulur. Osmanlı’da olan Meclis-î Vâla’nın, Şûray-ı Devlet’e dönüştürülmesi fikri benimsenir. Fakat Padişah bu fikre sıcak bakmaz. Fakat, daha önceden Gülhane Hattı Hümayunu’nda batılılara bunun yapılacağı sözü verilmiştir. Abdülaziz ikna olur. Fakat şûraya azınlıkların da alınması fikri padişahı rahatsız eder. Buna rağmen 1868 yılında Şûray-ı Devlet kurulur. Mithat Paşa, Şûra’nın başkanlığına getirilir.
Ali Paşa ve Mithat Paşa, birlikte Padişahın yapacağı açılış konuşmasını hazırlarlar. Bu konuşmada padişah hiç istemeyerek şunları söyler:
“Eski zamanlarda düzenlenen kanunlardan yaralanmak artık mümkün değildir. Eğer o kanunlar ve nizamlar bugünün ihtiyaçlarına cevap verselerdi şimdi Avrupa’nın en uygun ve iyi yönetilen hükümetleri arasında bulunurduk.
Şimdi yeni kurduğumuz düzenle icra kuvvetini adlî, dinî ve kanunî kuvvetlerden ayırıyoruz”
Hangi mezhepten olurlarsa olsun bütün tebam, aynı vatanın evlâtlarıdır. Herkes dinî inancında serbesttir. Mezhep anlaşmazlıkları Osmanlı vatandaşlarını birbirinden ayıramaz…”
Devlet Şûrasının açılışı özellikle İstanbul’da olmak üzere bütün yurtta Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar tarafından coşku içinde kutlanılır. Beyoğlu o akşam bir bayram havası yaşar. Mithat Paşa Şûra-yı Devletin başkanı olarak çok mutludur. Bir yıllık görevi döneminde İstanbul’da Saray Mektebi’ni ve Emniyet Sandığı’nı kurar.
Ancak daha sonra Mithat Paşa, Ali Paşa ile ters düşer ve Şûra-yı Devlet başkanlığından alınır. Bağdat’a vali yapılır. Burada ikinci kez evlenir. Bağdat valiliğinde de çok başarılı olur. Bir süre sonra görevinden alınarak İstanbul’a çağrılır.
Bağdat valiliği sırasında Mithat Paşa hakkında bir çok dedikodu çıkar. Mithat Paşa padişahla görüşerek meselenin aslını arz etmek ister. Huzura kabul edilir. Mithat Paşa, Osmanlının çöküşünün durdurulması için vatandaşlar arasında hiçbir din, dil, ırk ayırımı gözetilmeksizin herkesin Osmanlı sayılması gerektiğine inanmaktadır. Tüm vatandaşların eşitliğinden yanadır. Çok uluslu bir yönetim kurulmasını savunur. Gülhane Hattı Hümayunundaki maddeler uygulanırsa Müslümanlarla gayri müslimler eşit haklara sahip olacaklar; böylece müslüman olmayan vatandaşlarında Osmanlıyı savunacaklarına inanır. Batı da uygulanan hak, adalet eşitlik ilkelerinin bizde de uygulanması gerektiğini Sultan Abdülaziz’ e arz eder. Bu görüşler Padişah’a uygun gelir. Padişah Mithat Paşa’yı Sadrazamlığa tayin eder. Mithat Paşa yaptığı incelemelerinin sonucunda Sarayın harcamalarında usulsüzlük yapıldığını fark eder. Böylece sarayla Mithat Paşa arasında ilişkiler sertleşmeye başlar, bir süre sonra da Sultan Abdülaziz tahttan indirilir. Sultan Murat tahta çıkarılır. Olaylar, Mithat Paşa’nın isteği doğrultusunda gelişir. Yeni Padişah darbecilerin her isteğine boyun eğer, devleti Mithat Paşa ve ekibi yönetir. Bu arada Sultan Abdülaziz intihar eder. Sultan Murat tahttan indirilir ve yerine Sultan Abdülhamit geçirilir. Abdülhamit’in tahta çıkması bütün yurtta büyük törenlerle kutlanır. Sultan Abdülhamit Meşrutiyet’i ilan sözü ile tahta geçmiştir, ama asıl niyeti başkadır. Giderek artan baskıcı bir yönetimle bütün ipleri eline almaya ve kendine karşı çıkan sesleri surturmada kararlıdır. Mitat Paşa ise Batı’daki aydınlanma düşüncesi, Fransız Devrimi ve Özgürlük mücadelesinden etkilenmiş bir grup aydınla birlikte, beşyüz yıllık bir İmparatorluğun yapısını değiştirmeyi ve çağdaş bir yönetim anlayışı getirmeyi amaçlamaktadır. Yeni padişah Sadrazam Rüştü Paşa ile Mithat Paşa’ yı görevlerinde tutmak zorundadır. Çünkü kendilerine minnet borcu vardır. Mithat Paşa, sultanı hiç bir zaman sevmez. Sultan ise kendisinden büyük ve devlet yönetiminde tecrübeli olan Mithat Paşa’ ya çok saygılı davranır. Zaman içinde Padişah Sultan Abdülhamit ile Mithat Paşa ters düşerler. Mithat Paşa azınlıkların kendi askeri birliklerini kurmasını ister, Padişah buna karşı çıkar. Mithat Paşa Avrupa’da öğrendiklerini uygulamak ister, bunun için koşulları zorlar. Mithat Paşa sürgün edilir, önce Girit, sonra Suriye valiliği görevlerinde bulunur. Suriye valisiyken İstanbul’ a davet edilir. Önce İzmir’e gelir. İzmir’de Saray kendisine suikast düzenletir. Mithat Paşa Fransız konsolosluğuna sığınır. Mithat Paşa, Fransa ile Osmanlı arasındaki ilişkinin gerilmesine neden olur. Tunus, Fransa ya bırakılırsa Mithat Paşa’ nın Osmanlıya iadesinin söz konusu olabileceği bildirilir. Osmanlı bu isteği kabul etmez. Yapılan pazarlıkta sonuç alamayan Fransız elçiliği de Mithat Paşanın konsolosluktan çıkarılmasını ister. Mithat Paşa teslim olur. Paşa, İstanbul’ a getirilir, yargılanır, idama mahkum olur. Ölüm cezası kaldırılarak Taif’e gönderilir. Artık cezasını burada çekecektir, fakat Taif’te birçok işkenceye maruz kalır ve bir süre sonra da sarayın görevlendirdiği kişiler tarafından boğularak öldürülür.

Türk Aynştaynı “Oktay Sinanoğlu Kitabı”

Kitabın Yazarı Emine BAYKARA
Yayınevi ve Adresi Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul
Basım Yılı 2001
KİTABIN ÖZETİ
Kitap, gazeteci-yazar, Emine ÇAYCI’nın Oktay Sinanoğlu ile yaptığı 435 sayfalık, uzun bir söyleşiden oluşmuştur. Ancak söyleşi bölümünün ardından Sinanoğlu’nun hayat hikayesi tarih sırasına göre verilmiştir. Ayrıca Sinanoğlunun yayınlanmış yüzlerce kitap, makale v.b. yayınlarının bibliyografyası kitaba eklenmiştir. Kitabın son bölümü, Sinanoğlu’nun hayatının çeşitli dönemlerine ait çekilmiş fotoğraflardan bir albüm ve yine Sinanoğlu hakkında yerli ve yabancı basında çıkmış haber küpürleri ve ona verilmiş ödüllerin belgelerinden oluşmaktadır.
Oktay Sinanoğlu, söyleşi boyunca kendisi, ailesi, mesleği, hayatı, gezileri, büyük projeleri, bilimsel ve sosyal konulardaki tespit, görüş ve yorumlarını aktarır.
Oktay Sinanoğlu, bir Türk bilimadamı olarak dünyada kendini kabul ettirmenin ötesinde, ürettiği teoriler, oluşturduğu kuramlarla kimya, fizik, biyoloji alanlarında çığır açmış bir insandır. Hayat hikayesi kısaca şöyledir: 1935 yılında Türkiye Eğitim Derneği, Yenişehir Lisesinde burslu olarak okudu ve okulu birincilikle bitirdi. Okulun bursuyla kimya mühendisliği eğitimi almak üzere ABD’ye gitti. Kaliforniya’da Berkeley Üniversitesinin Kimya Mühendisliğini1956′da birincilikle bitirdi. 1957 yılında dünyaca meşhur bilimadamlarının yetiştiği MIT’de (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) Yüksek Kimya Mühendisi oldu. Yine Berkeley’de iki yılda Kimya Doktorasını tamamladı. Yale Üniversitesinde iken, 1963′te ABD’nin en genç profesörü oldu. Beraber çalışmaya başladığı ilk doktora öğrencilerinden yaşça daha küçüktü. Amerikada Yale, Harvard gibi iki üniversitenin iki kürsüsünde ders veriyor, ülkenin çeşitli şehirlerindeki üniversitelerine konferans ve seminerlere çağrılıyordu. Aynı anda dünyanın en tanınmış kimya, matematik ve fizik dergilerinde makaleleri yayınlanıyordu. Bir yandan da National Science Foundation, Ulusal Bilim Vakfı’nın araştırma projelerine katılıyordu.
Oktay Sinanoğlu kısa zamanda Kuantum Fiziği ve Kimyası, Moleküler Biyoloji ve Matematik alanlarında yüzlerce teorem geliştirdi. Dünya bilim literatürüne eşi benzeri az görülür biçimde katkılarda bulundu. ABD, Batı ve Doğu Almanya, Fransa , İsveç, Japonya, Hindistan, Rusya ve Meksika ve daha pek çok ülkeye bilimsel araştırmalar ve projeler için gitti. Üst düzeyde bilimsel ve devlet nişanları aldı. Devlet başkanlarının şeref konuğu oldu. Konferanslar verdi ve bilimsel toplantılara katıldı. Nobele aday gösterildi; öğrencisi Nobel ödülünü kazandı.
İstanbul’da 19 Ağustos – 5 Eylül 1964 tarihleri arasında sonradan Boğaziçi Üniversitesine dönüşecek olan Robert Koleji binasında ilk kez bir uluslar arası yaz okulu düzenledi. Kuantum ‘Nicem’ Kimyası üzerine yapılan bu yaz okulunda savaş sonrası ve soğuk savaş dolayısıyla birbirnden kopuk olan dünyanın dört bir yanındaki bilim adamlarını bir araya getirdi ve bu alandaki alışverişle bilimsel anlamda yeniliklere Türkiye’de adım atılmasını sağladı. Konferans bildirilerinden oluşan üç cilt çeşitli ülkelerde 30 yıl boyunca ders kitabı olarak okunmuş.1965′te İstanbul Yeşilyurt’ta Çınar Otel’inde Yüksek Enerji Fiziği üzerine, ikinci uluslar arası yaz okulunu düzenledi. 1969′da İzmir Urla’da ‘Atom Fiziğinde Yeni Yönler’ üzerine üçüncü uluslar arası yaz okulu düzenledi.
ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitelerinin kurucuları arasında yer aldı. 1968′de ODTÜ’de Kuramsal Kimya Bölümünü kurdu. 1973′de Boğaziçi Üniversitesi’nde danışman profesör olarak çalıştı. 1974′te Milli Eğitim Şurasına katıldı ve bilim ve teknoloji eğitiminin Türkçe olması gerektiği üzerine konuşmalar yaptı. 1994 -1995′ te Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Kimya Bölümünde profesör ve rektör danışmanı olarak görev yaptı. Halen aynı bölümde profesörlük görevini yürütmektedir.
Bilim dünyasında olduğu kadar özel hayatında da çok renkli bir kişiliğe sahip olan Sinanoğlu, yelkenlisi ile sık sık uzun okyanus gezileri yaptı, pilotluğu öğrenip uçuşlar yaptı.
Farklı zaman ve zeminlerde sürdürülen bu söyleşide Oktay Sinanoğlu bir çok konuda ilginç fikir ve düşüncelerini açıklamaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir: “Dünyada önemli bazı ülkeler, Türkiye’de kurulan bazı uluslar arası dernekler vasıtasıyla va bazı kişilerin özel çıkarları bu işe alet edilerek Türkiye’nin bilimsel gelişmesini önlenmeye ve baltalanmaya çalışılmaktadır. Türkçe’nin bilimsel araştırma dili olmaktan çıkarılması ve bunun yerine İngilizce yada bir başka yabancı dilin eğitim dili haline getirilmeye çalışılması ve hedefli bilimsel araştırmaların engellenmesi yada kösteklenmesi bu gayretlerin bir ürünüdür”.
Sinanoğlu’nun üzerinde durduğu konulardan bir tanesi de bilim adamlarının nasıl yetiştirileceği, bilimsel araştırma yöntemlerinin nasıl olması gerektiği hakkındadır. Bilimsel ürün ortaya koymanın ve bir eser meydana getirmenin yolunun, işin sonundaki maddi ödül ve gelirleri, bilimsel ünvan ve lakapları, tanınma ve ünlü olma gibi meyveleri düşünmeden çalışmak olduğunu anlatır.
Sinanoğlu’na göre “Bilimci; araştırıcı, sorgulayıcı ruhtaki insandır. Bilim ise, konserve kutusuna konmuş bilgilerin tümü demek değildir. Bilim canlı bir organizma gibidir; devamlı değişir, gelişir, yeni verileri tutmayan yerine yeni varsayımlar, kuramlar üretilir, onlar sürekli denenir, sınanır, sorgulanır, yeni verilerce çürütülmediği sürece yaşar. Hal böyle olunca gerçek bir bilimcinin kalıp kafalı, slogan kafalı, değişik düşüncelere kafası ve yeni olgulara gözü kapalı olması mümkün değildir. Araştırıcı, sorgulayıcı ruhla, bağnazlığın herhangi bir türlüsü bir arada bulunamaz”.
Sinanoğlu’nun yaşamı boyunca önemli bir özelliği de her zaman her platformda el üstünde tutulmasına ve ünlü olmasına rağmen, Türk milletinin kültürüne, diline tarihine ve değerlerine kendini sımsıkı bağlı hissetmiş ve bu bağlılığın bir gereği olarak yıllardır gözlemlediği, dış dünyayla karşılaştırarak, düşünerek vardığı sonuçları Türk halkının her kesimine, hiçbir ayırım yapmadan iletmeyi vicdan borcu olarak görmüştür. Türk milletinin değerlerini de dış dünyaya aynı heyecanla tanıtmaya çalışmıştır. Örneğin, Türk ve Japon kültürleriyle ilgili yaptığı karşılaştırma ve değerlendirmeler, Japonya’da büyük yankı uyandırmış ve iki kez Japonya’ya davet edilmiş ve Türk resmi heyetine başkanlık yapmıştır. Bu sırada yapılan görüşmelerin sonucu olarak İpek Yolu dizisi projesi ortaya atılmış ve Japonya’dan Türkiye’ye kadar sadece Japonca ve Türkçe konuşularak tarihi İpek Yolu güzergahı üzerindeki milletlerle iletişim kurulabileceğine Japonları ikna etmiş ve buralardaki ortak kültürün filme çekilerek sergilenmesini önermiştir. Japonlar bu projeye hayran kalmış ve gerçekleştirmişlerdir.
Sinanoğlu’nun değindiği ilginç konulardan bir tanesi de Avrupa ve ABD’de, zannedilenin tersine, kendi şahsi tecrübelerini anlatarak söz ettiği bilim hırsızlığının yaygın olduğudur. Bilim adamlarının üçüncü dünya ülkelerinden gelen genç, zeki ve dinamik ya da yalnız sahipsiz bilim adamlarının bilimsel ürünlerinin ve çalışmalarının gasp edildiğini ve bu alanda bilimsel mafya ve çetelerin oluşmuş olduğunu ileri sürmektedir.
Söyleşi boyunca Sinanoğlu’nun vurguladığı ana temalardan bir tanesi de Batı Dünyasının Türkiye üzerinde korkunç oyunlar oynadığıdır. Nedeni ise Türkiye’nin konumu, tarihi mirası, kültür mirası ve üstlenebileceği ekonomik ve siyasi rolün muazzam potansiyelin, batı dünyasını korkuttuğu gerçeğidir ve Türkiye’nin, toparlanıp en az Japonya gibi bir ülke olması korkusudur. Sinanaoğlu’na göre “Batı, Türkiye’yi karşısında bir daha büyük güç olarak görmek istemiyor. Dolayısıyla en yoğun yıkıcı etkinlikleri Türk milletinin köküne, kültürüne, diline ve geçmişine makas atılması üzerinedir. Üniversitelerimizde ve hatta orta öğretim kurumlarımızda İngilizce ile eğitim yapmanın sürekli empoze edilmesi (yabancı dil öğretimi değil) Türkiye üzerine oynanan oyunların en tehlikelisidir. Bu ancak sömürge ülkelerde görülebilecek bir durumdur; Ülkeyi içten fethetmenin en etkili yoludur.”
Kitap baştan sona heyecan dolu bir hayat hikayesini aktarmaktadır. Oktay Sinanoğlu akıcı konuşmasıyla okuyucuyu kendine bağlamaktadır. Okuyucu Türkiye ve dünyanın son elli yıllık panoramasını film izler gibi kitabı elinden bırakmadan okuyabilir.

Türk Dış Politikasında 1950′li Yıllar

Kitabın Adı Türk Dış Politikasında 1950′li Yıllar
Kitabın Yazarı Prof. Dr. Hüseyin BAĞCI
Yayınevi ve Adresi Metu Press İnönü Bulvarı, Odtü Yerleşkesi ANKARA
Basım Yılı 2001
KİTABIN ÖZETİ
Demokrat Parti Dönemi Türk Dış Politikasının incelendiği bu kitap için, yazar hem yurt içi hem de yurt dışında çeşitli inceleme ve araştırmalar yaptığını belirtmiştir. Bu inceleme ve araştırmalarda özellikle Washington ve Londra’daki Public Record Office, British Library, Institute for International Strategic Studies, Library of London School of Economics, National Archives of the United States, Library of Congress, Institute of Turkish Studies gibi kurum ve kuruluşlardan yararlanılmıştır. Yazar ayrıca çalışması için hem Türk hem de yabancı çok sayıda kişi ile bizzat görüştüğünü ifade etmektedir.
Kitabın birinci bölümünde; Türkiye’nin Batı İttifakına Girişi, ikinci bölümünde Menderes Hükümetinin Öncülüğünde Türkiye’nin Ortadoğu Politikasındaki “Yeni Yönelişi”, üçüncü bölümde ise “Kıbrıs Sorununun” Ortaya Çıkışı ve Menderes Hükümetinin Kıbrıs Politikası ve Sonuç anlatılmaktadır.
Kitap, Demokrat Partinin 14 Mayıs 1950′de seçimleri kazanıp iktidarı Cumhuriyet Halk Partisinden devralması ile başlamaktadır. İncelenen dönem 27 Mayıs 1960′ta, Menderes hükümetinin iktidardan düşürülmesine kadar geçen dönemdir. Kitapta İkinci Dünya Savaşından sonra Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren olaylar ve kararlar da ayrıntılı olarak değerlendirilmektedir.Kitabın ana teması, yazarın “Menderes Dönemi” olarak tanımladığı bu on yıllık süre içerisindeki Türk Dış Politikasının temelleri, gelişmesi ve uygulanmasıdır. Bu haliyle kitap Türkiye’de dış politika üzerine yapılan ilk “dönem çalışmalarından” biridir.
Birinci bölümde Türkiye’nin NATO’ya katılması incelenmektedir. Özellikle, o dönemde Türk-Amerikan ilişkileri ve Menderes Hükümetinin Kore’ye asker gönderme kararı anlatılmaktadır. Yazar Türkiye’nin NATO ittifakı içine alınmasını, Menderes Hükümetinin en büyük başarısı olarak değerlendirmektedir. Bu bölümde ayrıntılı olarak anlatılan bir diğer konu da ABD’nin Ankara Büyükelçisi Mc Ghee’nin, Türkiye’nin NATO’ya dahil edilmesi sürecinde Avrupa ülkelerinin yoğun tepkilerine karşı gösterdiği çabalardır.
İkinci bölümde Menderes Hükümetinin Orta Doğu ve Balkan Politikaları incelenmektedir. Yazar özellikle Menderes Hükümetinin Orta Doğu politikalarındaki “Yeni Yöneliş” ve onu ortaya çıkaran faktörler üzerinde durmaktadır. Orta Doğu’da “aktif politika” istemleri ve “Büyük Birader” politikası arayışları ve Bağdat Paktının kurulmasına varan gelişmeler değişik açılardan değerlendirilmektedir. Balkan Paktının kuruluşu ve bu paktın Menderes Hükümetinin Orta Doğu politikası için olan önemi de ayrıntılı olarak bu bölümde anlatılmaktadır.
Bandung Konferansı ve Menderes Hükümetinin o dönem bağımsızlığını yeni kazanan eski sömürge ülkeler arasında moda olan ‘tarafsızlık’ politikasına niçin sıcak bakmadığı da ikinci bölümde yer almaktadır. Yazara göre bunun temel nedeni Türkiye’nin o dönemdeki ulusal güvenlik anlayışıdır. Bu çerçevede Orta Doğu’daki krizli yıllar (1957-58) ayrıntılı olarak ortaya konulmuştur. Benzeri şekilde, Eisenhower Doktrini çerçevesinde ve 1956 yılında yaşanan Süveyş Bunalımı ile 1957 Türkiye-Suriye krizi esnasında, Türk ve Amerikan çıkarlarının ne dereceye kadar örtüştüğü de değerlendirilmektedir.
Üçüncü bölümde ise Menderes Hükümetinin Kıbrıs politikası irdelenmektedir. Yazara göre, Menderes Hükümetinin diplomatik ve hukuki önlemler alma gereğini duyması, Fatin Rüştü Zorlu vasıtasıyla, ancak Kıbrıs Sorununun Yunanistan tarafından Birleşmiş Milletlere getirilip uluslar arası bir boyut almasından sonra olmuştur. Dışişleri Bakanı Zorlu tarafından kurulan Kıbrıs Komisyonunun adadaki Türk güvenlik çıkarlarını dünya kamuoyuna nasıl anlatmaya çalıştığı yine bu bölümde yer alan konular arasındadır. Yazar ayrıca İstanbul’da 6-7 Eylül 1955′te meydana gelen Yunan karşıtı olayların aynı komisyon tarafından dünya kamuoyuna nasıl anlatılmaya çalışıldığını, bu olayların Menderes Hükümetinin iç ve dış politikalarında nasıl bir dönüm noktası haline geldiğini anlatmaktadır. Bu olaylar Menderes Hükümeti için gerek iç gerekse dış politikada önemli sorunlar yaratan ve prestij kaybına neden olan neticeleri de beraberinde getirmiştir. Öyle ki, ilk defa bu olaylardan sonra Başbakan Menderes’in popülerliğini yitirmeye başladığı görülmüştür.
Sonuç bölümünde yazar incelediği konuların kısa bir değerlendirmesini yapmaktadır. Yazarın Menderes Hükümetinin Kıbrıs politikasıyla ilgili değerlendirmesi şöyledir: “Demokrat Partinin Kıbrıs Politikası, planlanışı, uygulanışı ve ulaştığı sonuç bakımından kendisinden sonra gelen hükümetlere siyasi, diplomatik ve hukuki temel teşkil edecek bir baz oluşturmuştur.”

Toplantı Sanatı

Kitabın Adı Toplantı Sanatı
Kitabın Yazarı Richard J. DUNSING
Yayınevi ve Adresi İlgi Yayın Evi İstanbul
Basım Yılı 1989
KİTABIN ÖZETİ
Kitapta, bir toplantıdan nasıl iyi bir verim elde edilebileceği, toplantılarda yapılan yanlışlar ve bunların nasıl düzeltilebileceği bölümler hâlinde anlatılmaktadır.
Birinci bölümde; toplantılarda insanı sıkıntıya sokan, toplantıyı sıkıcı hale getiren unsurlar anlatılmış, çeşitli örnekler verilmiş ve ardından da bunlardan kurtulmak için çözüm yolları gösterilmiştir. Toplantılardaki sıkıcılığı ortadan kaldırmak için, toplantıdaki her bireyin öncelikle, toplantının niçin yapıldığını, toplantının süreci içerisinde neler olduğunu ve toplantıya katılanların bu hususlardan nasıl etkilendiğini bilmesi; toplantının zamanında başlaması ve bitirilmesi gerektiği tavsiye edilmiştir. Ayrıca, enerjinin harcandığı, hedefin belirlenmediği ve karşılıklı atışmaların olduğu bir toplantıdan sonuç elde edilemeyeceği de özellikle vurgulanmıştır.
İkinci bölümde, iyi bir toplantıdan örnekler verilmiş, toplantılarda başarılı olabilmek için, her üyenin kendi stiline göre verimli olması gerektiği, toplantıya katılan herkesin dürüst ve açık olması, başkasını güç duruma düşürmeden doğruyu söylemesi gerektiği, ayrıca her üyenin uyumlu, sıkılmayan ve başkasını küçük düşürmeyen bir yaklaşımda olması hususları üzerinde durulmuştur.
Üçüncü bölümde, bir toplantının nasıl yönetileceği, bu yönetim esnasında karşılaşılan zorluklar ve bunları yenme yolları çeşitli örneklerle anlatılmıştır. İnsanları yönetmenin makineleri yönetmekten daha zor olduğu, yöneticinin insanları ne kadar iyi tanırsa onları o kadar iyi yönetebileceği, dolayısıyla toplantılarda insan duygusunun ön plana çıktığı ve bu duygu boyutunun toplantının verimli olması için çok iyi kontrol edilmesi ve yönetilmesi gerektiği, ayrıca her toplantıda duygu boyutu olsa da açık konuşulması, açık konuşurken de ne istenildiğinin açık olarak belirtilmesi yine bu bölümde vurgulanmıştır.
Dördüncü bölümde, bir toplantının hangi amaç için yapıldığı, bu amaca uygun bir çalışma yapılması için nasıl bir toplantı modelinin oluşturulması gerektiği anlatılmıştır. Bunun için, toplantıya girmeden önce, toplantının amacı, kişisel olarak toplantıdaki hareket tarzımız, toplantının gündemi sırasındaki çalışma esasları, toplantının giriş, gelişme ve sonuç yönleriyle değerlendirilmesi, her toplantı üyesi tarafından verimliliği artırmak adına bilinmesi ve yapılması gerekenler olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca, toplantıda çalışmaların yolunda gitmesi için gerekli olan zaman ve yapılacak işler üzerinde de toplantının seyrine göre neler yapılması gerektiği anlatılmıştır.
Beşinci bölümde, toplantıya başkanlık eden kişinin konumu, rolü ve en önemlisi gücünden bahsedilmiştir. Başkanın bir toplantıyı verimli sonuçlar alacak şekilde yönetebilmesi için toplantıya çözümler ile değil sorunlarla başlaması, toplantıya katılan kişilerin ihtiyaçlarını öğrenmesi, alınacak kararlara herkesin katılımını sağlaması ve zamanı çok iyi denetlemesi gerektiği anlatılmıştır. Başkanın, amaçları saptamak zorunda olmadığı, ama belirlenmesine katkı sağlaması gerektiği, karar vermek zorunda olmadığı, ama zamanı gelince karar verilmesini sağlaması gerektiği vurgulanmıştır.
Altıncı bölümde, toplantıların verimsiz olması durumunda ne gibi değişiklikler yapılması veya nasıl önlemler alınması gerektiği üzerinde durulmuştur.
Yedinci bölümde, ticaret ve sanayii kuruluşlarında, sekizinci bölümde, resmi dairelerde, dokuzuncu bölümde, eğitim kuruluşlarında, onuncu bölümde, sağlık kuruluşlarında, on birinci bölümde, sosyal çevrede toplantı nasıl yapılmaktadır, verim alınması nelere bağlıdır, etkin toplantı için hazırlıklar neler olmalıdır, gibi unsurlar üzerinde örneklerle açıklamalar yapılmıştır.
Sonuç olarak, toplantılarda, eski alışkanlıklarımızdan hemen kurtulmamız gerektiği, günün ve gelişen olayların seyrine göre çözüm üretmemizin şart olduğu, ancak yenilikler takip edilip kararlar buna göre alındığında toplantıların verimli olacağı vurgulanmıştır.

Tarihte Ve Günümüzde Türk-Yunan Mücadelesi

Kitabın Adı Tarihte Ve Günümüzde Türk-Yunan Mücadelesi
Kitabın Yazarı Süleyman KOCABAŞ
Yayınevi ve Adresi Bayrak Yayınevi – İSTANBUL
Basım Yılı 1988
KİTABIN ÖZETİ :
1829′da bağımsızlığını kazanan Yunanistan ile tarih boyunca aramızın hangi nedenlerle barışık olmadığını ortaya koyan ‘Tarihte ve Günümüzde Türk-Yunan Mücadelesi’ uluslar arası platformda iki komşu devletin savaş derecesine varabilen ilişkilerini yeni kuşaklara sunmakta ve yaşanan tarihi aktarmaktadır.
Fransız ihtilâlinin tabii sonuçlarından olan Avrupa devletleri arasında bağımsızlık ve ulusçuluk fikirlerinin oluşumu, 1815 Viyana Kongresi’ne kadar bir çok siyasî sınırın değişimine yol açmış ve yeni bir Avrupa haritası meydana getirmiştir.
Genellikle Osmanlı devletinin egemenliği altında bulunan azınlıklara bu akımlar kendiliğinden gelmemiş, özellikle Napoleon Fransa’sı ve Çarlık Rusya tarafından derinden derine bu akımlar, Sultanın topraklarında kargaşalıklar çıkartmak üzere bilinçli olarak körüklenmiştir.
Bu kargaşalıkların biri de özellikle Fransa’nın sömürge edindiği Ege adalarında Rumlara ve Mora halkına, Panislâvist Rusya’nın Makedon ve Balkan ırklarını teşvikiyle Mora İsyanı, Navarin olayı, Balkan harpleri şeklinde vücut bulmuştur. 1829 bağımsız Yunan devletinin kurulması ile bu ayaklanmalar batılı devletleri amaçlarına ulaştırmıştır. Artık Hasta Adam için Avrupa macerası sona ermektedir. Ancak 1829′da dahi Yunanistan kendi devletini halkının çabalarıyla değil, kuvvetli Avrupa devletlerinin zorlaması ile kurabilmiştir. Bu bağlamda ‘Megalo İdea’ adlı Yunan ütopyası yine bu batılı güç odaklarının empozesi olarak değerlendirilmelidir. Megalo İdea hiçbir zaman Yunan milletinin kendi benliğinden doğan bir doktrin olmamıştır. Bu gerçeğe rağmen, bugün Yunan devleti bu fikri savunmak uğruna varını yoğunu vermekte, hatta parlamenter rejiminin tüm hükümet plânlarını iç ve dış siyasetinde bu kaide üzerine oturtmaktadır.
‘Düşmanımın düşmanı benim dostumdur’ tezini benimseyen Yunanistan ile tarih boyunca hep zıt taraflarda yer almışızdır. 1829 bağımsız Yunanistan’ın kurulmasından bu yana 1′nci ve 2′nci Balkan Savaşlarında, Türk İstiklâl Harbi’nde, Kıbrıs’ta bizzat Yunanlılar ile fiili savaş halinde bulunmuş ve hâli hazırda aramızda çözümlenemeyen ve sonucu savaşa varabilecek bir sürü sorun bulunmaktadır. Ne gariptir ki bu sorunlar Avrupa tarafından da iki yüzyıl boyunca çözüme bağlanamamıştır.
Bu sorunlara daha detaylı bakacak olursak; Türk İstiklâl Harbi’nde Yunan politikası Megalo İdeanın İngiliz-Fransız desteğiyle Batı Anadolu topraklarımıza sıçramasına şahit olduk. Başkentinin İstanbul ya da onların deyişiyle Konstantinapolis olacağı kutsal Bizans İmparatorluğunu tekrar diriltmek. Çok ilginç bir durum vardır ki, Yunan ırkının Bizanslılar ile yakından uzaktan bir kan bağı yoktur. Bizanslıların Latin Roma ırkından geldiği ve Büyük Roma İmparatorluğunun parçalanmasıyla bir Doğu Roma Devleti olarak ortaya çıktığı tarihi bir gerçektir. Yunanlılar ise Helen soyundan gelmekte olup farklı kültür ve ırk kökenine sahiptirler. Asıl Bizans mirasçıları İtalyanlar olmalıdır, Yunanlılar değil.
On iki ada ve Ege adaları sorunu; Trablusgarp ve Bingazi işgalleri üzerine bahsi geçen on iki adaları Ouchi Antlaşması ile geçici olarak İtalyanlara devrettik ama şartname ileri bir tarihte adaları geri alabileceğimizi içeriyordu. Araya giren Balkan harpleri ve 1′nci Dünya Harbi, İtalya’ya kuvvetli taraf olarak bu şartnameyi çiğneme hakkı doğurdu ve Lozan’da adaları İngiliz desteğiyle Yunanlılara devrettiler. Bugün ise Yunanistan, on iki ada ve adaları ve bunların karasularını kullanarak, Ege Denizi’ni bir Yunan gölü haline getirmeyi amaç edinmiştir. Bu amacını uygularken her zaman olduğu gibi uluslar arası antlaşmaları çiğnemekte bir sakınca görmemekte daha ilginci medeni Avrupa adeta buna göz yummakta, tavizkar davranmaktadır. Karasularını 12 mil, hava sahasını da bindirilmiş bölge hesabına göre yapan Yunanistan ile yakın geçmişimizde Ege Denizi üzerinde birçok it dalaşı ve sahil güvenlik restleşmeleri gündeme gelmiş hatta Kardak kriziyle iki ülke olası bir Türk-Yunan savaşının eşiğinden dönmüştür.
Kıbrıs; Türkiye’nin kanayan yarası. Adayı diğer tüm elde ettiği haklar gibi yine bir Avrupaî güç unsuru olan İngiltere’den devralan Rumlar, adada yaşayan Türk ırkının varlığından rahatsız olmakta ve tipik bir Yunan ideolojisine göre hareket edip, kendilerini adanın tek hakimi ilân etmektedirler. 1963′ten 1974′e kadar geçen sürede Kıbrıs’ta kasaplık yapmalarına göz yumulan Yunan ordusu ve Rum muhafızları ile milisleri 1974 Barış Harekâtı ile hak ettiğini bulmuş, çirkin yüzlerini bir kere daha dünyaya göstermişlerdir. Ama bu harekât bile bu ikilinin adayı kan gölüne döndürme ve ENOSIS’i gerçekleştirme çabaları babında kafalarındaki art niyetleri silmeye yaramamış belki de tam aksine iyice körüklemiştir.
Ülkemiz aleyhine yapılan her faaliyette desteğini esirgemeyen komşumuz,Türkiye’nin son yirmi yılına damgasını vuran güneydoğu olaylarına da ilgisiz kalmamış, PKK örgütüne her türlü maddi, manevî ve siyasal destekte bulunmuştur. Hatta daha da ileri giderek Avrupa Parlamentosunda ve Birleşmiş Milletlerde PKK’yı göklere çıkarmış, ülkemizi yayılmacı ve baskıcı politika izlemekle zan altında bırakmak istemiş, bu amacı altında başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesini yanına çekmekte başarı gösterebilmiştir.
Gördüğümüz gibi iç ve dış tüm politikası ve diplomasisi tamamen Türk düşmanlığı üzerine kurulu komşumuz Yunanistan’ın, yakın gelecekte de başka meselelerle dünya kamuoyu önüne çıkacağı ve eskilerini de sürekli açık bir yara halinde koruyacağı aşikârdır. Bu haliyle Yunanistan’ın, Türkiye’nin güçsüz anını bekleyip kollayan, pusuya yatmış kana aç bir leş yiyici gibi davrandığı ve sürekli etrafımızda bizi izlemekte olduğu gözden kaçmamalıdır.
Barış, Ege ve Akdeniz’de çok uzak olarak görülse de, komşumuzun artık bu tutumunu bırakıp dostça tavırlar göstermesi durumunda her zaman kendisine uzanan bir Türk eli bulabileceği aşikârdır.

Türk’ün Ateşle İmtihanı

Kitabın Adı Türk’ün Ateşle İmtihanı
Kitabın Yazarı Halide Edip ADIVAR
Yayınevi ve Adresi Atlas Kitap Evi
Basım Yılı 1982
KİTABIN ÖZETİ
İstanbul’un işgalinden sonra, işgal kuvvetleri ve azınlıklar Türk ahaliye çok kötü davranırlar. Halk ümitsizlik içindedir. Yöneticilerde ülkenin geleceği ile ilgili fikir birliği oluşmamıştır. Osmanlı Meclisi kapanmıştır. Doğu Anadolu’da kurulması muhtemel Ermeni devletine karşı halk silâhlandırılmaktadır. Bu bölgede büyük kargaşa yaşanmaktadır. Anasız ve babasız çocukların çoğunlukla Ermeni veya Türk çocuğu olduğuna çoğu zaman karar verilemiyor, kayıtlarında büyük yanlışlıklar yapılıyordu. Kurulan komisyonlar ayırım işini yapamıyorlardı. Bu arada İzmir işgal edilir. Bu işgal çok büyük üzüntüye neden olur. Bunun üzerine İstanbul’da birçok toplantı düzenlenir. Halide Edip bu toplantılara konuşmacı olarak katılır. Bu toplantılar, Millî Mücadele için zemin hazırlar. İzmir’in işgalinden bir gün sonra 16 Mayıs’ta Mustafa Kemal, doğudaki kargaşaya son vermek için, hükûmet tarafından 9′ncu Ordu Müfettişi olarak görevlendirilir. Mustafa Kemal gizliden gizliye, Ali Fuat Paşa, Kazım Karabekir Paşa, Rauf Bey ile anlaşır. Miralay Refet Paşa ve Albay Arif Bey, Mustafa Kemal ile birlikte hareket ederler. Amasya’da ilk tarihi toplantıyı yaparlar. Arkasından Erzurum ve Sivas Kongreleri yapılır. Anadolu’da bir diriliş hareketi başlar. Millî Hükûmetin kurulması çalışması hız kazanır. Halide Edip ve bir grup arkadaşı İstanbul’dan binbir güçlükle kaçarak Anadolu’ya geçerler. Ankara’nın yolu tehlikelerle doludur. İstanbul’da işgal güçlerinden kaçan vatanseverler Anadolu’da hem azınlık çetelerinden, hem de padişah yanlılarından saklanmak zorunda kalırlar. Bu grup Ankara’ya ulaşır. Orada Mustafa Kemal tarafından karşılanır. Millî Mücadele için bir çok hazırlık yapılmasına rağmen ne dış dünyaya, ne de ülke içine duyurulamıyordu. İlk iş olarak Yunus Nadi ile Halide Edip Anadolu Ajansını kurar. Böylece millî hareketin anlamı duyurulmaya başlanır. Artık Ankara, Millî Mücadelenin merkezidir. Bu arada TBMM açılır; Mustafa Kemal başkan seçilir.
Anadolu’nun her yanında yeni oluşmuş, şekil almamış düşünceler arasında mücadeleler devam ediyor, her yerde kardeş kanı dökülüyordu. Bu isyan ve kargaşalar bastırılır. Batı Cephesinde birçok savaş yapılır. Atatürk, 5 Ağustos 1921′de Başkomutan seçilir. Tüm yetki Mustafa Kemal’e verilir. Düşman Polatlı’ya kadar gelmiştir. Sakarya Irmağının kıyılarında ordumuz tertiplenir. Yunanlı işgal ettiği bölgelerde halkın namusuna ve canına kastetmektedir. Türkler angarya olarak çalıştırılıyordu. Birçok çatışmadan sonra uygun an yakalanır. Düşman çekilmeye zorlanır. Düşman çekilirken Yunan mezalimi had safhaya ulaşmıştı. Kadınların ırzına geçiliyor, evler yakılıyor, hayvanlar öldürülüyordu. Polatlı’da yapılan mezalimi incelemek için bir şube kuruldu. Bu şubenin başına Halide Edip getirildi. Şubede Yakup Kadri, Yusuf Akçora, bir teğmen ve bir de fotoğrafçı bulunmaktaydı. Yunanlıların bu köylerdeki hareketi aklını kaçırmış insanların hareketiydi. Görülen manzara korkunçtu. Kirletilen kadınlar, yakılan evler ve öldürülen hayvanlar… Bu bir vahşetti.
Yunanlı çekilirken ne Yunanlı, ne de Türkler ölülerini gömmeye fırsat bulamıyordu. Her taraf yanmış insan cesetleri ile doluydu. Yunanlılar köy ve kasabaları ateşe vererek İzmir’e gelirler. Fakat komutanları esir düşer. Türk ordusu da Yunan ordusunun arkasından İzmir’e girer. Artık Yunan Anadolu’dan kovulmuştur. Halide Onbaşı, İstanbul’a dönmenin zamanının geldiğine inanıyordu, sevinçliydi. Halide Edip yola çıkar. Yol boyunca Anadolu’nun yıkılmışlığı evsiz, barksız, aç, perişan insanların ortalıkta dolaşması Halide Hanımın dönüş sevincine engel olur. Her yerde Yunanın yaptığı zulmü dinler; Bu üzüntülerle İstanbul’a ulaşır.
Bu kitapta İstanbul’un ve Anadolu’nun işgali, Millî Mücadele akıcı bir dille anlatılmaktadır. Her Türk gencinin yakın tarihini bilmesi açısından faydalı bir kitap olduğu değerlendirilmektedir.

Türkiye Ve Ortadoğu

Kitabın Adı Türkiye Ve Ortadoğu
Kitabın Yazarı Osman Metin ÖZTÜRK
Yayınevi ve Adresi Gündoğan Yayın Evi, Ankara
Basım Yılı 1997
KİTABIN ÖZETİ
Türkiye’nin savunma ve güvenlik ihtiyaçlarının dünyadaki genel gelişme çizgisinden farklı olarak her geçen gün bir öncekine göre arttığı, ülkedeki siyasal ve ekonomik istikrarsızlığın buna önemli ölçüde katkıda bulunduğu ve içinde bulunulan coğrafyanın Türkiye açısından getirdiği bazı dezavantajlara değinen kitapta; Orta Doğu; Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri, İran, Irak, İsrail ve Suriye’nin dış politika hedefleri açısından, Türkiye merkezli olarak sosyal, siyasal, ekonomik ve askeri yönleri ile değerlendirilmiştir.
Yazar konuyu üç ana başlıkta incelemiştir. Özellikle 1990 sonrası dönemde Türkiye-Amerika Birleşik Devletleri ilişkilerinin işlendiği Birinci Bölüm’de Orta Doğu neresidir? sorusuna cevap verilmiştir. Bilindiği üzere bu konuda değişik kaynaklarda değişik tanımlamalara rastlanmaktadır. Yazar bölgeyi; kuzeyde Türkiye, doğuda İran, güneyde Arabistan yarımadası ve Sudan, batıda ise Mısır ile sınırlanan bir coğrafya olarak nispeten dar biçimde tanımlamıştır. Bu çalışmada ise Türkiye’yi yakından ilgilendiren bölgeler üzerinde durmuştur.
Soğuk Savaş sonrası dönemin sıkça ifade edilen değeri küreselleşme ile birlikte, bu dönemde yükselen ve bölgesel düzeyde de olsa krizlere ve çatışmalara neden olan etnik, dinsel, kültürel farklılıklar, üzerinde durulması gerekli olgular olarak tespit edilerek bölge politikalarına etkisi incelenmiştir. Bölgede çok uzun zamandan beri var olan terorist faaliyetlere değinilmiş ve bu kapsamda Suriye’nin su sorunu nedeniyle teröre verdiği destek ele alınmıştır.
1991 yılı Ekim ayı içinde Madrid’de toplanan Orta Doğu Barış Konferansı ile birlikte başlayan barış sürecinin getirdiği yeni açılımlar ve bunun gerisindeki nedenler açıklanmış, ilgili ülkelerin iç politikalarındaki problemlerinin dış politikalarına nasıl yansıdığı üzerinde durulmuş ve bunun söz konusu barış süreci üzerindeki olumlu ve olumsuz etkileri değerlendirilmiştir.
Soğuk savaş sonrası dönemde artan belirsizliklerin, giderek sertleşen dinsel ve etnik hareketlerin, Hazar petrolleri ve ortak bölgesel çıkarların Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri’ni birbirine zorunlu olarak yakınlaştırdığı Amerika Birleşik Devletleri’nin Avrupa ile olan uzunca bir zamandan beridir girmiş olduğu politik ve ekonomik rekabetin, İsrail’in bölgedeki yalnızlığının ve Türkiye’nin yarım yüzyıllık laik demokratik ilkeleri benimsemiş bir Müslüman müttefik ülke olma özelliğinin bu yakınlaşmayı desteklediği konusuna yer verilmiştir.
İkinci Bölümde İran ve Suriye’nin etnik, dinsel, ekonomik, askeri yapısı ve bunun dış politika üzerinde halihazırdaki etkisi ile önümüzdeki dönemlerde ortaya çıkabilecek muhtemel yansımaları değerlendirilmiştir. İran’ın 61 milyon olan nüfusunun 25 milyonunun Türk kökenli olduğu ve Körfez Savaşından sonra büyük çapta silâhlanmaya para ayırdığı vurgulanan olgulardan önemlileridir. Dünya petrol rezervinin önemli bir bölümüne sahip olan İran’ın dinsel rejimle yönetiliyor oluşu, terörizme verdiği destek ve rejim ihracı çabalarının batıda endişe ile karşılandığı vurgulanmıştır.
Yazara göre; bölgeden dünyaya petrol akışının kesintiye uğramamasını arzu eden Amerika Birleşik Devletleri bu tür bir kesintiyi kendisi açısından da tehdit olarak algılamaktadır. Türkiye’nin doğu ve güney komşularının antidemokratik yönetimleri ve irrasyonel politikaları Türkiye’nin güvenlik ihtiyaçlarını artırmıştır.
Suriye’nin teröre verdiği desteği su sorunu ve Hatay ile ilişkilendiren yazar, Orta Doğu barış sürecinin başarıya ulaşması durumunda Suriye’nin ilgisini Türkiye üzerinde yoğunlaştırabileceğini, SSCB’nin dağılmasından sonra yalnızlığa düşen bu ülkenin durumunun iyi analiz edilmesinin ve önleyici politikalar üretilmesinin gerekliliği üzerinde durmuştur.
Kitabın üçüncü ve son bölümü Kuzey Irak’taki gelişmelere ve Çekiç Güç’ün bu bölgedeki faaliyetlerine ayrılmıştır. Körfez Savaşı’ndan sonra 36ncı paralelin kuzeyinde kalan ve Irak hükümetinin etkinlik alanından fiilen çıkarılmış olan Kuzey Irak bölgesinin neden Türkiye’yi doğrudan ilgilendirdiği belirtilerek, 1990′dan sonra hız kazanan PKK terörü ile, bölgede etkin konuma sahip olan iki büyük Kürt grubu olan KYP ve KDP’nin hedefleri, aralarındaki güç mücadeleleri, Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye ile ilişkileri üzerinde durulmuştur.
Kuzey Irak konusuna İran’ın gösterdiği yakın ilgiye karşılık Suriye’nin daha geriden izleyen bir tutum takınmasını dış politikadaki önceliklerinin farklılığına bağlayan yazar, Türkiye’nin Kuzey Irak konusunda belirgin olarak ortaya konmuş bir politikasının bulunmadığını belirtmekte ve sık sık gündeme getirilen bağımsız Kürt devleti kurulması söylemlerine karşı Irak’ın toprak bütünlüğüne sahip çıkılmasının özel önemine dikkat çekmektedir.
Irak’ın parçalanmasının Türkiye yönelik bölücü terör siyasi destek sağlayacağı, ayrıca Arap ülkelerinin Türkiye’ye yönelik olarak Türkiye – İsrail ilişkileri nedeniyle zaten var olan olumsuz tepkisini artıracağı değerlendirilmiştir.
Kuzey Irak’ta görev yapan Çekiç Güç’ün ortaya çıkış nedenleri, askeri yapısı komuta bağlantıları ve görevinin neler olduğu konusu genel mahiyette ele alınarak açıklanmıştır.
Üçüncü Bölümün son alt başlığı ise Türkiye ile güney komşuları Irak ve Suriye arasında Fırat ve Dicle sularının kullanımına ilişkin olarak ortaya çıkan su sorunu ile Orta Doğu ülkelerinin içme suyu ihtiyacının karşılanmasına yönelik olarak 1980′li yılların ikinci yarısından sonra gündeme gelen ve Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin sularının boru hatları ile Arap yarımadasına kadar götürülmesi anlamına gelen Barış Suyu Projesi’ne ayrılmıştır.
Su sorunları kapsamında şimdiye kadar yapılmış olan anlaşma ve protokollerden söz edilerek, gelinen durumda Türkiye ve Suriye’nin sorunun çözümüne ilişkin tezleri açıklanmıştır.

Tarihin Saklanan Yüzü – Milli Mücadele

Kitabın Adı Tarihin Saklanan Yüzü – Milli Mücadele
Kitabın Yazarı Tuncer BAYKARA
Yayınevi ve Adresi Kültür Ve Turizm Bakanliği Yayinlari, Ankara
Basım Yılı 1993
KİTABIN ÖZETİ
Kitap Milli Mücadele öncesi, Milli Mücadele dönemi ve sonrası olaylarla ilgili geniş bilgi vermektedir. I. Dünya Savaşı’nın başlangıcı ve nedenlerinden başlayarak cumhuriyetin ilanına kadar olan süreci anlatıyor. Konu kitapta hiçbir peşin fikre kapılmaksızın, bir plan dahilinde ele alınmıştır.
Kitap,1900 ile 1918 yılları arası yani, Osmanlı’nın son dönemlerinden Kurtuluş Savaşı’na kadar olan dönemle başlar. Burada Osmanlı’nın siyasi ve idari yapısındaki bozulmanın, çürümüş faaliyetlerin, politika ve idare içindeki menfaatçiliğin ülkeye ne kadar zarar verdiğinden bahsedilmektedir.
Artık halk, otoritesi kalmamış padişah tarafından yönetilmekten bıkmış ve kendi sorunlarını en azından gözler önüne serebileceği bir mekan aramıştır. Bu boşluk nispeten de olsa II. Meşrutiyet ile doldurulmuştur.
Fakat hasta adamın iyileşmesini, kendisini toparlamasını istemeyen batı uygarlığı sürekli olarak ülkenin başına çeşitli dertler açmaktadır. Bunlardan birisi de Balkan Savaşıdır. Bu döneme damgasını vuran başka bir olay da İttihat ve Terakki’nin iktidarı ele geçirmesidir. Artık, Cihan Harbi başlamış ve Osmanlı Devleti savaşa İttihatçıların kararı ile Almanya yanında girmiştir. Mustafa Kemal Çanakkale’de bir çok başarılara imza atmış, Türk askeri orada destan yazmıştır. Fakat bütün bu fedakarlıklar pek bir işe yaramamış çünkü, devlet savaştan mağlup olarak çıkmıştır.
Savaşın hemen ardından Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanmıştır. Lakin bu bir ateşkes antlaşmasından çok ülkeyi daha kolay parçalayabilecek bir plan niteliğindedir. Artık hasta adam yavaş yavaş ölmeye başlamıştır.
Galip devletler ülkenin her bir köşesini kendi aralarında paylaşmış, bölgede yaşayan Türk halkına da kötü davranmaya, onları yıldırma çalışmalarına başlamıştır. Milletin artık bu zulümlere daha fazla dayanacak sabrı kalmamıştır.Mustafa Kemal Paşa’nın gayretleriyle Milli Mücadelenin ilk tohumları atılmış, çeşitli cemiyetler kurulmuş, gizli toplantılar düzenlenmiş, bu sayede halk bilinçlendirilmeye çalışılmıştır.
İzmir’in işgali artık bardağı taşıran son damla olmuş ve halk bu olanlara bir dur demenin, ancak silahla olacağını anlamıştır. Fakat bu düzensiz ve birbirinden habersiz insanları örgütleyecek, onların yapacakları faaliyetleri düzenleyecek bir lidere ihtiyaç duyulmaktadır.
Mustafa Kemal bu sırada Anadolu’ya geçer. Burada halkı bir araya getirecek kongreler düzenler ve onları ortak bir amaca yani bağımsızlığa yönlendirir. Bu vakitten sonra İstanbul’la olan bütün bağlar kesilir ve onların diğer devletlerle yaptığı hiçbir anlaşma kabul edilmez. Bundan böyle halkı temsil edecek bir organ kurulma zamanı gelmiştir. Bu da TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’dir.
Böylece yeni Türkiye’nin temeli atılmıştır. Artık halk tek başına bir kişinin idaresinde değildir. Millet kendi kendini yönetmeye başlamıştır. Bağımsızlık için ateşli çalışmalar yoğunlaşmış, halkın seçtiği temsilciler onların haklarını korumak ve ülkeyi parlak bir geleceğe taşımak için varını yoğunu ortaya koymuştur. Yapılan bu siyasi çalışmalar askeri harekatlarla desteklenmiş ve Mustafa Kemal ve arkadaşlarının büyük fedakarlıkları sayesinde mutlu sona ulaşılmıştır. Cumhuriyetin ilanı ile Türk Milleti yepyeni bir döneme adımını atmıştır.
Bu kitap insanlığın sonsuz gelişmesi içinde Türk devletinin varlığı ve bağımsızlığı için göze aldığı kutsal mücadeleyi anlatmaktadır. Türk milletinin zaferle sonuçlandırdığı, dedesinden ninesine, çocuğundan gencine herkesin hayatı pahasına geri almak istediği yurdu için yaptığı kutsal savaşı anlatmaktadır.